ZİNCİR KIRAN İRÂDE..

Turgut GÜLER'in TARİHİSTAN HABER!deki köşe yazısı

ZİNCİR KIRAN İRÂDE..
28 Ekim 2015 - 13:11

ZİNCİR KIRAN İRÂDE..

TURGUT GÜLER

 

Epeyi zamân oldu. Bir gazetenin Pazar ilâvesinde, “İstanbul’un fethini daha ne kadar kutlayacağız?” diye soruluyordu. Uluâbâdlı Hasan ve arkadaşlarını temsîlen, 1453’ün askerî kıyâfeti içindeki askerlerimizin surlara tırmanması, Tekbîrler getirerek bayrak dikmesi pek “banal” bulunuyordu. Yazıya göre, artık Dünyâ’da böyle kutlamalar kalmamış.

Yine bu yazı, “fetih” hâdisesini hafife almakla yetinmiyor, Türk hükümdârı ile ordusunu âcizlik ve beceriksizlikle suçluyordu. Türk ve Bizans taraflarının asker sayılarının, mukâyese edilemeyecek derecede Bizans aleyhine olduğunu, Lâtin yardımının bile bu dengesizliğe hareket getirmediğini söyledikten sonra, gemileri karadan yürütmenin de, aslında övünmeye değil, yerinmeye vesîle bir basit iş olduğunu, bilmeyenlere öğretiyordu (!). Haliç önündeki zinciri kıramayan Türk donanmasının, böyle bir karadan gemi yürütme harekâtına mecbûr kaldığını, kıt’a misâli keşfediyordu (!).

Bizanslıların, Türk idâresini zâten öteden beri istediğini, fakat Lâtin destekçileri yüzünden, istemeye istemeye şehri savunur gibi göründüklerini fâş eden gazete yazısı, bu psikoloji içinde girilen bir şehrin, “fethedilmiş” olamayacağını, bu yüzden de, asırlardır devâm ede gelen “saçma-sapan” fetih kutlamalarının, “bu mânâsız işler”in, bir ân önce sona erdirilmesini, Dünyâ modernitesinin bir îcâbı olarak arzû ediyordu.

Gazete kâğıdına geçirilişi safhasında kullanılan, başta kâğıt ve mürekkep olmak üzere, emek mahsûlü bütün harcama kalemlerini heder eden böylesine zavallı bir karalama ucûbesi, mefâhirden ve mukaddesden nasîbini almamış insanların, düşebileceği “dereke”yi göstermede, belki işe yarar.

Önce şunu peşînen söylemek lâzım: İstanbul’un fethi, bu kalem sâhibinin zihnine sığdıramayacağı kadar “büyük” ve mânâsına eremeyeceği kadar “kutlu” bir hâdisedir.

Müslüman Türk milletinin, bu işi başarmasında ciddî takviyeler aldığı dinî “fetih” motiflerine hiç girmeden; sâdece 1040’daki Dandanâkan Zaferi’ni tâkib edersek, batı istikâmetinde gelişen Türk yürüyüşünün, er veyâ geç ulaşacağı noktanın “İstanbul” olacağını görürüz. “İstanbul”u, millî hedef olarak seçen bir milletin, bu ideâline ulaşmasından rahatsızlık duyan devletler, haftalarca süren mâtemler ilân ettiler. Fethin gerçekleştiği “Salı” gününü ve 1453 sayısının rakam toplamı olan “13”ü uğursuz ve lânetli ilân edip, bu yâveleri bize bile aşıladılar.

Bahsi geçen yazı, Uluâbâdlı Hasan diye birinin yaşamadığını da söylüyordu. Daha önce de bunu söyleyenler olmuştu. Uluâbâdlı Hasan, İstanbul Fethi’nin destânlaşmış bir ismidir. Destân kahramanlarının, bilfiil yaşayan şahsiyetler olması gerekmez. İlyada’nın, Odise’nin, Nibelungen’in, Kalavela’nın, Ramayana’nın kahramanlarından kaçı, fâni özellikler taşır?

Oğuz Kağan, doğar doğmaz yürür. Böyle bir insan düşünülebilir mi? Ama Oğuz Kağan vardır. Mete Hân’dan başlayarak, zirveye çıkmış bütün Türk lider, hâkân ve kumandanları, az biraz Oğuz Kağan’dır. Uluâbâdlı Hasan, büyük bir kahramanlık âbidesidir. Fâtih’in ordusundaki yüz binlerce yürekli Türk askerinden biridir. Velev ki, yaşamamış olsun. Bu, Uluâbâdlı Hasan’nın yokluğuna delâlet etmez. İstanbul surlarına Türk bayrağını diken Türk askeri, ister Uluâbâdlı Hasan olsun, ister başka isimde biri; o, bunu Türklüğü temsîlen yapmıştır. Dolayısıyla, Uluâbâdlı Hasan, Mehmetçik’tir. İstanbul’un fethinden önce, fetih sırasında ve sonrasında, kelle koltukta, ön safta savaşan bütün askerlerimiz, birer Uluâbâdlı Hasan’dır.

