27 Mayıs'ın mirası

27 Mayıs'ın mirası
26 Mayıs 2021 - 23:22

27 Mayıs'ın mirası

Türkiye’de ordunun siyasetin merkezinde yer alması İkinci Meşrutiyet’le başlar (1908). Ordunun siyasetin dışına çıkması için 1924 yılını beklemek gerekti. Bunu da gerçekleştiren Atatürk oldu. Ordu, 1924’ten 1960 yılına kadar siyasetin dışında kaldı. Bu, Cumhuriyetin kurucularının başarısıydı.

Türkiye’nin son yüzyılındaki gelişmeler göstermektedir ki, siyasal cepheleşmeler, devalüasyonlu ekonomik krizlerle beraber demokrasinin kesintiye uğramasına yol açmaktadır. Örneğin 27 Mayıs öncesinde 1958 devalüasyonu ve Vatan Cephesi; 12 Mart öncesinde yine devalüasyonlu ekonomik kriz ve sağ-sol cepheleşmesi; 12 Eylül öncesinde ekonomik kriz, 24 Ocak kararları ve Milliyetçi Cephe; 28 Şubat öncesi 5 Nisan kararları (1994) ve Laik-İslamcı cepheleşmesi… Devalüasyonlu ekonomik kriz ve siyasal cepheleşme askeri darbelere ortam yaratmaktadır; ancak, bu ikisine üçüncü bir nokta ilave edilmelidir. O da, askeri darbe için dış destek (ABD/NATO onayı) sağlanmasıdır.  Özetle devalüasyonlu ekonomik kriz ve siyasal cepheleşme askeri darbenin iç dinamiklerini oluşturmaktadır. Bunların tamamlayıcısı olarak dış onay devreye girmektedir. İç ve dış dinamiklerin tam olması, darbenin önünü açmaktadır. Bu noktada 15 Temmuz 2016 darbe girişimini ayrıca ele almak gerekmektedir. Çünkü 15 Temmuz, iç dinamikler oluşmadan ve doğrudan dış güdümlü bir darbe görünümü ile kendisinden öncekilerden ayrılmaktadır.

27 Mayıs askeri darbesi öncesinde DP iktidarı açısından son kırılma noktalarından biri olan Tahkikat Komisyonu’nun kurulması (27 Nisan) ve buna karşı öğrenci olaylarının patlak vermesi (28 Nisan) üzerine Başbakan Menderes, önemli bir Anayasa Hukukçusu olan Ord. Prof. Dr. Ali Fuat Başgil’i arayarak Ankara’ya çağırdı. Başgil, Menderes’in daveti üzerine Ankara’ya geldi. Cumhurbaşkanı Bayar, kendisini yemeğe çağırdı. DP ileri gelenleri ile birlikte Çankaya’da yemek yediler. Tarih 29 Nisan’dı. Yemekte Başgil, Tahkikat Komisyonu’nun kurulmasına değil, ona verilen yetkilere karşı çıktığını, tanınan yetkilerin Anayasa’ya aykırı olduğunu söyledi. Bu durum, Menderes ve Bayar’ın hoşuna gitmese de Başgil’i dinlemeye devam ettiler. Başgil, sertlik yanlısı politikalardan vazgeçilmesini önerdi. Basına getirilen kısıtlamaları ve TBMM görüşmelerinin yayınlanmasının yasaklanmasını eleştirdi. İstanbul Üniversitesi’ndeki olaylar sırasında Ordu ile üniversite gençliği arasındaki yakınlaşmaya dikkat çekti.

Başgil, iktidarın ne yapması gerektiğine dair soruyu yemekten sonra daha dar bir gruba yanıtladı. Bu grupta Bayar, Menderes, Meclis Başkanı Refik Koraltan ve Dışişleri Bakanı Fatin Rüştü Zorlu vardı. Başgil şu net önerilerde bulundu:

“Her şeyden önce, Menderes Kabinesi derhal istifa etmelidir. Bundan sonra, mümkün olduğu nisbette, muhalefete de birkaç bakanlık vererek, Meclisteki mutedil şahsiyetlerden yeni bir kabine kurmalıdır. Böylece, bir nevi koalisyon kabinesi, daha doğrusu milli birlik kurulmuş olacaktır. Bu yeni hükümet, kendisinden öncekinin takip ettiği politikayı bir yana bırakarak tam serbesti içinde kararlarını alacak ve Meclise, Anayasa’ya aykırı olduğu iddia edilen kanunların, bilhassa Salahiyetler Kanununun tadilini teklif edebilecektir. Bu şekilde hareket edilince, artık muhalefet, hükümeti itham etmek için bir bahane bulamayacak ve siyasi tansiyon düşecektir”.

Gerçekten de Başgil’in önerileri son derece yerindeydi. Siyasal tansiyonun düşmesinin ardından gidilecek erken seçimler, Türkiye’de demokratik yollarla iktidarın değişmesinin gelenekleşmesinin önünü açacaktı.

Bayar, Başgil’in önerisine şiddetle karşı çıktı. Bunu “zaaf alameti” olarak tanımladı ve rakiplerinin cesaretlenmesine yol açacağını ileri sürdü. Bayar’a göre buhran zamanında hükümeti değiştirmek yersiz bir hareketti. Yapılması gereken sert tedbirler almaktı.

Menderes ise, sorunun kaynağı kendi ise istifa edebileceğini, ancak hükümetin istifası durumunda işlerin daha kötüye gidebileceğinden endişe duyduğunu söyledi. Sokak eylemleriyle Türkiye’de istifa eden bir hükümetin olup olmadığını soran Menderes’e Başgil, yine soruyla cevap verdi:

“Siz bana tarihimizde on seneden beri bu memlekette gerçekleştirilmeye çalışılan demokrasiye benzer bir demokrasi örneği verebilir misiniz?”

Başgil, kendi sorusunu kendi yanıtladı. Böyle bir gelenek hiç oluşmamıştı:

“Ve Sayın Başvekil bundan böyle ilk defa bu nevi bir örf ve adeti ortaya çıkarmak şerefi size düşmektedir”.

Görüşmenin ardından toplanan Bakanlar Kurulu da bu isteği kabul etmedi. Dolayısıyla 27 Mayıs öncesinde iktidarın eline geçen son fırsatlardan biri de değerlendirilemedi. Mayıs ayında da siyasal gerilim tırmanmaya devam etti. 555K olayları ve 21 Mayıs’taki Harp Okulu öğrencilerinin sessiz yürüyüşü göz göre göre gelen askeri darbenin kilometre taşları oldular.

Tahkikat Encümeni üyesi Nusret Kirişçioğlu’nun hazırladığı Encümen Raporu, CHP’ye yönelik ağır suçlamalardan sonra yürütme, yasama ve yargı alanlarına dair önlemler de sıralamaktaydı. Kirişçioğlu’nun raporunda dile getirilen öneri, CHP’nin kapatılmasıydı. DP’de Tahkikat Encümeni’nin raporu yönünde değil de, Başgil’in önerileri yönünde eğilim olsaydı ve bunlar uygulanabilseydi, askeri darbenin gerçekleşmemesi olasıydı. Ordunun siyasetten uzaklaştırılması Atatürk’ün önemli başarılarından biriydi. 1924’te gerçekleşen bu politika 36 yıl boyunca sürdü. Atatürk’ün vefatı ve 1950 seçimleri gibi tarihi olaylar sırasında da devam etti. Bu, Atatürk’ün ve halefi İnönü’nün başarısıydı. Ordunun siyasetle uğraşarak darbe sürecine yönelmesinin ana sorumlusu DP’dir.

Askeri darbe neticede DP’yi iktidardan uzaklaştırdı. Ancak burada mağdur olan sadece DP değildi. Onun yanında Türkiye’de askeri darbelerin önü açılmış oldu. Ayrıca, yapılacak olan ilk “serbest ve dürüst” seçimlerde CHP’nin iktidara gelmesi olasıydı. Askeri darbe, bunu engelledi. Nitekim 1961 seçimlerinde CHP askeri darbeyle özdeşleştiğinden -1957’ye nazaran- oy kaybetti. Dolayısıyla gelinen noktada CHP’nin hem DP’nin otoriterleşmesi ve demokrasiden uzaklaşarak serbest ve dürüst seçim yapmak istememesi ve hem de askeri darbe nedeniyle iki ayrı mağduriyet yaşadığını söylemek gerekir. 

Son olarak şunu söylemek gerekir ki, DP’nin muhalefete yönelik tahammülsüzlüğü 1954 sonrasında giderek kendini göstermeye başladı. Basına yönelik getirilen kısıtlamalar, üniversite öğretim üyelerinin bakanlık emrine alınması, hâkimlerin emekliye sevk edilmesi, muhalefet partilerinin toplantı ve gösterilerinin kısıtlanması ve hatta yasaklanması, siyasal cepheleşme (Vatan Cephesi) gibi uygulamalar birikerek Tahkikat Komisyonu’na kadar geldi. Muhalefet partilerine yönelik tahammülsüzlük –ki tarihe seçim yolsuzluğu olarak geçen- 1957 seçimleri öncesinde DP’nin yayınladığı bir broşürde de kendini göstermişti. Broşürde, çoğunluk sistemi nedeniyle zaten parlamentoda çok az temsil edilmekte olan muhalefetin, 1957 seçimlerinde TBMM’de hiç olmaması isteniyordu. Aslında bu, DP’nin demokrasi anlayışını özetlemek için fazlasıyla yeterlidir:  

İktidarı 14 Mayıs 1950’de dürüst bir seçimle bırakan CHP’ye karşı DP, iktidarı dürüst bir seçimle bırakmaya yanaşmadı. Demokrasinin temel parametresi olan seçimle gelip seçimle gitme kuralına uymak istemedi. Oysa 14 Mayıs 1950 seçimlerinden kısa bir süre sonra (1951) ünlü siyaset bilimci Maurice Duverger, yazdığı Siyasi Partiler adlı kitabında şu iyimser satırları yazmıştı:
“Türkiye, engelsiz ve sıkıntısız bir şekilde, tek-parti sisteminden plüralizme (çok partili sisteme) geçmiştir. Bugün o, Orta-Doğu devletlerinin en demokratik olanı, feodal klanlar, bir avuç aydının yönettiği hayali gruplar ya da fanatik dinsel tarikatlar yerine, gerçek partilere sahip bulunan tek Orta-Doğu devletidir. (…) … Türkiye örneği, basiretle uygulanan bir tek parti yönetiminin, bir gün gerçek bir demokrasinin kurulmasını mümkün kılacak tek unsur olan yeni bir yönetici sınıfın ve bağımsız bir siyasal elitin yavaş yavaş ortaya çıkmasına imkân verebileceğini göstermektedir.”

Duverger’deki iyimserlik Atatürk’ün tamamlamaya ömrünün yetmediği Demokrasi Devrimi’ni tamamlamayı sağlığında başarmak isteyen İnönü’de de mevcuttu. Darbeye giden süreçte faturayı orduya da kesmek gerekir belki ama öncelikle faturanın Bayar başta olmak üzere DP ileri gelenlerine kesilmesi gerekir. Benim açımdan Bayar’ın sorumluluğu tüm diğer sorumlulukların önündedir. Çünkü Bayar, deneyimli bir politikacı olarak –Atatürk dönemindeki görevleri unutulmamalıdır ve bu görevlerinden başarılıdır da- hakem bir Cumhurbaşkanı görevini üstlenebilir; iki partinin çatışmasını dengeleyebilirdi. Oysa Bayar tam aksini yapmayı tercih etti. İnönü’ye gelince darbeye yol açan değil, darbeleri önleyen ve bastıran yönüne dikkat çekmek isterim. 1962 ve 1963’teki Talat Aydemir’in darbe girişimlerini bastırmasını hatırlatmakta yarar var.

27 Mayıs sonrasında oluşan özgürlükçü ortam ve kazanılan haklar olumlu olarak değerlendirilse de sonuçta Menderes’lerin idamı ve askeri darbe geleneğinin önünü açması sonraya bırakılan en kötü iki miras oldu. 

Prof. Dr. Hakkı UYAR

Kaynak: Hakkı Uyar, Demokrat Parti İktidarında CHP (1950-1960), Doğan Kitap, İstanbul, 2017. 
Asya Kalkan, Demokrat Parti'nin Son Hamlesi: Tahkikat Komisyonu, Libra Yay.,
İstanbul, 2021


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum