Antep ve uluları

Kıymeti bilinmeyen bir yazar Mitat Enç. Onun ‘Antep’ yüklü eseri Uzun Çarşının Uluları, çamura düşen altın misali, düştüğü yerde parlıyor.

Antep ve uluları
16 Mayıs 2023 - 15:40

Nisandı, bahardı. Şair İbrahim Yolalan’la ‘zelzele’ üzerine konuşuyorduk. Hatay, Maraş, Antep derken söz kitaplara geldi. “Hakkı baba” dedi, “Uzun Çarşının Uluları’nı tekrar okumak lâzım. Hatta yazmak!” Çok güzel dedi. Üstelik âfetin acısı ve orucun mahmurluğuyla okuyacağız; hemen o gün başladım.

İlk tespitim şu ki kıymeti bilinmeyen bir yazar Ahmet Mitat Enç. Güçlü bir hikâyeci, iyi bir sosyolog ve portre üstadı. En güzeli de bir ilim adamı. Onun güzide eseri Uzun Çarşının Uluları, çamura düşen altın misali düştüğü yerde parlayıp duruyor. ‘Tavsiye’ listemin en başlarındadır Enç. Uzun Çarşının Uluları, Selâmlık Sohbetleri ve Bitmeyen Gece’den (Ötüken Neşriyat) oluşan külliyatıyla. Uzun Çarşının Uluları’nı biliyoruz. Çok sesli bir şaheser. Selâmlık Sohbetleri’nde millî mücadele yıllarındaki Antep’e çocuk penceresinden bir bakış var. Bitmeyen Gece’yse yazarın kendisini anlattığı bir mücadele fotoğrafı.

Kitapla alâkalı notlarıma geçmeden Enç’ten kısaca bahsetmeliyim. Ülkemizin pedagoji alanında yetiştirdiği en önemli isimlerden. 1909’da Antep’te dünyaya gelir. İlköğrenimini doğduğu yerde tamamlar. Liseyi İstanbul Erkek Lisesi’nde yatılı olarak okur. Üniversitenin ilk yılında gözlerinden rahatsızlanıp okulu bırakır. Üç yıl tedavi peşinde koşup İstanbul ve Viyana’da şifa arasa da bulamaz ve genç yaşta gözlerini kaybeder. Pedagoji alanındaki eğitimini Viyana ve ABD’de tamamlar. 1940’ta Gazi Eğitim Enstitüsü’ne ‘ruh hastalıkları’ okutmak üzere atanır. Sonraki yıllarda Ankara’daki üniversitelerde çalışır. Gazi Üniversitesi’nde ‘özel eğitim’ bölümünü açar. Ankara Körler Okulu ve Altınokta Körler Derneği’ni kurar.

‘Ulular’ı okumayı bitirdiğimde, meşhur ‘Uzun Çarşı’yı görüp Antep’i en ücra köşelerine kadar gezmek istedim. Lâkin anlatılan mekânları bulmak veya resmedilen ‘ulular’la karşılaşmak -artık- mümkün değil. Kitabın kaleme alındığı yıllardaki çarşı, üzerinde tarihî alışveriş merkezlerinin bulunduğu bir uzun yolmuş. Bakırcılar Çarşısı’ndan başlayıp Kale’ye kadar devam eden bir yol. Artık ne yol var ne yolcu, ne de ulular...

Türkçeyi hakkını vererek kullanıyor Enç. Hikâye etmede, fizikî ve ruhsal portreleri çizmede çok başarılı. Yaşadığı şehri dönemine uygun olarak eksiksiz ve fazlasız resmediyor. Folklorik ögeleri yerinde kullanıyor. Halk dilini ve yerel söyleyişleri cümlelerine katarak anlatımı zenginleştiriyor. Tam bir tasvir ustası. Tahliller sağlam. Ayrıntılar zengin.

İnsanlar geçidi var kitapta. Bunlar kara-kavruk insanlar; günümüzde göremeyeceğimiz işlerle uğraşıyorlar. Geçit töreni, Aktar Musa efendiyle başlayıp Asiye teyzeyle bitiyor. Eseri oluşturan portre-hikâyeler 25 kişi üzerinden yürüyor lâkin onların çevresinde içinde anlatıcının da olduğu bir sürü insan var.

Şehrin hafızasını ortaya koyan, ruhunu resmeden, sosyal ve ticarî hayata dair birçok ayrıntı veren bu eseri okudukça alelâde insanların sıra dışı hikâyelerini ve onlarda saklı Antep’i tanıyoruz. Eserdeki insanları (ulular) görünür kılan bir zemin var. O zemin insanın insanla olan ilişkisi. Sağlam, sıcak, güvenilir. Bazen bir esnaf oluyoruz okudukça, bazen de bir meczup. Sanki o dönemi yaşıyor, insanlığımızın tadına varıyoruz. Şunu rahatlıkla söyleyebilirim. Edebiyatımızda bir Antep’ten söz edeceksek, Enç, bunu sağlayan kişilerin başında gelir.

Eskiyi özleyen, yeniyi de anlamaya çalışan biri olarak ülkemizde yaşanan ‘değişim’ fırtınasını da görmezlikten gelmiyor yazar. Kültürdeki değişimi, Asiye Teyzenin Evi hikayesinde olduğu gibi sade ve basit olarak aktarıyor.

11. baskısından okuduğum kitabın girişinde tür olarak ‘hikâye’ denilirken, Enç’i tanıtan yazıda ‘öykü’ tercih edilmiş. Hangisi?

Çok okunmamış olabilir fakat üzerine çok yazı yazılmış bir eser Uzun Çarşının Ululuları. Yeterli mi? Hayır. Daha çok okunup yazılmalı. En başta günümüzün öykücüleri okumalı bu kıymetli eseri. Yazar ve çizerlerin haricinde modern hayatın ketenperesine girmiş gençler de mutlaka tanımalı Enç’i.

Uzun Çarşının Uluları, kitaplığımızın baş köşesini her satırıyla hak eden bir kitap ve okuyucularını, yazıcılarını bekliyor.

Masumlar bizi görüyor

Tespit çok yerinde. Masumlar bizi görüyor fakat biz onları görüyor muyuz? Göremiyoruz maalesef. Başlığa çıkardığım cümle, Zeki Bulduk’un Müstesna Deliler Albümü (Muhit Kitap) için yazdığı ön sözün giriş cümlesi. İncecik bir kitap. Biyografik hikâyelerden oluşuyor. Ben hikâye dedim lâkin Muhit, ‘deneme’ demiş.

Bulduk, Kırşehirli. Bozkırın Atları Yaman Ölür’den (Perşembe Kitapları) hatırlıyorum kendisini. 50’sinde. Türkoloji mezunu. Bir süre öğretmenlik yapmış. Afganistan’da bulunmuş. Yazarlığının yanısıra radyoculuğu da var.

Kitabı ikiye bölmüş yazar; Yakınlarım ve Uzaktaki Akrabalar. Yakınlar kalabalık: On iki isim. Uzaktakiler ise sadece dört kişi.

Kitaba konu olan ‘müstesna insanlar’ arasında tanıdıklarım var lâkin okumayı bitirdiğimde hepsi de tanıdıkmış hissine kapılmaktan kurtulamadım.

“... aklın alınması ve mecnun olmanın ... bir nasip olduğunu öğrendim” diyor Bulduk. Oysa bu dünya, “Yalan yaşayıp yanlış ölenlerin, ‘para biriktirmeyen, kalp kırmayan ... bu insanlar’a deli dediği uyduruk bir dünya” (s. 8). Masumlara olan ‘vefa’ borcu nedeniyle yazılmış kitaptaki metinler. Deli denilen aslında ‘veli’. Bütün bunlara rağmen, “Masumlar bizi görmüyorlar artık; çünkü biz yokuz!” (s. 9).

Baştan belirteyim. Bulduk’un anlatımı hikâyeye yakın tuttuğu metinler diğerlerinden daha çok öne çıkıyor. Misâl: Kemul’un Kuyusu.

Kalbimizde yer eden bu ‘masumlar’a bakalım: Safai, sanatçı ve münzevi. Kendini adına benzetmek için kalaylaya kalaylaya siler dünyadan. Yalnız adam Çete’nin dünyası ‘şarap’tır. Çita, yarım somun ekmekten başka bir şeyini beklemez yalan dünyanın. Döne, ağzında ‘tütün’ evi kabul ettiği şehri uyandırma vazifesini hiç ihmal etmez. Tuncay hep güler. Gülüşüyle haykırır: Yalandır yaşadığınız yalan! Hasan Keten bir yol adamı. Belki kaybettiği türküsünü arıyor yollarda belki de yavuklusunu. Kemul, bozkırdan şimşek gibi geçen bir beyaz at. Hilmi Oflaz denilince gözlerini hatırlıyorum, hep gülen yüzünü. Ahraz, doğuştan sağır ve dilsiz fakat ezanı duyabilen bir çilekeş. Çöllo, önce evlatlarını sonra kendisini kaybeden bir gariban. Fatma Abla, ‘devlet ana’ demek. Ülkenin ruhu. Atilla abi, takım elbiseli meczup. Sevdiğinin peşinde bir aşk adamı. Uzaktaki akrabalar listesindeyse Ömer Muhtar, Muhammed Ali, Malik el-Şahbaz ve Aleksi Zorba var.

Bir oturuşta okudum kitaptaki masumların kısa hikâyelerini. Bitirdikten sonra pencerenin önünde öylece kaldım bir süre. Nereye gidiyor bu kalabalıklar? Hem de koşarcasına.

Yazı ilk olarak 15/05/2023 Pazartesi günü Yeni Şafak gazetesi Kitap Ekinde yayınlanmıştır. https://www.yenisafak.com/hayat/antep-ve-ululari-4531030

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum