Ziya Gökalp - Mümtaz Turhan - Erol Güngör Çizgisinde Milliyetçi Tarih Görüşü / Ahmet Şimşek

Ziya Gökalp - Mümtaz Turhan - Erol Güngör Çizgisinde Milliyetçi Tarih Görüşü / Ahmet Şimşek
00 0000 - 00:00 - Güncelleme: 24 Nisan 2020 - 02:29

16. yüzyılda başlayan ve 18. yüzyılda kesifleşerek devam eden, “uluslaşma” süreci, malum olduğu üzere, Fransız İhtilal’ı ile ivme kazanmış; imparatorlukların parçalanmasıyla da ortak kültürler çerçevesinde bir araya gelen topluluklar, küçük devletler halinde siyasi arenada yerlerini almaya başlamıştı. Bir imparatorluk karakterine sahip Osmanlı Devleti de zamanla bu süreçten etkilenmiş, egemenliğinde yer alan halkların (1826-Yunanlılar, 1876-Bulgarlar, 1878-Romenler, 1882-Sırplar) isyan ederek ayrılması, kendi prensliklerini ve nihayet ulusal devletlerini kurmaları ile milliyetçilik olgusuyla sert bir biçimde karşılaşmıştır. Balkan halklarında bu gelişmeler yaşanırken, ülkenin güneyinde ise 1860’lardan itibaren bölgede matbaanın yaygınlaşmasıyla okur-yazarlığın artması sayesinde bir “Arap milliyetçiliği” başlamıştır. 1882’de İngiltere’nin Arap dünyasının merkezi olan Mısır’ı işgal etmesiyle bu gelişme daha da hızlanmıştır[1].

İmparatorluğun asli kurucu unsuru olan Türkler arasında milliyetçiliğin (Türkçülük) ise diğer halklara göre geç bir zamanda geliştiği bilinmektedir. Bunun nedeninin, Türklerin devletin hâkim unsuru olmalarından dolayı Osmanlı birliğini savunmalarıyla ilgili olduğu genel kabul halindedir. Tarih çalışmaları[2] çerçevesinde ortaya çıkan ilk Türkçü yaklaşımların özellikle Kafkasya, Kırım ve Azerbaycan çevresinden gelen aydınlarla geliştirildiği görülür. Bunlardan biri olan Yusuf Akçura’nın 1904 tarihinde yayımladığı “Üç Tarzı Siyaset” adlı eseriyle daha da anlam kazanan ve fikrî anlamda güçlenen Türkçü düşünce, 1908’de kurulan Türk Derneği, 1911’de çıkan Türk Yurdudergisi ve nihayet 1912’de kurulan Türk Ocakları ile gelişmiş ve sistemleşmiştir. 1908’de II. Meşrutiyetle birlikte başlayan “millileşme”, bu süreçte iktidara hâkim olan İttihat ve Terakki Partisi’nin söylem ve eylemleriyle bir devlet politikası olarak belirmiş, 1913’te yaşanan Balkan Felaketi’nden sonra daha fazla bir kıymet kazanmıştır.

Dağılan imparatorluğu milli bir Türk devletine dönüştürmeyi hedeflediğini söyleyebileceğimiz Türkçülük düşüncesi, önceleri Turancılık anlayışıyla dış Türkleri de içine alacak bir biçimde anlaşılmışsa da I. Dünya Savaşı’ndan sonra bu durum değişmiştir. Malum olduğu üzere Savaşın sonunda Osmanlı Devleti mağlup olmuş, vatan coğrafyası olarak elde kalan son parça Türkiye, bir imparatorluktan ziyade Anadolu devleti, ayrılmalar (kopmalar) sonucunda etnik ve dinsel bakımdan türdeş bir toplum haline gelmiş bulunuyordu. Bu yüzden Türk milliyetçiliği, siyasi bir tercih olmaktan ziyade, tamamlanmış bulunan tarihsel bir olguya uyum sağlama süreci olarak belirmiştir.[3] İslamcılık, Osmanlıcılık davalarının bittiği bu ortamda Türk milliyetçiliği tezinin en önemli savunucusu olarak Ziya Gökalp’ı görmek mümkündür.

Gökalp, tarihsel gerçekliğin dayattığı bu durumu kabul etmiş, bir imparatorluktan ulus-devlete geçiş sürecinin kamuoyu üzerindeki olumsuz etkilerini hafifletmek[4] için, yayılmacı olmayan, yitirilen toprakları geri alma amacı gütmeyen bir Türkçülüğü savunmuştur. Onun ortaya koyduğu görüş ve düşüncelerin hem zamanın aydınları arasında hem de yeni devletin felsefesinde etkili olması, Ziya Gökalp’ı daha da önemli yapmıştır.

Türkiye’de Ziya Gökalp ile başlayan sosyolojik temelli Türkçü-milliyetçi düşüncenin daha sonra Cumhuriyet döneminde benzer çizgide Mümtaz Turhan ve Erol Güngör tarafından devam ettirildiği görülmüştür. Uzun zaman Kemalist ideolojinin asıl kaynağı olarak kabul edilen Ziya Gökalp’in fikirleri yanında, daha sonradan Türk-İslam düşüncesinin oluşmasına etkisi inkâr edilemeyecek olan Mümtaz Turhan’la devam eden ve nihayet Erol Güngör ile güncellenen bu çizginin, pek çok açıdan tetkik edilmesi, Cumhuriyet dönemi Türkiye’sinin kültür tarihinin anlaşılması için gereklidir. Bu çalışmada, tarihe çok fazla gönderme yaparak fikirlerini temellendiren Gökalp ile onun bir anlamda takipçisi ve yenileyicisi sayılabilecek Turhan ve Güngör’le oluşan bu milliyetçi çizginin, tarih anlayışı ve yaklaşımlarının nasıl teşekkül ettiği, incelenmeye çalışılmıştır.

Zincirin İlk Halkası Olarak Ziya Gökalp ve Tarih

Diyarbakır'da doğan Ziya Gökalp’ınOsmanlı Devleti’nin I. Meşrutiyeti ilan ettiği tarihte (1876) başlayan hayatı, Cumhuriyetin Kuruluşu’na şahitliğe (1924) kadar sürmüştür. Bu dönem tıpkı 13. yüzyılda olduğu gibi Anadolu coğrafyasının; siyasi, sosyal, ekonomik ve kültürel alanlarda kelimenin tam manası ile kabuk değiştirdiği, büyük gelişimlerin/dönüşümlerin yaşandığı bir süreçtir. Gökalp, yaşadığı bu dönemin büyük sorunlarının yapısal niteliğini fark etmiş, bunların çözümü için köktenci yaklaşımların gerekliliğinin farkında olmuş bir gerçekçi düşünürdür.

O, Jön Türklerin başlattığı siyasi değişimin, iktisat, aile, güzel sanatlar, ahlak ve hukuk gibi alanlarda bir "Yeni Hayat" ortaya çıkaracak sosyal bir değişimle tamamlanmaya ihtiyacı olduğuna inanmıştı. Yeni bir Türk medeniyeti, sadece Türk milli değerlerinin kazanılmasıyla yaratılabilirdi. Bu sebepten devrin yenilikçi hareketi İttihat ve Terakki’ye katılan Gökalp, milletvekili seçilerek aktif siyasete girmiştir. O, elde ettiği saygınlıkla, düşüncelerini zamanın Darülfünun’da uygulama imkânı bulmuş; ders programlarını, okutulacak dersleri ve kitapları belirlemiştir.

Gökalp, 1913 ve 1914 Edebiyat Fakültesi’nde İçtimaiyat (Sosyoloji) müderrisliği görevinde bulunmuştur. Böylece, İstanbul Üniversitesi'nde ilk sosyoloji profesörü olmuştur. 1918'de ise “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı eserini yayımlamıştır. Gökalp özellikle “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” adlı eseri Türkçü düşüncenin ana sorunlar karşısında tavrını belirlemek yanında, “yeni hayat”a ilişkin önemli bir kimlik projesi sunmuştur.

Hayatı aktif siyasi mücadeleyle geçen Gökalp, ölümünden kısa bir süre önce (1923) bir manifesto niteliğindeki “Türkçülüğün Esasları”isimli ünlü eserini yayımlamıştır. Gökalp, bu eseriyle ileride resmi tarih söylemindeki bazı kabullenişlere de etki etmiştir. Geçmişteki Türk siyasi topluluklarının hepsini kıtasal, bağımsız, birleşik ve çok örgütlü devletler olarak tanımlayan Gökalp, Türk bir Avrasya konusunda Akçura ile neredeyse aynı görüştedir. O, Türk devletlerinin Hunlardan günümüze dek taşıdığı süreklilik fikrini güçlendirmiştir.[5]

Zamanının önemli ve etkili fikir adamlarından biri olarak pek çok fikrini uygula(t)ma imkânı bulan Gökalp üzerinde ailesi başta olmak üzere pek çok kişinin dönemsel etkisi olmuştur. Ama konumuz bağlamında lise yıllarında Dr. Abdullah Cevdet ile görüşmeleri, Doktor Yorgi'den aldığı felsefe dersleri, Mehmet Ali Ayni'den tarih dersleri alması önemlidir. O, özellikle Mehmet Ali Ayni'den tarihin nasıl muhakeme edileceğini öğrenmiştir.

Gökalp’in asıl esin kaynağı Emile Durkheim’dır. Durkheim, metodoloji bakımından pozitivist gelenekte yer almakla birlikte idealist bir epistemolojiyi bu geleneğe katmış, dayanışmacı-solidarist korporatizmiyle görece demokratik ve çoğulcu bir siyaset kuramı geliştirmiştir.[6] Durkheim sosyolojisinin iyi bir okuyucusu ve takipçisi olan Gökalp’in pozitivist bir yönü olduğu söylenebilir.[7] Bunu Abdullah Cevdet ile olan ilişkisi yanında İstanbul’da Jön Türkler arasında takip edilen Batı(Fransa)’ya ilişkin eserlerin etkisi olarak da görmek mümkündür. Ancak o, salt bir taklitçi olmak yerine Durkheim’ın dayanışmacı-solidarist toplum görüşünü Türk toplumu açısından uyarlayarak, “içtimai mefkûrecilik” tezini ortaya atmış[8] ve "Türk Sosyoloji Ekolü"nü kurmuştur.

Gökalp, ilim ve kültür hayatında tarihe ilk planda yer vermiştir.[9] Ama açıktır ki Gökalp’ın tarihle ilgilenmesi, bir tarihçi yaklaşımından çok bir sosyolog bakış açısıyladır. Kaldı ki Gökalp başlı başına bir tarih kitabı hazırlamadığı gibi, bir tarihi olayı usulüne uygun bir biçimde ele alan bir inceleme yazısı da kaleme almamıştır. Yani, onun doğrudan tarihe ilişkin bir çalışması da yoktur[10]. Ancak o, döneminin ülke sorunlarına yönelik pragmatist çözümler bulmaya çalışan bir düşünür-aydın olarak Türkçülüğe ilişkin tezlerini, geliştirdiği mefkûresini tarihsel bir temele oturtarak, ortaya koymaya çalışmıştır. Böylece Ziya Gökalp için tarih, meselenin anlaşılması ve güncel çözümlere birikimli bir yaklaşım için bir arka plan oluşturmuştur. Bu bağlamda tarihsel olarak Türk’e ait ne varsa Gökalp’ın kültür tarihçiliği bakışında kıymet kazandığını söylemek mümkündür. İşte bu yüzden Batı’da sosyolojinin devlet felsefesi kaynaklı olmasına karşın ülkemizde tarihe dayandırılması söz konusu olmuştur.[11]Gökalp ile başlayan bu tarihi çalışmalarının merkezine alan sosyolojik düşüncenin Turhan ve Güngör ile devam etmesini, bu çerçevede anlamak gerekir.

Diğer yandan Gökalp’ın tezinde yer alan tarihsel bazı bilgilerin de yanlış olduğu görülmüştür.[12] Bu durum, elbette ki döneminde bu yanlışlıkları önleyecek kadar ciddi bir Türk tarih literatürünün oluşmaması yanında onun, biraz önce dile getirmeye çalıştığımız biçimiyle tarihe verdiği kıymet hükmüyle de ilgili sayılabilir. O, her şeyden önce tarihin “millileşme sürecindeki rolünü” çok iyi kavramış bir aydındır. 1922 yılında yazdığı “Tarih ve Kavmiyat” adlı makalesinde bunu açıkça dile getirmiştir: “Son zamanlarda tarihin asıl vazifesi, milletlere faydasını ahlaki, bedii, iktisadi, hukuki, lisanî bütün vakaları tetkik ederek her millete mahsus medeniyetin nasıl tekâmül ettiğini aramak olduğu anlaşıldı”[13] diyen Gökalp, tarihe “milli” kaygılarla yaklaşımın önemini adeta özetlemiştir. Burada Gökalp’ın Renan’ın milliyetçilik anlayışından etkilenerek millet ruhunu oluşturan iki unsurdan biri olarak tarihe[14] değer vermesinden kaynaklı bir değerlendirmesi söz konusudur.

Bir sosyolog olmak dışında eserlerinde eski (Orta Asya’daki) Türklere ait gelenek ve kültür öğelerini ortaya çıkarma bakımından gerektiğinde etnolog, gerektiğinde antropolog gibi çalışmıştır. Gökalp’ın bunu yaparken, Durkheim’dan edindiği bir bakış ile tarihe, başlı başına bir bilim olmaktan ziyade sosyolojiye (aslında mefkûresine) katkı sağlayan, malzeme sunan bir çalışma alanı nazarı ile baktığı söylenebilir. Ona göre sosyoloji,pozitivist ilkeler ışığında objektivist yaklaşımı benimsediği ölçüde bilimleşebilirdi. Bunu “Tarih İlim mi? Sanat mı?” adlı makalesinde dile getirdiği şu sözlerden çıkarmak mümkündür: “Görülüyor ki şen’i (objektif) tarih tamamıyla ilim mahiyetindedir. Bu ilim, geçmiş vakaların müstakil bir ilmi suretinde başladığı halde neticede sosyoloji ile birleşiyor”[15]. Yani, özetle tarih; eskiden beri bir meşguliyet sahası olmasına rağmen, metodolojik olarak ortaya çıkan objektif bilgiye ulaşan “şen’i tarih”, bunu başardığı ölçüde aynı konuları ele alan sosyoloji ile birleşmekte demektedir.

Gökalp buna rağmen, o zamana kadar bilimsel bir literatüre sahip olamamış bir Türk tarihçiliğinin eksikliğini hissetmesinden olsa gerek, bir sosyal bilimci bakışı ile modern tarih araştırmalarının bilimsel ve metodik bir biçimde “nasıl yapılması gerektiği” ile ilgili tavsiyelerde bulunmuştur. Bu çerçevede o, yukarıda dile getirdiğimiz “Tarih İlim mi Sanat mı?” ile “Tarih ve Kavmiyet” makaleleri yanında neredeyse bir seri olarak peş peşe yayımladığı,“Tarihte Usul”, “Tarih Usulünde Şahitler”, “Tarih Usulünde Ananeler”, “Tarih Usulünde Abideler”, “Vesikalar”, “Milletimizin Tarihi Nereden Başlar” başlıklı makaleleri kaleme almıştır. Bunu Türkiye’de “şen’i” (pragmatik-objektif-modern) metodoloji ile yapılan tarih çalışmalarının yerleşmesi ve yaygınlaşması çerçevesinde okumak mümkündür. Gökalp’ın bu çalışmalardan hareketle tarihe ilişkin öne çıkan diğer görüşleri şöyle özetlenebilir:

Ziya Gökalp için tarih, objektif bilgiler veren ve bu ölçüde bilimlik seviyesine yakınlaşan bir çalışma alanıdır. “Tarih usule uygun davranılarak şen’i (objektif) bir biçimde yazılabilir. Böylece tarih ilim mahiyetine kavuşur”[16]diyen Gökalp’ın, tarihin bilim olabilmesi için objektif olması gerektiğine ilişkin düşüncesinin temelinde pozitif paradigmanın olduğu açıktır. Bunu, Gökalp’ın, Abdullah Cevdet gibi ünlü bir pozitivistten ders alması, Batılılaşma bağlamında yaptığı okumalardan edindiği ilham ve devrin baskın bilim anlayışının pozitivizm olarak kabul görmesi sebeplerine bağlamak mümkündür.

Gökalp, tarihin bir metodoloji çerçevesinde yazılabileceğini, onu bilimsel yapacak kriterlerin de bu olduğunu belirtmiştir. Ona göre; “Şen’i tarihin ilmiliği bilhassa kullandığı usul sayesindedir. Hatadan sakınmak için kendi kendini kuşattığı türlü türlü teminat sayesindedir”[17]. “Öncelikle tarihçi, geçmişin bütün izlerini yahut bunların menşelerini, medlullerini ve şümullerini inceden inceye tetkik etmekten; saniyen, hatırladığı vakaları eski haline iare ederek ve izah eyleyerek onların terkibini yapmaktan ibarettir. Bu tetkiklerin birinci kısmı tahlil, ikinci kısmı terkiptir”[18] demiştir. Böylelikle metodolojik olarak aşamaları belli bir yöntemin çerçevesini çizmiştir. Onun, malzemenin tetkiki üzerine yaptığı vurguyu, yazılacak objektif tarih için bir gereklilik, terkibi ise Tanzimat’tan beri var olagelen “sentezleme geleneğinin” bir uzantısı olarak algılamak mümkündür.

Gökalp, “şen’i tarih” yazımı için kaynakları sayarken vesikalar, abideler ve ananelerden bahsetmiştir.[19] Ona göre şen’i tarih usulü için kanıt çok önemlidir. Ancak kanıtlardan doğru biçimde yararlanıldığında bu mümkün olabilir. Bu yüzden kanıtlardan yararlanma metodunu da açıklamıştır. O, tarihin şahitlerini yanıltmaya yahut yalan söylemeye sevk eden içtimai amiller olduğunu belirterek tarihçiyi adeta uyarmıştır. Bu amillerin başında dini taassup ve ırki husumet gelir[20]. “Başkalarının tasdik ettikleri şeyleri teftişsiz kabul etmemek ve gerek bize başkaları tarafından tasdik olunan vakaları, gerekse tasdikin kendisini tenkit kaidelerine tabi tutmak lazımdır”.[21] Gökalp’a göre ananeler içlerinde hakikat barındıran ama halkın kıymet aşılayarak meydana getirdiği ve yaşattığı usture (destan), menkıbe, masal, efsane çeşididir. Ancak bunları tarihsel bir kanıt olarak almak, şahısları tarihi kahramanlar olarak görmek doğru değildir. Çünkü Türk tarihiyle uğraşanların menkıbelerle tarihi vakaları birbirinden ayırt edememeleri birçok yanlışlıklara sebep olmuştur. Ergenekon, Göç gibi menkıbeleri de tamamıyla tarihi vakalar sırasına koymak doğru değildir. Daima, tarihin tanıdığı kahramanlarla menkıbenin tanıttığı kahramanlar arasında derin farklar vardır. Yine de bunların medeniyet tarihi açısından önemli rolleri olduğunu unutmamalıdır. Menkıbenin tarizleri bizi yalnız hataya değil -eğer istifade edilmesi bilinirse- hakikatlere de sevk edebilir. Çünkü menkıbeler bize onu yaratan halkın mefkûresini gösterir[22]. Bu durum Gökalp’ın modern bir tarih metodolojisine sahip olarak, söylenti ile tarihsel gerçekliğin ayrımında olduğunu göstermektedir.

Gökalp’e göre “Tarihçi her olayın sebebini, kanununu aramaya çalışır”[23]. “Şen’i tarih bugünlerde geçmişi dirilttikten sonra onu izah etmekle ve insanlığın tekâmülüne bahis olan sebepleri, hatta kanunları keşfe çalışmakla, daha başka surette ilmileşmektedir”[24]. Bu yaklaşımı döneminin tarihsel süreçten çeşitli kanunlar elde ederek bunları toplum mühendisliği için kullanma düşüncesinde olan tarih felsefecilerinde de görmek mümkündür. Kafesoğlu ise, bu yaklaşımını onun mefkûresini desteklemek için Türk, İslam ve Avrupa medeniyetinin büyük sosyal ve kültürel hareketleri arasında benzerlikler bulmak, bazıları arasında paralellikler kurmaya çalışmasıyla açıklamıştır.[25] Yani bu yönüyle, Gökalp’ın tarih yazıcılığı bakımından pragmatik bir bakışa sahip olduğu kadar “expressioniste” (yorumcu) olduğunu da belirtmiştir.[26]

Gökalp tarihi, ilmi ve milli tarih olmak üzere ikiye ayırır. Bu ayrım Durkheim’in dile getirdiği hükümler teorisinin[27] bir uzantısı olarak değerlendirilebileceği gibi Gökalp’ın pragmatik tavrı açısından oldukça tutarlı ve günün şartları düşünüldüğünde oldukça mantıklı ve ileri bir adımdır. Ona göre “milli tarih pedagojik, terbiyevi bir sanattır. Milli tarihin serbest usulleri ile ilmi tarihe yaklaşılmamalıdır. Şen’i tarih insanlığın hafızası, milli tarih ise milletin vicdanıdır”.[28] İlmi tarihin milli tarihin vasıtalarından bağımsız olması gerektiğinin altını çizen Gökalp’ın bu düşüncesi, bugünkü tarihçiliğimizin genel ahvalinden daha geri değildir.

Gökalp, “Türkleşmek, İslamlaşmak, Batılılaşmak” formülü ile Avrupa medeniyetinin kimliğimizin bir parçası olması gerektiğini savunmasına rağmen, tarihçilik konusunda Avrupalıların tarafgir davrandıklarının altını özellikle çizerek onların eserlerini dikkate almamamız gerektiğini, kendi tarihimizi kendimizin yazması gerektiğini belirtmiştir. Şöyle demiştir: “Avrupalıların gerek milletimiz ve dinimiz, gerek medeniyetimiz ve siyasetimiz hakkında yazdıkları eserlerin hiçbirisine itimat etmemeliyiz. Biz doğru tarihi salt kendi taharrilerimizle ve tenkitlerimizle meydana çıkarmalıyız”[29]. Bu tavır, bugün itibariyle etnosentrik bir yaklaşım olarak değerlendirilebilirse de zamanında, Batı’nın Türklere ve Doğu(İslam)’ya üst perdeden (Avrupamerkezci/oryantalist) bakış açısını kırmak anlamı taşıdığı açıktır.

7.   Gökalp, o zamana kadar gerek Türk gerekse Avrupalılarca pek incelenmemiş olan Türk tarihiyle ilgilenerek, Türk’ün menşei, ilk Türk kabileleri, soyları, bunların arasındaki ilişkiler, tabi oldukları teşkilat vs. gibi konuları aydınlatmıştır.[30] Antik çağlardan bu yana siyasi ve askeri bir tarih anlayışının var olduğuna dikkat çeken Gökalp’a göre “Tarih umumiyetle medeniyet tarihi olmalıdır.” O, bu durumu yazılı-yazısız toplum açısından açıklamaya çalışır. Ona göre; “Yazılı edebiyata ve az çok sanayi ve ümrana malik olmayan iptidai cemiyetler, ne yazılı vesikalar, ne de abideler bırakamazlardı. Binaenaleyh bu gibi cemiyetler tarihe malik olamazlardı. Hâlbuki onların da kendilerine göre birer medeniyeti vardı. İşte bu cemiyetlerin bu medeniyetlerini bize gösterecek ilim, kavmiyat (etnografya)’dır”.[31] Gökalp’ın tarihi medeniyet tarihi olarak algılamasının altında yatan sebebin sadece bu olmadığını düşündürecek durumlar da vardır. Ortaya koymuş olduğu mefkûresi ve Türkçü tezleri için gerekli olan tarihsel malzemenin daha çok medeniyet ve kültür karşılaştırması gerektirmesinden dolayı siyasi ve askeri tarihin yerine medeniyet tarihini tercih etmesini anlamak mümkün görünmektedir. Böylelikle Türkiye’de çağdaş kültür tarihçiliğinin temellerini atmıştır.[32]

8.   Ziya Gökalp’a göre Türk tarihi tek bir coğrafyaya, hele de Anadolu coğrafyasına sığmayacak kadar geniş ve uzun bir geçmişe dayanıyordu. O, zamanına kadar Osmanlı ve zamansal anlamda biraz daha eskisi Selçuklu ile izah edilen Türk tarihinin kökenini Orta Asya’ya taşıyanlardandır. Ama bunu söyleyen ilk değildir. Cahun’dan yapılan tercüme ile başlayan Süleyman Paşa, Necip Asım, Ahmet Müftüoğlu, Mehmet Emin Yurdakul ile devam eden Türk tarihinin Orta Asya menşeine ilişkin fikir Gökalp’ta da yerini bulmuştur.[33] Ona göre “Türk âlemi geniştir. Anadolu Türklerinin tarihini yazarken bütün Türk tarihini bunun içine sokmak doğru değildir. Mesela Göktürklerle, Kırgızların ayrı tarihleri vardır”.[34] Gökalp, Türk tarihini Orta Asya’dan başlatmasına rağmen, Cumhuriyetin 1930’lu yıllarda ortaya attığı Türk Tarih Tezinde olduğu gibi irrasyonel bir romantizmi benimsememiştir. Onun tarih felsefesi Kemalistlerinki gibi tarihi durdurup, geçmişin istenmeyen bölümünü atıp, sıfırdan yeni toplum ve devlet yaratma çabası olarak tanımlanabilecek bir felsefe değildir.[35] Ona göre Türk tarihini Sümerlerden, İskitlerden, Medyalılardan, Sakalardan başlatmak doğru değildir. Çünkü henüz lisan ve kavmiyetleri meçhul olan bu eski cemiyetleri Türk tarihine başlangıç kılmak doğru değildir.[36] O, Türk tarihinin sürekliliğine ve bütünlüğüne dikkat etmiştir. Kaldı ki Akder’e göre Ziya Gökalp plüralist bilim anlayışına sahiptir. Bu yüzden tarihte ne ırk ne de iktisadi etmeni merkeze almıştır.[37] Bu yönüyle katı bir determinist olma ihtimali de yoktur. Bu anlayışa dayandırılmış tarih yaklaşımının Kemalist düşüncede hâkim olan tabiat, hayat ve tekâmül görüşleriyle uyuşmayacağı da açıktır.[38]

Gökalp’a göre şimdiki milletlerin kökenini teşkil eden “millilik” tarihte eskiden beri vardı. Bu çerçevede Türklerin milli bir oluşuma sahip olduğuna ilişkin de örnekler vermek mümkündür. Örneğin; “Nasıl ki Göktürklerle Türkişler de burada milli enkazlarını bırakarak hakimiyeti başka ellere devrettiler…. Bu mağlubiyet üzere Şimali Oğuzların bir kısmı Avrupa’ya giderek orada Peçeneklerle birleşip “Kuman” milletini vücuda getirdiler”.[39] gibi tespitleri burada sunulabilir. Bu durum yeni Türk ulusunun varlığını tarihsel bir çerçeveye oturtmak amacı yanında genel olarak “milletleşme” sürecini de yine tarihsel bir sürecin devamı gibi açıklama çabasının bir ürünü sayılabilir. Gökalp bu yönüyle uluslara tarihsel bir anlam yükleyerek, yıllar sonrasında Benedict Anderson’un ortaya attığı ve bugün konjektürel olarak ulus ve ulusçu düşüncenin eleştirisinde sıklıkla başvurulan “hayali cemaat” tezinin[40] karşısında geleneksel bir açıklama getirir. Ulusların ortaya çıkışı ve oluşumu üzerine dile getirdiği ulusların bugünkü moda deyişle “hayali birer cemaat” olmadıkları, onların tarihsel olarak bir etnik unsurun diğeri üzerinde kurduğu egemenlikle bir “milletleşme” sürecinin ortaya çıktığı teziyle paraleldir. Bu “bir öz halinde ulusun kültürel kozasının merkezine yerleştirilen etnikliğin[41] ulusa renk verdiği” yaklaşımına dayanır. Bu durum, Gökalp’ın, Türk tarihinin geçmişten bugüne olan sürekliliğine bir vurgu olarak değerlendirilebilir.

Zincirin İkinci Halkası Mümtaz Turhan ve Tarih

Mümtaz Turhan, 1908 yılında Erzurum’un bir köyünde doğmuştur. 1916 yılında sekiz yaşındayken Rus işgali sebebiyle ailesiyle Kayseri’ye göç etmiştir. Bu durum Turhan’ın hayatında derin izler bırakması, milletine adanmış bir şahsiyet geliştirmesi bakımından önemli bulunmuştur[42]. O, yıllar sonrasında aynı kaderi paylaşmış bu kuşaktan bir arkadaşının ölümü üzerine yazdığı yazıda “memleket için hizmet etme cehdinde” olmalarını yaşadıkları zorluklar karşısında duydukları azim ve kararlılığa bağlamıştır.[43]

İstanbul Üniversitesi Felsefe Bölümü’nden mezun olan Turhan; Berlin ve Frankfurt’ta psikoloji, Cambridge’te ise sosyal psikoloji alanlarında olmak üzere çift doktora yapmıştır.[44] O, kültür değişmeleri olgusunu, Türk tarihinde Batılılaşma konusunda çalışmış, Türkiye’de sosyal bilimler alanında yeni kavram ve bakış açılarının konuşulmasını, kabul görmesini sağlamıştır. Ona göre Batılılaş(ama)mamızın önündeki asıl sorun “deneme yanılma metodu” ile hareket edilmiş olmasıdır. Bunun yerine “bilim metodunun sağladığı öngörüyle ne yaptığını bilerek ve ne elde edebileceğini hesaplayarak” değişimler gerçekleştirilmeliydi.[45]

Turhan da Gökalp gibi bir tarihçi değildir. Buna rağmen Mümtaz Turhan, Türk tarihçiliğinin Batılılaşma ve değişim sürecimizi anlamak için bugün bile temel başvuru eserlerinden biri olan Kültür Değişmelerini[46]yazmıştır. Bu eserinde Turhan, o zamana kadar yapılmamış bir sınıflama ile Türk Batılılaşma sürecini dönemlere ayırarak Türk toplumunun ve yöneticilerinin değişmeye yönelik bakış açısını irdelemiştir. Turhan’a göre Batılılaşma çabasını üç ana döneme ayırmak mümkündür. O bu durumu şöyle ifade etmiştir:

 

“Münferit kültür unsurlarının şuurlu bir şekilde iktibaslarına başlangıç olarak ilk büyük mağlubiyetlerin acısını en çok ve yakından duyan neslin yaşadığı Lale Devri alınabilir. Buna mukabil Garplılaşmadan, ilk cezri ve mecburi değişmeler kast olunuyorsa onu hiç şüphesiz İkinci Mahmud’la başlatmak icap eder. Bu takdirde Üçüncü Selim zamanı, serbest değişmelerle mecburi değişmeler arasında bir nevi intikal devresi olarak kabul edilmelidir.”[47]

Buna göre Batılaşma için devirler şöyle belirlenebilirdi:[48]

Lale Devri ile başlayan serbest Batılılaşma dönemi. “Cemiyette belli başlı, herhangi bir tahavvül meydana getiremeyen ve mebdei kati olarak tespit olunamayan münferit unsurların ithal edildiği safha ile bunların şuurlu bir şekilde iktibas edildiği safhadan mürekkep serbest değişmeler devri, yani 19. Asra kadar olan devir.”

III. Selim ile II. Mahmut arası serbestten mecburi Batılılaşmaya geçiş “bir intikal devri.”

II. Mahmut ile mecburi batılılaşma döneminin başlaması. “Şümullü ve cezri kültür değişmelerinin ancak mecburi bir şekilde meydana getirilebileceği kanaatinin belirmeye başladığı devir.” Bu kısmı da çeşitli devirlere ayıran Turhan, Batılılaşma sürecini günümüze kadar şöyle bağlar:

-II. Mahmut -1839 Gülhane Hattı Hümayunu (Tanzimat) arası,

-Tanzimat ile 1876 I. Meşrutiyet arası,

-1876 I. Meşrutiyet ile 1908 II. Meşrutiyet arası,

-II. Meşrutiyet 1908 ile 1923 Türkiye Cumhuriyeti arası,

-1923 Türkiye Cumhuriyeti’nden günümüze kadar olan süreç.

Eserinde Turhan, bu dönemlerin her birinin önemli siyasi ve sosyal gelişmelerini verdikten sonra devirlerin her birinin psikolojik tahlillerini de yapmaya çalışmış, bu manada bir nevi zihniyet tarihçiliğinin Türkiye’deki ilk örneklerinden birini vermiştir. Onun Türk Batılılaşma tarihine ilişkin şu tespiti bir zihniyet tarihçisi gibi çalıştığına ilişkin bulgu olarak değerlendirilebilir: “İlkin Garbın varlığını teslimle başlayıp onun üstünlüğünü kabul ile meyleden Osmanlı atitüdü zamanla hayranlığa inkılâp edecek ve bunun sonu da aşağılık duygusu olacaktır.”[49]Turhan bunun nedeni olarak Batı medeniyeti ile aramızdaki esas farkın yüzyılların bir ürünü olan bilim ve bilimsel düşünmeden geldiğini de belirtmiştir.[50] Bunun ise Batılılaşma tarihimizde bir türlü anlaşılamayıp başkaca yol ve yöntemler tercih etmemizle ilişkili olduğu serüvenini açıklaması da kayda değer diğer bir çözümlemesidir.[51]

Kültür Değişmeleri adlı eseri; yapılan tahliller, getirilen bakış açısı yönüyle Türk tarihçilerince de önemsenmesine rağmen, Turhan’ın eserinin yazarken başvurduğu tarih kaynaklarının[52] oldukça sınırlı ve neredeyse hepsinin toplumsal ve kültürel yapıyı ve değişimleri ele alan çalışmalar olması şaşırtıcı değildir. Bu az sayıdaki kaynak arasında üçünün doğrudan edebiyat tarihi olması da ilginçtir. Ancak bu durumu Turhan’ın konuya bir sosyal psikolog olarak yaklaşması yanında, toplumsal değişim ve hareketliliği belirleyen zihni yapıları tespit edebilmenin en iyi yolunun, Sabri Ülgener’de olduğu gibi, “edebî eserler” olduğunu bilmesinde aramak gerekir.

Sosyal değişmeye ilişkin ortaya atılmış iki önemli tezin (tekâmülcülük ve yayılmacılık ya da difüzyon) de eksik ve münakaşalı olduğunu bildiren Turhan’ın bu tezlere yaklaşımı ve getirdiği eleştirilerin, onun tarihe bakışına dair bazı ipuçları verir. Tekâmülcülüğe yönelik olarak oldukça ayrıntılı bir değerlendirme yapmakla birlikte konumuz bağlamında dile getirdiği şu sözler paylaşılmaya değerdir:

 “Birçok sahalarda sosyal değişmelerin aynı istikamette bir hat takip etmekten ziyade, devirden devire tahavvül eden bir gidip gelme şeklinde vukua geldiğini göstermektedir. Onun için tekâmülcülerin tasavvur ettikleri bir tekâmülün izlerini, ne muayyen safhaların birer alameti olmak üzere her kültürde rastlanan bakiyelerde, ne de tabiatüstü kuvvetlerin şekil almış ifadelerinde bulmak mümkündür.”[53]

 “Hakikatte derin görüşlü, ihtiyatlı bir medeniyet tarihçisi; tekâmülün çok girift bir mesele olduğunu, her cemiyetin birbirinden tamamıyla farklı tesirlere maruz kaldığını ve bunlardan en mühiminin komşularıyla olan nev’i şahsına has kültür temaslarından geldiğini bilir”[54]

Bu değerlendirmelerinden hareketle, Turhan’ın, tekâmülcülere kökten katılmadığını söylemek mümkündür. Bu konumuz bağlamında ne anlama gelmektedir?

Bilindiği gibi sosyal değişimlerde tekâmül olduğu iddiasında bulunanlar, bunu tarih alanındaki sarsılmaz bir “ilerleme” düşüncesine dayandırmaktaydılar. Buna göre her toplum mutlak bir biçimde “ilerler”di. Bu zamanla gerçekleşen karşı konulamaz bir gelişmeydi. Turhan’ın burada tarihte mutlak bir “ilerleme” fikrine sıcak bakmadığını çıkarsamak mümkündür. Hatta ona göre “tekâmülcü görüşün (Comte’nin üç hal yasası örneğinde olduğu gibi) 19. Yüzyılın yarısından sonra sosyolojide, iktisatta ve tarih felsefesinde hâkim olması, içtimai, tarihi değişimlerin diğer hususiyetlerini görmeye mani olmuştur.” Turhan bu bakış açısının doğurduğu sorunları ise şöyle sıralar:

 “Bu nazariyenin ilhamı ve tesiriyle tek istikametli bir tekâmülü temin eden tarihi amilleri, temayülleri keşfetmeye uğraşan ilim adamları içtimai hadiselerde kolayca müşahede edilebilen tekerrür, ritm ve devrilik gibi vasıfları ihmal etmişlerdir.”[55]

Hâlbuki tarihsel ve sosyal bir değişmede görülen ritm, devir açısından çeşitli istikametlerde olabileceği gibi hedefsiz de olabilir. Bu ritm, bir süre sonra düzenli periyotlarla tekrar edebilir ya da etmeyebilir. Bunu tek bir biçimde formüle etmek zordur.[56] Ancak Turhan’a göre, bunun zor olmasına rağmen “genel” olanla “çok özel kalan”ı, iki ya da daha çok olay arasındaki ilişkilerde “geçici” ya da “nedensel” olanı bilmek önemlidir.[57] Yani buna göre tarih, sosyal alanda bazı değişmez gerçekliklere ulaşma noktasında incelenmeye değerdir. Ancak salt tarih felsefecilerinin ya da toplum mühendislerinin yaptığı gibi davranmamak gerekir.

Diğer yandan onun “gelenekçilik” ile “geleneksellik” kavramları üzerinden bir tartışma açarak gelenekselliğin, geleceği inşa etmek bağlamında geçmişin birikiminden yararlanma anlamında tercih edilebilir olduğunu belirtmesi, “gelenekçiliğin” ise bir tür “gerilik” olarak eleştirisini yapması önemlidir. Zira bu durum, onun geçmişe körü körüne bir saplantı ile bakmayan, geçmişte yaşamayan bir bakışa sahip olduğunu göstermesi bakımından okunabilir.[58]

Turhan’a göre Türkler çok uzun ve zengin bir medeniyet tarihine sahiptirler. Bundan dolayı Toynbe’nin söylediği şekliyle; Osmanlılar, göçebe bir medeniyet değildir. Kaldı ki İbni Haldun’dan mülhem bu görüşe göre medeni olan Osmanlıların bedevilerce yıkılması da gerekirdi. Oysa bu böyle olmamıştır. Selçukludan başlayan süreç Osmanlı ile devam etmiştir.[59] Bu durum da Türk tarihinde bir sürekliliğin varlığı Turhan tarafından savunulur. Turhan’ın bu yaklaşımı, Gökalp’tan gelen ve Gökalp’ın de dile getirdiği ve vurguladığı tarihsel gerçeklik olarak algılanması Turhan-Gökalp arasında tarihe bakış bağlamında bir kesişmeye işaret eder.

Zincirin Son Halkası Olarak Erol Güngör ve Tarih

Atatürk’ün öldüğü yıl (1938) Kırşehir'de doğan Güngör, ilk ve orta öğrenimini burada tamamladı. Küçük yaşlarda dedesinden dini dersler aldı. İ.Ü. Hukuk Fakültesi'nde bir süre okuduktan sonra İ.Ü. Edebiyat Fakültesi'ne geçerek Felsefe Bölümü'nü bitirdi. Mümtaz Turhan'ın yanında sosyal psikoloji asistanı oldu. 1965'te doktorasını verdi. İki yıl ABD'de Colorado Üniversitesi'nde araştırmalar yaptı. 1982'de Konya Selçuk Üniversitesi Rektörü iken vefat etti.

Çağdaş bir Türk millî kültürünün kurulmasında katkıda bulunabilmek için zihninin ve zamanının bütün imkânlarını feda eden Erol Güngör, çağdaşı ve arkadaşı Yılmaz Özakpınar’a göre müstesna bir zihnî terkipti. Özakpınar’ın deyişi ile “Onda Ahmet Hamdi Tanpınar’ın sanatkâr ruhu, Yahya Kemal Beyatlı’nın tarih duygusu, Mümtaz Turhan’ın ilim zihniyeti ve Anadolu velilerinin ilhamı vardı.”[60]

Erol Güngör, sosyal psikoloji alanında çalışmış bir akademisyen olmasına rağmen Gökalp ve Turhan gibi o da tarihe, özellikle de Türk tarihine büyük ilgi göstermiş, bunu çalışmalarına temel olarak almıştır. Ancak onun tarihle ilişkisinin hem Gökalp’tan hem de Turhan’dan daha fazla ve biraz da farklı olduğunu söylemek mümkündür. Örneğin Güngör, tarihçi olmamasına rağmen tarihçilerin de önemseyeceği düzeyde Tarihte Türkler gibi bir eseri ortaya koyabilecek kadar tarih bilgisi ve geniş bir bakış açısına sahiptir. Bu yüzden onun çalışmalarında tarih anlayışı ve düşüncesine ilişkin görüşlerinin izini sürmek için zengin bir malzeme vardır. Zira Güngör’ün çalışmalarında tarihi; ya Batılılaşma sürecinde Türk toplumunun kültürü hakkında tespit ve değerlendirmeler sunarken ya da tarih kavramı, tarihin sosyal anlamda değeri, tarihin nasıl ele alınması gerektiği konularını doğrudan ele alırken görmek mümkündür. Bunun için çalışmamız bağlamında öncelikle sorulması gerekenler, “Erol Güngör’ün tarih kavramından neyi anladığı ve tarihin amacını nasıl ele aldığı?” olmalıdır.

Güngör’e göre genel olarak tarih; “günümüzün problemlerini çözmek isterken geçmiş örnekler hakkında yaptığımız yorumdur.”[61] Burada günümüz vurgusunun taşıdığı öneme dikkat çekmek gerekir ki ifadenin herhalde pragmatik çağrışımlar yapması yanında onun sosyal psikoloji alanında çalışmasıyla alakalıdır. Ona göre, tarihle ilgilenilmesinin şimdiye dek iki ana sebebi olmuştur: Bunlardan birincisi “yaşanmakta olan hayatı geçmişle temellendirmek suretiyle ona bir meşruluk kazandır­mak, bir mana vermekti. Bu yüzden yakın zamanlara kadar yazılan tarihlerin pek çoğu hanedanların tarihi olmuştur.” İkincisi ise “geçmişe bakarak gelecek hakkında kehanette bulunmak, "kader"in neden iba­ret olduğunu anlamaktı. Eski tarihlerde çok defa bu iki maksat bir arada bulunurdu.”[62]

Güngör’e göre “tarihin malzemesi geçmiş olaylardır. Bugün tarihten, daha çok yoruma açık olayların objektif bir şekilde tespiti anlaşılmaktadır. Bu anlamda tarih, sosyal bilimlerden biridir.”[63] Ancak, ona göre tarih bir mekanik olay topla­ma hareketinden ibaret değil, aksine bu olay­ların birer yorumla birlikte ele alındığı bir çalışma alanıdır. Burada tarihsel bilgi-yorum gerekirliğine dikkat çekmesi kadar tarihsel bilginin ortaya çıkarılmasının da bir yorum yani seçme işi olduğunun farkında olması da kayda değer diğer bir konudur. Bu durumu “Hatta araştırılacak olayların -diğer yüzlerce, binlerce örnek arasından- se­çilmesi bile belli bir yorumun sonucudur. Ama bu yo­rumlar olaylara empoze edilmiş birer "kader"in gö­rüntüleri olarak sunulmaz”[64] şeklinde belirtmiştir. Bununla Güngör, bugün bile pek çok tarihçinin -kabul ettiği takdirde yaptığı işin kıymetinin düşeceğine inandığı için- kabul etmek istemediği “naif gerçeği” apaçık dile getirmiştir. Ama bunu dile getirmekteki amacının tarihin bilimlik değerini düşürmek ya da bir anlamda yapılan işi anlamsızlaştırmak olmadığını hemen söylemek gerekir.  Buradan hareketle Güngör’ün, tarihsel bilginin oluşumunda tercih ve yorumların rolünün fark etmesi yanında, yorum sürecinin yukarıdaki tespitte dile getirdiği gibi “kaderci” bir bakışla ortaya çıkmaması gerektiğini de adeta şart koştuğu söylenebilir. Bu yönüyle tarih felsefecileri ve toplum mühendislerinden ayrılmaktadır.

Erol Güngör “tarihe ilginin arttığı çağlarda genellikle cemiyetin süratli değişme içine girdiği, yani düşüş ve çıkışların çoğaldığı zamanlar” olduğunu bildirmiştir. Bununla tarihe duyulan ilginin kaynağını da açıklamış olmaktadır. Ona göre “özellikle sosyal değişmenin önemli sıkıntılara yol açtı­ğı zamanlarda tarih, yeni bir cemiyet tipinin kaynağı haline gelir; insanlar o günkü buhrandan çıkış yolunu tarihin içinde ararlar.”[65] Bu anlamda  “Geçmişe hasretle bakmanın asıl sebebi, insanla­rın kaçıp sığınacak bir yer aramak değil, fakat daha iyi bir dünya kurmak istemeleridir.”[66] Güngör burada birinci iddia olan “insanla­rın kaçıp sığınacak bir yer arama” sebebini bilinçli bir biçimde reddeder gibidir. Çünkü o geçmişe sığınmak ve onu her halükarda bugüne taşımaya çalışma fikrine karşıdır.[67]

Güngör, tarihin nasıl bir ilgi merkezi olduğu konusuna şu sözleri ile devam eder:

 “Mazinin hangi dev­rinde o kıymetler en yüksek mevkide ise o devre has­ret çekiyoruz. Hiçbir Müslüman’ın İslâm'dan önceki cahiliye devrini İslâm'dan sonraki fetret dönemlerini özlediği görülmemiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nda Kanuni devri her şeyin en iyi oldu­ğu devir olarak bilinirdi; bütün ıslahat teşebbüslerinin arkasında devleti  "Gazi Süleyman Han" zamanındaki şan ve şevkete kavuşturmak arzusu yatardı. İlk defa Tanzimat’tan sonradır ki Türk münevveri altın çağı "bugün" içinde, yani yaşayan Avrupa devletlerinde görmeye başladı. "Çağdaş uygarlık düzeyi" denen ve en az ikisi Türkçe olmayan şu üç kelimenin manası, her iyi ve güzel şeyin bugünkü Batı dünyasında bulun­duğudur.”[68]

Güngör, tarihe yönelişin analizini yaparken aynı zamanda toplumsal değerler ve algılayışın geçmişle ilişkisini nasıl belirlediğini de anlatır. Ona göre değerlerimizden kaynaklı tarihle ilgilenişimizin kuvvet ya da zaaf kaynağı şeklinde iki sonucu olabilir: Bu bağlamda “İnkılâpçılarımız nefret ettikle­ri bir tarihten kalan her şeyi hakir görerek atarken, ge­lenekçilerimiz o tarihten kalan şeyleri kılına zarar ver­meden devam ettirmeyi düşünmeleri” halihazırda bir örnektir. Güngör’e göre bunların ikisi de yanlıştır.[69] Çünkü “Geçmişten istediğimiz her şeyi alıp bugüne aktarma­mız kafamızda kolay görünse bile gerçekte imkânsız­dır.”[70] O halde tarihle ilgilenmek gereksiz bir uğraş mıdır? Tarih gereksiz bir uğraş değil, bilakis özellikle ilgilenilmesi gereken bir çalışma alanıdır. Çünkü ona göre tarih, milli şahsiyetle doğrudan ilişkilidir. Örneğin tarih aracılığıyla “dün olduğumuz gibi, yarın da büyük olabileceğimizi düşünebiliriz. Bi­ze böyle bir şahsiyet sağlayan geçmişimizi tebcil et­mekten, ona bağlılık ve saygı duymaktan daha tabii ne olabilir?”[71]

Güngör, Türkiye’de tarihe yönelik bu derece ifrat ve tefrit arasında sayılabilecek bakışı belirleyen sürecin Batılılaşma olduğunun farkındadır. Bu süreçte “bazıları tarih araştırmalarının sonunda "kötü" şeyler çıkabileceği kanaatine sahip oldukları için tarihin saklanmasına çalışmıştır.” Bu da tarihin bir kısmının dikkate alınması, bir kısmının görmezlikten gelinmesini beraberinde getirmiştir. Tarihin bir kısmıyla ilgilenenleri “korkutan, geçmişe duyulan hayranlığın Türkiye'yi eski rejime götürebileceğidir.” Oysa bu beyhude bir korkudur. Bu korkunun kökeninde “Türki­ye'nin en az üç radikal siyasî değişme geçirmiş olması var­dır.” İkinci Meşrutiyetçiler kendi meşruiyetlerini oluşturmak için Abdülhamit rejimini kötü olarak göstermişler, bu devir hak­kında olumlu kanaate yol açabilecek hiçbir şeyi hoş görmemişlerdir. Aynı biçimde yeni bir rejim olan Cumhuriyet de benzer bir hassasiyet ile “eskiye açılan bütün pencerelerin kapatılması gerektiğini düşünmüştür.” Güngör’e göre o “devrin şartlarını hesaba katanların bu dikkati makul görebilirler, fakat Cumhuriyetin altmı­şıncı yılında (1983) bu türlü değerlendirmelerin yeri olmamalıdır.”[72] Güngör, tarihin ilkelerini çok iyi bilen bir sosyal bilimci olarak bu durumun objektif tarih çalışmaları için büyük engel olduğunu açıklarken, bilimsel tavrını açıkça ortaya koymuştur. Geçmişi bütün olarak ele almak gerektiğini belirten Güngör, biraz ironik bir biçimde bu durumu şöyle anlatır:

 “Geç­mişimizde hoşumuza giden şeyler -davranışlar, mües­seseler- gördükçe bunları tek tek güzel buluyor ve on­lara yine sahip olmak istiyoruz. Fakat bütün bu tek tek güzel olan şeylerin ancak belli bir bütün içinde mana ifade ettiğini, ait olduğu bütünden çıkarıldığı zaman cansız ve ruhsuz kalacağını unutuyoruz.” “Bu tıpkı Bilge Kağan'ın bilgeliğini, Alp Aslan'ın kılıcını, Mevlâna’nın kafasını, Yunus'un kalbini, Yıldırım'ın cesaretini, Sinan'ın sanatını, Kanuni'nin haşme­tini, Fuzuli'nin dilini, Dördüncü Murad'ın otoritesini, Kâtip Çelebi'nin ilmini, Abdülhamid'in zekâ ve dira­yetini ilh. toplayıp bunlardan bir adam inşa etmek ve ona şapka giydirerek yirminci asrın ikinci yarısında Zeytinburnu'ndan yaşatmaya benzer”[73]

Güngör’e göre tarihle ilgilenmemizin diğer nedenleri ise tarihten ibret almaktır. “Bu vazgeçilmez bir insan düşüncesidir. Sosyal hayatın, kişisel tecrübeleri aşan bir tarihi olduğunu vurgulayan Güngör; bu yüzden daha iyi bir perspektif kazanmak iste­yenler, kendi tecrübelerinin sınırlarını aşıp daha geri­ye gitmek, "tarihe eğilmek" zorundadırlar.”[74]

İnsanların tarihe ilgisinin diğer nedeni ise “soylarını araştırarak şahsiyetlerine dayanak oluşturmaktır”. Bu durum zannedildiği gibi sadece aristokrat ailelerde değil, tüm insanlarda mevcuttur. Güngör bu psiko-sosyal ihtiyacın sonucu olarak, milliyetçilik hareketleri ile birlikte millî tarih anlayışının geliştiğini belirtmiştir. Bunu da şu şekilde açıklamıştır: “İnsan nasıl aile kökünü bulduğu zaman kendini belli ve bağımsız bir hüviyete sahip olarak görürse, milletler de millî tarihlerinin eseri olarak kendilerinin bağımsız olduklarını id­rak etmektedirler. Milliyetçiliğin doğuşu bir bakıma millî tarihin doğuşu demektir.”[75] Ancak Güngör, milli tarihlerin her zaman objektif bir biçimde gerçekleşmediğinden dem vurarak bazen efsanelerin de bu süreçte benzer bir fonksiyon gö­rdüğünü belirtmiştir. Ona göre bu durum tarihi bilimsellikten uzaklaştırsa da “millî bir sosyal nizamı meşru ve haklı göstermek gibi bir gaye taşımışlardır.[76] Devamında milliyetçilik ve tarih arasındaki bağı şöyle tasvir etmiştir:

“Millet ile tarih arasındaki ilişki milliyetçilik için iki bakımdan önem taşır. Birincisi, tarihin millet ha­yatında objektif bir önemi vardır. Fakat tarihin millet için asıl büyük önemi sübjektif manadadır. Bir milletin insanları çok eskilere dayanan ortak bir tarih içinden gelmiş olmasalar bile, kendileri­ni ortak bir tarihe sahip görebilirler. Biz bu manada millet-tarih ilişkisine "tarih şuuru" diyoruz. Tarih şuuru, millet fertlerinin kendi tarihleri hakkındaki düşünce­leridir. Bu düşünce bazen gerçek tarihe uygun olabilir, bazen olmayabilir. Fakat millet fertlerinin millî şuur sahibi olmaları gerçek tarih ortaklığından daha çok bu tarih şuurunun herkeste veya büyük çoğunlukta bu­lunmasına bağlıdır. Bu yüzden tarih şuuru, tarih birli­ğinden ve eskiliğinden daha önemlidir.[77]

 

 

 

Güngör bu sözleri yukarıda dile getirdiğimiz Renan’ın uluslaşma sürecinde tarihin rolüne ilişkin düşünceleriyle paraleldir. O millet hayatında tarihsel bakış açılarındaki birliğin önemini hatırlatmakta, tarih şuurunu bu çerçevede değerlendirmektedir. Bu noktada devreye tarihi yorumlama işi girmektedir. Çünkü tarihi yorumlamak bilmek kadar önemlidir. Tarih yorumunun aslında kaçınılmaz bir şey olduğunu belirten Güngör, tarihi sadece ilim adamları, sadece filo­zoflar ve mütefekkirler değil, halk yığınları da yorumladığını belirterek bunun gerekliliğini belirterek bu yorumların dışında tarih bilgisi­nin hiçbir kıymeti olmadığını söylemiştir.[78] Ona göre millî tarih şuuru, basit bir tarih bilgisinden ziyade “bil­gi ile birlikte ve belki ondan daha çok duygu manasında anlaşılmalıdır”. Bunu toplumun geçmişi ve şahsiyeti arasındaki ilişki bakımından şöyle açıklar: “Kendi geçmişimiz nasıl bizim şahsiyetimizin temelini teşkil ediyorsa, milletimizin geçmişi de milletimizle birlikte hepimizin malıdır. Bu geçmişin içinde her şey övünülecek mahiyette olmaya­bilir, belki insanı utandırıcı şeyler de bulunur; ama he­pimizin özel geçmişinde bu türlü utançlar yok mudur?”[79] Bu çözümleme gerçekçi bir milliyetçi aydın refleksi olarak değerlendirilmelidir.

Güngör tarihe bütün olarak değil de “tarihte ayıklamacı bir yaklaşımın” örneği olarak Kemalistleri değerlendirir. Onlar, kendi “millilik ölçülerine” göre, “Tarih içinde millî olmayan her şeye karşı aleyhte bir tavır takındılar. O kadar ki, Türk tarihinin İslâm medeniyeti içindeki gelişmesi adeta uzun bir kâbus gibi gösterildi. Üstelik Cumhuriyet inkılâpçılarının Osmanlı Saltanatına karşı çıkarak bir varlık kazanmaları onların genellikle İslâm tarihine olduğu kadar, Osmanlı tarihine de karşı çıkmalarına, bu devreyi adeta Türk tarihi içinden atmalarına yol açtı. Hâlbuki Türk milleti için asıl tarih, yani eserleriyle ve hatıralarıyla canlı bir şekilde yaşayan tarih, Osmanlı Tarihi idi.”[80] “Cumhuriyetçiler millî tarihin başlangıcı olarak İstiklâl Savaşını kabul ettiler; Türk Milletinin bu savaşla birlikte doğan yepyeni bir millet olduğunu söylediler.” “Bu hâl-i hazırın bir tarihi olmalıydı: Cumhuriyet Türklerinin eski bir millet olduğunu, tarihin derinliklerinden geldiklerini ve gelecekte sonsuza doğru akıp gideceklerini gösteren bir tarih. Bu tarih Osmanlı tarihi olamazdı. Osmanlı tarihi ya yokmuş gibi davranılacak yahut çok daha geniş bir tarih içinde onun önemi adeta hiçe indirilecekti.”[81] Böylece Türkiye'de “bugün içinde bulunduğumuz millî tarih buhranının temelleri” atılmış oldu.[82]

O, bu sözleri ile 1932’de Türk Tarih Tetkik Cemiyeti’nin ortaya attığı ve devlet olarak desteklenen Türk Tarih Tezi’ni kastetmiştir. Tezin, Türk tarihini eski ve köklü göstermek için özellikle Mezopotamya, Mısır, Anadolu medeniyetlerinin de Türk olduğunu ispatını gereksiz ve hatalı bulmuştur.[83] Güngör’e göre, burada amaç “Anadolu'yu, yani şimdiki vatanımızı tarih-öncesinden beri bir Türk ülkesi olarak göstermek ve böylece bizi burada işgalci-istilâcı sayan zihniyete karşılık vermek; Türklerin en eski ve en medenî kavim olduğunu söylemek”[84] olsa da maksadına ulaşamamıştır. Çünkü objektif olmayan hiçbir tarih tezi geçerlilik kazanamazdı. O bu durumu “bugün gençlerimizin bir kısmında Türk tarihine karşı görülen ilgisizliğin veya karşı çıkışın başlıca sebeplerinden biri”[85] olarak değerlendirmiştir. Oysa tarihimiz ne kadar doğru öğretilirse bu konudaki başarı da o seviyede artacaktır. Güngör’e göre bunun yerine objektif tarih bilgisi yanında subjektif bir tarih anlayışını birbirine yakınlaştırmak iyi sonuçlar verecektir.[86] Bunun yollarından biri de tarihi romanlardır. Güngör’e göre tarihi yorumlama araçlarından biri olarak “Tarihî romanlar yazılması zor olmakla birlikte tarih ki­taplarında, çeşitli sebepler yüzünden parçalanmış bir şe­kilde verilen gerçekliği bütün olarak kavramamıza katkı sağlayabilir. Romancı, insanı topyekûn anlattığı için bize tarihçiden daha yakındır.[87]

 

Günümüzde objektif tarih araştırmasının ideolojik bölünme nedeniyle yapılamadığından bahseden Güngör,bu bölünme­nin hem sebepleri, hem sonuçları arasında sayılabileceğini bildirmiştir.[88] “Objektif araştırmaların yapılması sübjektif ideolojik tarih yorumlarını hiçbir zaman önlemez” görüşünü kabul eden Güngör bunun yerine farklı fikirlere de saygı duyulması gerektiğini anlatmıştır. Bu durum Güngör’ün nasıl bir akademik özgürlük taraflısı olduğunun apaçık göstergesidir. O çağdaş bir yaklaşımla, tarihçilerin genelinde olan bir olayın tarih araştırmalarına konu olabilmesi için 50 yıl geçmesinin gerektiğine ilişkin yanlış inancı da şöyle eleştirir:

 “Böyle bir tarihin pek çok yanlışlar ve eksikler taşıması ihtimalinden dolayıdır. Bu hiçbir zaman elli yıl içinde araştırma hürriyetini engellemez. Yanlış ve eksiklerin en önemlisi ise hadiseye karışan şahısların hayatta bulunmasıdır. Bu şahıslar hayatta ve iktidarda ise sadece onları övmeye vesile olacak tarihler yazılabilir. Hakikatten kötülük çıkacağını düşünmek için ya sahtekâr ya geri zekâlı olmak gerekir.”[89]

Güngör bu çerçevede Turhan’ın “gelenekçi” olarak tanımlayarak eleştirdiği davranış kalıplarının bir versiyonu olan tarihsel öğelerin şimdi de aynen yaşatılmaya çalışılmasını üzüntü ile karşıladığını bildirir. Ona göre“Atalarımızın kültürü milletimizin çocukluk çağını temsil eder; biz o çocukluk çağında sahip olduklarımızı yüzyıllarca geliştirdikten sonra olgun bir millet haline geldik. Eğer bugün de memleketimizin şurasında-burasında önceki halini muhafaza eden insanlarımız varsa, onların hali bizim için örnek değil, fakat üzüntü sebebi olmalıdır.”[90] Gerçekçi bir milliyetçi aydın olarak Güngör’ün “milletin çocukluk çağlarına mahsus” dediği kültürel unsurlar bahsini bugün, evlerinde şark odaları tasarlayarak, ya da olmadık eski kültür unsurlarını yaşam alanlarında olmadık yerlerde paylaşarak “geleneği” yaşattığını düşünenleri anlamak yanında, tarihsel bakış açısı itibariyle “Türklüğü” sadece Orta Asya tarihi çerçevesinde anlamlandırma alışkanlıklarına yönelik bir uyarı olarak da düşünmek mümkündür.

Erol Güngör, tarihte ele alınan olay, dönem ve kişilerle ilgili abartılı değerlendirmelere de karşıdır. Onun ifadeleri ile "bir devre adını veren", "bir çağa damgasını basan", "devir değiştiren" gibi ifadeler, birer tasvir sıfatı olarak çok kullanışlı olmasına rağmen,  yanlış bir tarih görüşünü gösterir. “Bu yanlışlık çok defa kendi şahsî motiflerimizi başkalarına da yakıştırmaktan ileri gelmektedir.[91] Böylesine yüceltici kalıplarla sağlıklı bir tarih değerlendirmesi yapmamanın mümkün olamayacağı düşünen Güngör’ün bilim adamı kimliğini burada hatırlamakta yarar vardır.

Batılılaşma mücadelemizin yanlışlığını ortaya koyan Turhan’ın da dile getirdiği Batı karşısında duyulan toplumsal kompleksin tarih aracılığı ile aşılabileceğini düşünen Güngör’e göre “yeryüzünde tarihin en büyük, en yüce devletini (Osmanlı’yı) kurmuş bir milletin kendisinden daha başka örnekler aramaya ihtiyacı yoktur.”[92] Güngör bunun anlamını şöyle açıklar:

 “Kurduğumuz bütün devletler Beethoven'in ilk sekiz senfonisi gibi hepsi birbirinden güzel eserler olmuştur. Fakat Dokuzuncu senfoniyi dinleyen bir insan nasıl bütün diğerlerinin müzik tarihindeki en büyük eser için hazırlık gibi olduğu intibaını alırsa, Osmanlı İmparatorluğunu anlayan bir insan da bizim bütün devletlerimizin bu imparatorluk istikametinde birer ön çalışma gibi olduğunu görecektir. Teşkilâtçılık, idarecilik, hakimiyet duygusu, adalet ve şefkat, vakar, yiğitlik, fedakârlık ve feragat, manevî derinlik gibi kültürümüzün bütün mümeyyiz vasıfları hiçbir zaman bu devirdeki kadar işlenmiş ve geliştirilmiş değildir.”[93]

Güngör, Osmanlı’nın büyüklüğünün Dokuzuncu Senfoni örneğinde olduğu gibi bir birikim ve devamlılık sonucu olduğunu söyleyerek şöyle devam eder: “Nasıl bugünkü Türkler Alparslan'la birlikte ve ondan sonra Anadolu'ya, daha sonra da Rumeli'ye gelen Oğuzların torunları ise Osmanlı Devleti de Selçuk oğlu Tuğrul ve Çağrı Beylerin kurduğu devletin bir devamı olmuştur. Fakat bu devamlılıktaki sırrı iyi kavramak gerekir. Ona göre Osmanlıların siyasî dehası olmasaydı belki o da diğer Türk devletleri gibi bir kişi ömrünce hüküm sürdükten sonra dağılıp gidecekti. Ancak Osmanlılarda birlik hükümdarların şahıslarına bağlı kalmamış, kurumsallaşmıştır.[94]

Sonuç Yerine

Türk milliyetçiliğinin yüzyılına fikirleriyle damgasını vurmuş üç abide isim olan Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Erol Güngör çizgisinde Türk Milliyetçiliğinin tarih görüşünün tekâmülünü ele almaya yönelik bir deneme yapmaya çalıştığımız bu çalışmamızda karşılaştırma adına şunlar söylenebilir:

Ziya Gökalp’te “şen’i” (pragmatik) olarak adlandırılan “bilimsel tarih” ile “milli tarih” ayrımının, millet hayatındaki etkisi bakımından Erol Güngör’de “objektif tarih”, “sübjektif tarih” şekline dönüştüğü söylenebilir. Yaklaşık aynı anlamlara gelen şen’i ile objektif ve milli ile sübjektif tarih ayrımında benzer kaygıların olduğu görülür. Buna göre şen’i yani objektif tarih bilimlik araştırmalar yapar, milli yani sübjektif tarih ise milli bir bilinç uyandırmak için gereklidir. Burada milli tarih daha çok okullarda formel eğitimin bir parçası olarak tasarlanmışken, sübjektif tarihte formel bir anlamdan çok millet yaşantısına katkı sağlayabilme yönüyle biraz daha yaygın haldedir.

Her üç sosyal bilimcinin de öncelikle tarihin milli yönüne dikkat çekerek, ona millet hayatı için anlam yükledikleri görülür. Gökalp’ın tarihle ilgilenmesi daha çok Türkçü tezlerini ve mefkûresini tarihsel anlamda desteklemek için iken, bu durum Güngör’de benzer saiklerle ve farklı bir tarzda hayat bulmuştur. Güngör, özellikle milli tarihin milliyetçiliğimizin anlaşılması için gerekli olduğunu, bunun kişisel tarihimizle şahsiyetimizi kazanmamız gibi, tarihle millet şahsiyetinin de belirdiğini bildirmiştir.

Yine her üç sosyal bilimci de tarihin bilimsel yapılması için objektifliği bir zorunluluk olarak sunmuştur. Bunu, Gökalp zamanında zirvesini yaşayan ve sosyal bilimlerden sosyoloji alanında kendini daha çok hissettiren pozitivizmin baskın bir düşünce olmasına bağlamak mümkündür. Daha sonraki dönemlerde pozitivizmin baskın bakış açısı zayıflasa da –bunu hem Turhan’ın hem de özellikle Güngör’ün yorumlarında ve yaklaşımlarında görmek mümkündür- objektivizmin kendini devam ettirdiği söylenebilir.

Tarihe yaklaşım bakımından her üç sosyal bilimcinin de pragmatist davrandıkları görülmüştür. Onlara göre tarih, araştırılmasından çok sosyal meselelerin çözümünde oynadıkları/oynayacakları roller açısından kıymet kazanan bir durumdadır.

Türk tarihinin eskiliği, yüceliği konusunda her üç sosyal bilimcinin de hemfikir olduğu söylenebilir. Her üç akademisyenin de milliyetçi teorisyen olduğu düşünülürse bu durum şaşırtıcı değildir. Türk tarihinin eskiliği ve bütünlüğüne ilişkin kaygının yine üçünde de yer aldığı görülür. Bu yönüyle özellikle Gökalp ve Güngör’ün, Cumhuriyetin döneminde ortaya atılan Türk Tarih Tezinde dile getirilenden uzak bir milli tarih anlayışında oldukları açıktır. Onlar Türk tarihinin bir bütün olarak ele alınması görüşleri ile Kemalist tarih tezinin; Türk tarihini kısmi ele alışı, geçerliliği, bilimselliği olmayan kökenlere bağlama çabasından uzak durdukları açıktır.

Her üç sosyal bilimci de sosyoloji alanıyla doğrudan ilgilendikleri için Türk toplumunun batılılaşma sürecini tahlil ve ortaya çıkan sorunları teşhis etmeye çalışmışlardır. İlk Gökalp’ın fark ettiği, Turhan’ın büyük tarihsel tahlili ile ortaya koyduğu Batılılaşmanın bir “zihniyet” sorunu olduğu, burada alınması gereken zihniyetin de bilim olduğu gerçeğini Güngör pekiştirmiştir. Özellikle Turhan’ın Türk Batılılaşma sürecine bağlı olarak tespit ettiği Türk toplumunun/aydınının aşağılık kompleksine sahip olduğu olgusunu Güngör de vurgulayarak, çözüm sunduğu görülmüştür. Güngör’e göre bu kompleksten kurtulmanın çözümü milli tarihtedir.

Yaşadıkları dönem bakımından üç sosyal bilimcinin de farklı bir takım imkânlara ve farklı ruh ve kişilik hallerine sahip oldukları vakidir. Bunu Gökalp ile Güngör arasında zamansal bir geçiş sürecinde bulunan Turhan dışında diğer ikisinin, fikir ve yaklaşımlarında belirgin bir biçimde görmek mümkündür. Gökalp, Türk tarihini Orta Asya devletleri olan Hunlar ve Göktürkleri ağırlıklı ele alıp, daha çok Proto-Türklerin kültürü üzerinde dururken, Güngör için Türk tarihi demek “Osmanlı tarihi” demekti. Bu durumu aynı zamanda konjonktürel gelişmelerin bir sonucu olarak okumak mümkündür. Hatta Güngör, Kemalist tarih anlayışının İslam ve Osmanlı’ya getirdiği “redd-i miras”ı eleştirerek, o gün için rejim tehlikesi olarak görülen aksi anlayışın daha sonrasında (1983) gereksiz bir korku olduğunun altını çizmiştir. Bunu, konuya dair gösterdiği kişisel cesaret ve basiretin yanı sıra, Güngör’ün yüksek olan öz-güveni, daha da önemlisi gerçekçi ve bilim adamlığı sıfatından dolayı hakikate bağlı değerlendirmeler yapma vasfı olarak görmek gerekir. Çünkü o, yeniden belirtelim ki hakikat konusunda çok duyarlıdır. Sözlerimizi Güngör’ün hakikate ilişkin bu değerli sözünü tekrarlayarak tamamlamış olalım: “Hakikatten kötülük çıkacağını düşünmek için ya sahtekâr ya geri zekâlı olmak gerekir.”[95]

Kaynakça

Akça, Gürsoy, “Postmodernite ve Ulus Devlet”,  AKU Sosyal Bilimler Dergisi, C. VII, S.2. s.232-257.

Akder, Necati. “Ziya Gökalp’de Tarih Anlayışının Felsefi Temelleri, Ziya Gökalp’in Tarih Anlayışı I”, Türk Kültürü, 1963, S.12, s.5-19.

Akder, Necati. “Ziya Gökalp’ın Tarih Anlayışı Açısından Atatürk İnkılabı ve Değerlendirme Buhranı- Ziya Gökalp’in Tarih Anlayışı II”, Türk Kültürü, 1963, S. 13, s.13-49.

Anderson, Benedict. Hayalî Cemaatler. Çev. İskender Savaşır. Metis Yayınları, İstanbul, 1995.

Copeaux, Etienne. Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, (2. Baskı), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2000.

Gökalp, Ziya. “Tarih ve Kavmiyet”, Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s.213.

Gökalp, Ziya. “Tarih İlim mi Sanat mı?” Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982,s.195-196.

Gökalp, Ziya. “Tarihte Usul”, Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s.197.

Gökalp, Ziya. “Tarih Usulünde Şahitler”, Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s.201.

Gökalp, Ziya. “Tarih Usulünde Ananeler”, Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s.203-205.

Gökalp, Ziya. “Tarih İlim mi Sanat mı?” Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s.196.

Gökalp, Ziya. “Tarih ve Kavmiyet”, Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s.213.

Gökalp, Ziya. “Milletimizin Tarihi Nereden Başlar”, Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s.216-217.

Gürsoy, Şahin; Çapçıoğlu, İhsan. “Bir Türk Düşünürü Olarak Ziya Gökalp: Hayatı, Kişiliği ve Düşünce Yapısı Üzerine Bir İnceleme”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 47 Sayı: 2. 2006, s.90-93. online: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/59/561.pdf.

Güngör, Erol. Türk Kültürü ve Milliyetçilik, (19.baskı) Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1975.

Güngör, Erol. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, (14.baskı) Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1980.

Güngör, Erol. Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik, (11.baskı), Ötüken Yayınevi, İstanbul 1982.

Kafesoğlu, İbrahim. “Ziya Gökalp’te Tarihçilik”, Ziya Gökalp İçin Yazılanlar, Söylenenler içinde, Hazırlayan: Şevket Beysanoğlu, (4. Baskı), Neyir Matbaası, Ankara, 1984.

İbrahim Kafesoğlu. “Ziya Gökalp’te Tarihçilik”, Belleten, C.XLVIII, S.198-190, 1984, s.241-248.

Oral, Mustafa. “Çağdaşları Tarafından Ziya Gökalp’in Eleştirisi”, ÇTTAD, Cilt. V, Sayı.12, 2006, s. 21-34.

Öz, Mehmet. “Mümtaz Turhan, Milletleşme Sürecimiz ve Tarih Bilinci”, Aramızdan Ayrılışının 40. Yılında Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sempozyumu, (02-03 Kasım 2009), Gazi Üniversitesi Rektörlüğü, Ankara, 2009, s.109-117.

Ötüken Yayınevi. “Erol Güngör Biyografisi”, 08 Eylül 2010, http://www.otuken.com.tr.

Özakpınar, Yılmaz. Mümtaz Turhan, Alternatif Yayınları, Ankara, 2002.

Parla, Taha. Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türiye’de Korporatizm, (5. Baskı), İletişim Yayınları, İstanbul, 2005.

Sezer, Baykal. Sosyoloji de Yöntem Tartışmaları, Sümer Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1993.

Soy, H. Bayram. “Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar”, Bilig Sayı:30, 2004, s.173-202.

Turhan, Mümtaz. Kültür Değişmeleri, (3. Baskı), Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları Vakfı, 1997, İstanbul.

 [1] Soy, H. Bayram. “Arap Milliyetçiliği: Ortaya Çıkışından 1918’e Kadar”, Bilig Sayı:30, 2004, s.176.

 [2] Fransız tarihçi Cahun'ün “Asya Tarihine Giriş: Türkler ve Moğollar” adlı eserinin 1896 yılında Necip Asım tarafından yapılan Türkçeye çevrilmesi, Türkçü hareketin başlangıç noktalarından biri olarak kabul edilmiştir.

[3] Taha Parla, Ziya Gökalp, Kemalizm ve Türkiye’de Korporatizm, (5. Baskı), İletişim Yayınları, İstanbul, 2005, s.18.

 [4] Parla, a.g.e. s.18.

 [5] Etienne Copeaux. Tarih Ders Kitaplarında (1931-1993) Türk Tarih Tezinden Türk İslam Sentezine, (2. Baskı), Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2000, s.27.

 [6] Parla, a.g.e. s.50.

 [7] Şahin Gürsoy ve İhsan Çapçıoğlu. “Bir Türk Düşünürü Olarak Ziya Gökalp: Hayatı, Kişiliği ve Düşünce Yapısı Üzerine Bir İnceleme”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Cilt: 47 Sayı: 2. 2006, s.90-93. online: http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/37/59/561.pdf.

 [8] Parla, a.g.e. s.56.

 [9] İbrahim Kafesoğlu, “Ziya Gökalp’te Tarihçilik”, Belleten, C.XLVIII, S.198-190, 1984, s.241.

 [10] İbrahim Kafesoğlu, “Ziya Gökalp’te Tarihçilik”, Ziya Gökalp İçin Yazılanlar, Söylenenler içinde, Hazırlayan: Şevket Beysanoğlu, (4. Baskı), Neyir Matbaası, Ankara, 1984, s.280.

 [11] Baykal Sezer, Sosyoloji de Yöntem Tartışmaları, Sümer Kitabevi yayınları, İstanbul, 1993, s.23.

 [12] Gökalp’in eski Türk ailesinin tarihine ilişkin fikirleri tasavvurîdir. Eski Türk dinine ilişkin görüşlerini de gerçekle bağdaştırmak güçtür. Türk devletinin tekâmülünü açıklamak için ortaya attığı “vaha teorisi” başta olmak üzere idari birimleri kademelendirmeleri Türk tarihi ve sosyal yapısı ile uygun görünmemektedir. Kafesoğlu, a.g.m. s.243.

 [13] Ziya Gökalp. “Tarih ve Kavmiyet”, Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s.213.

 [14] Mustafa Oral, “Çağdaşları Tarafından Ziya Gökalp’in Eleştirisi”, ÇTTAD, Cilt V, Sayı.12, 2006, s. 32.

 [15] Ziya Gökalp. “Tarih İlim mi Sanat mı?” Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s.196.

 [16] Gökalp. “Tarih İlim mi Sanat mı?” s.195-196.

 [17] Ziya Gökalp. “Tarihte Usul”, Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s.197.

 [18] Gökalp. “Tarihte Usul”, s.197.

 [19] Gökalp. “Tarih İlim mi Sanat mı?” s.195.

 [20] Ziya Gökalp. “Tarih Usulünde Şahitler”, Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s.201.

 [21] Gökalp. “Tarihte Usul”, s.199.

[22] Ziya Gökalp. “Tarih Usulünde Ananeler”, Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar) içinde, Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s.203-205.

 [23] Gökalp. “Tarih İlim mi Sanat mı?”a.g.m. s.195.

 [24] Gökalp. “Tarihte Usul”, a.g.m. s.197.

 [25] Kafesoğlu, a.g.e. s.282.

 [26] Kafesoğlu, a.g.e. s.282.

 [27] Kafesoğlu, a.g.m. s.245.

 [28] Ziya Gökalp. “Tarih İlim mi Sanat mı?” s.196.

 [29] Gökalp. “Tarih Usulünde Şahitler”, s.202.

[30] Necati Akder. “Ziya Gökalp’de Tarih Anlayışının Felsefi Temelleri-Ziya Gökalp’in Tarih Anlayışı I”, Türk Kültürü, 1963, Sayı. 12, s.6-7.

[31] Gökalp. “Tarih ve Kavmiyet”, s.213.

[32] Kafesoğlu, a.g.m. s.248.

 [33] Necati Akder. “Ziya Gökalp’de Tarih Anlayışının Felsefi Temelleri-Ziya Gökalp’in Tarih Anlayışı I”, Türk Kültürü, 1963, Sayı. 12, s.5.

 [34] Ziya Gökalp. “Milletimizin Tarihi Nereden Başlar”, Makaleler VII (Küçük Mecmua’daki Yazılar içinde,) Hazırlayan: Abdülhaluk Çay, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1982, s.215.

[35] Parla, a.g.e. s.212.

[36] Kafesoğlu, a.g.m. s.244 dipnotu.

 [37] Necati Akder, “Ziya Gökalp’ın Tarih Anlayışı Açısından Atatürk İnkılabı ve Değerlendirme Buhranı- Ziya Gökalp’in Tarih Anlayışı II”, Türk Kültürü, 1963, Sayı. 13, s.24-25.

 [38] Necati Akder, “Ziya Gökalp’ın Tarih Anlayışı Açısından Atatürk İnkılabı ve Değerlendirme Buhranı- Ziya Gökalp’in Tarih Anlayışı II”, Türk Kültürü, 1963, Sayı. 13, s.23.

 [39] Gökalp. “Milletimizin Tarihi Nereden Başlar”, s.216-217.

 [40] Benedict Anderson. Hayalî Cemaatler. Çev. İskender Savaşır. İstanbul: Metis Yayınları, 1995. Anderson, ulusu bir “hayali cemaat” olarak görürken, tarih, dil, gelenekler, alışkanlıklar gibi gerçek ya da tahayyül edilmiş işaretleyiciler tarafından birleştirilmiş ya da verilmiş bir coğrafya ile bağlanmış topluluk olarak tanımlar s.6–7.

 [41] Gürsoy Akça, Postmodernite ve Ulus Devlet, AKU Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt VII, S.2. s.238.

 [42] Yılmaz Özakpınar. Mümtaz Turhan, Alternatif Yayınları, Ankara, 2002, s.17.

 

[43] Özakpınar. a.g.e. s.17.

 [44] Özakpınar. a.g.e. s.12-14.

[45] Özakpınar. a.g.e. s.19.

[46] Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, (3. Baskı), Marmara Üniversitesi ilahiyat Fakültesi Yayınları Vakfı, 1997, İstanbul.

 [47] Turhan, a.g.e. s.134.

 [48] Turhan, a.g.e. s.134.

 [49] Turhan, a.g.e. s.146.

[50] Turhan, a.g.e. s.154.

 [51] Ayrıntı için bakınız: Turhan, a.g.e. s.202, 216, 220, 223.

[52] Ahmet Refik-Lale Devri, Avram Galanti-Yahudiler ve Türkler, Adnan Adıvar-Osmanlı Türklerinde İlim, Ahmet Hamdi Tanpınar-19. Yüzyıl Türk Edebiyatı, Ahmet Bedevi Kuran-İnkılâp Tarihi ve Jön Türkler, Agâh Sırrı Levent-Edebiyat Tarihi Dersleri, Mustafa Nihat-Türk Edebiyatı Tarihi, Ziya Gökalp-Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak, Peyami Safa-Türk İnkılâbına Bakışlar, Osman Ergin-Türk Maarif Tarihi, Enver Ziya Karal-Ömer Celal Saraç-Yusuf Kemal-Sadettin Antel-Hıfzı Timur-Tanzimat.

[53] Turhan, a.g.e. s.18.

[54] Turhan, a.g.e. s.19.

[55] Turhan, a.g.e. s.28.

[56] Turhan, a.g.e. s.28.

[57] Turhan, a.g.e. s.29.

 [58] Mehmet Öz. “Mümtaz Turhan, Milletleşme Sürecimiz ve Tarih Bilinci”, Aramızdan Ayrılışının 40. Yılında Prof. Dr. Mümtaz Turhan Sempozyumu, (02-03 Kasım 2009), Gazi Üniversitesi Rektörlüğü, Ankara, 2009, s.113.

 [59] Öz, a.g.e. s.114.

 [60] Ötüken Yayınevi, “Erol Güngör Biyografisi”, 08 Eylül 2010. http://www.otuken.com.tr/yazardetay.asp?yazarID=31

 [61] Erol Güngör. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, (14.baskı) Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1980. s.69.

 [62] Güngör. a.g.e. s.68.

 [63] Güngör. a.g.e. s.69.

 [64] Güngör. a.g.e.  s.69.

 [65] Erol Güngör. Türk Kültürü ve Milliyetçilik, (19.baskı) Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1975. s.59.

 [66] Güngör. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, s.61.

 [67] Güngör. a.g.e.  s.66-67; Erol Güngör. Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik, (11.baskı), Ötüken Yayınevi, İstanbul 1982, s.12.

 [68] Güngör. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, s.62.

 [69] Güngör. a.g.e. s.64,67; Güngör. Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik, s.12.

 [70] Güngör. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, s.66.

 [71] Güngör. a.g.e. s.64-65.

 [72] Güngör. Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik, s.11.

 [73] Güngör. Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, s.66.

 [74] Güngör. a.g.e. s.73.

[75] Güngör. a.g.e. s.74.

[76] Güngör. a.g.e. s.74.

[77] Güngör. a.g.e. s.78-79.

[78] Güngör. a.g.e. s.82.

[79] Güngör. a.g.e. s.76.

[80] Güngör. a.g.e. s.76.

[81] Güngör. a.g.e. s.84.

 [82] Güngör. a.g.e. s.76.

 [83] Güngör. a.g.e. s.86.

 [84] Güngör. a.g.e. s.85.

 [85] Güngör. a.g.e. s.86.

 [86] Güngör. a.g.e. s.86.

[87] Erol Güngör. Sosyal Meseleler ve Aydınlar, (5.baskı), Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1993, s.143-146.

[88] Güngör. Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik, s.13.

[89] Güngör. a.g.e. s.14.

[90] Güngör. Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s.49.

[91] Güngör. Sosyal Meseleler ve Aydınlar, s.147.

[92] Güngör. Türk Kültürü ve Milliyetçilik, s.74.

[93] Güngör. a.g.e.  s.77-78.

 [94] Güngör. a.g.e.  s.141-142.

 [95] Güngör. Dünden Bugünden Tarih-Kültür ve Milliyetçilik, s.14.

Kaynak: http://turkyurdu.com.tr/1466/ziya-gokalp-mumtaz-turhan-erol-gungor-cizgisinde-milliyetci-tarih-gorusu.html

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Günün Başlıkları