Türk ve Bizans kuvvetleri arasındaki, sayı bakımından ifâde edilen dengesizlik, 1453’e kadar bütün Dünyâ târîhine nâm salmış İstanbul surları hesâba katılırsa, ortadan kalkar. Hem bâzen, keyfiyet kemiyetin önüne geçer. Malazgird’de, Türk keyfiyeti, Bizans kemiyetini yok etmedi mi?

Yazıyı yazanın, kendini Bizans tarafında görmesi, aslında hiç de yadırgatıcı değil. Bizans’ın, 1453’den bugüne kadar geçen zamân içinde, nice fahrî avukatları görüldü. Biri daha, kaydını Bizans Barosu’na yaptırmış. Ne diyelim? Hayırlı olsun…

Haliç önündeki zincirin açılamaması veyâ kırılamaması, karadan gemi yürütme projesinin, tek başına sebebi değildir. 20 Nisan’dan 22 Nisan’a kadar geçen üç gün, 1453 yılının  “fetih”e ayrılan bölümünde, müstesnâ günlerdir. Bu günler, aynı zamanda, Dünyâ harb stratejisinin kitabına “altın sayfalar” olarak geçen zamânı anlatır. Neylersin ki, gazete ilâvesindeki satırları yazanın, bunu anlayacak iz’ânı da, irfânı da yoktur.

20 Nisan 1453 günü, dört büyük savaş gemisinden mürekkeb Lâtin yardım gücü, Haliç’deki zincir açılarak içeri alınır. Buna engel olamayan Kapdân-ı Deryâ Baltaoğlu Süleyman Paşa, Pâdişâh tarafından azledilir. Yerine Hamza Bey getirilir. Bu, Bizans moraline yeni ilâveler yapar. Türk tarafı açısından ne mânâya geldiğini ise, atını denizin ortasına doğru süren kızgın Fâtih portresi cevaplandırır.

20 Nisan’ı 21 Nisan’a bağlayan gece, gelen bu yardım dolayısıyla, Ayasofya’da Patrik ve İmparator’un da içinde bulunduğu kalabalık Bizans gürûhu, şükran âyîni yaparlar. Bu âyînde konuşan İmparator Konstantin Dragazes; “Bugün gelen yardım da gösteriyor ki, Tanrı bizimledir. Şimdiye kadar Bizans, buna benzer nice bâdireler atlatmıştır. Bunu da atlatacağız. Hem, bir azîzin dediği gibi, İstanbul, ancak gemiler karada yürürse, başkaları tarafından alınabilir.” demişti. Bu konuşmanın son cümlesinde bahsedilen, “gemilerin karada yürümesi” ifâdesi; balığın kavağa çıkması, Güneş’in batıdan doğması gibi, insan aklının ve havsalasının almayacağı cinsten bir fiili işâret ediyordu. İmparator, bu sözleri, Avrupa’dan gelen yardımla yükselen Bizans moralini, daha da yükseltmek maksadıyla söylemişti.

Ayasofya’daki bu şükran âyînini, adamları vâsıtasıyla tâkib eden Fâtih, moral üstünlüğünü ele geçirmek için, zamanla yarışa girdi. 21 Nisan’ın gündüzünde, bütün İstanbul, âyînde İmparator’un söylediği sözleri konuşuyor, duyanlar duymayanlara aktarıyordu. Karada gemi yürüyemeyeceğine göre, Tanrı’nın inâyetiyle, İstanbul’un Türklerin eline geçmesi mümkün değildi. İşte Fâtih, bu, imkânsızı mümkün kılma işine girişiyordu.

21 Nisan’ı 22 Nisan’a bağlayan gece, Tophâne’den Kasımpaşa’ya uzanan mâlûm yola kalaslar döşendi, üzerleri yağlandı; İstanbul surlarından görülebilsin, fark edilsin diye, ışıklandırılmış askerî birlikler ve hayvan gücü ile 72 parça gemi Haliç’e indirildi. Gece gördükleri “şehrâyîn” manzarasının neye delâlet ettiğini fark edemeyen Bizanslılar, 22 Nisan sabâhı, Haliç önündeki Türk gemilerini görünce, bunların gece karadan yürütülerek buraya getirildiğini anladılar. Demek ki, İstanbul için, İmparator’un söylediği o, gemilerin karada yürüdüğü gün gelmişti. Demek ki, İstanbul, Bizans’ın elinden çıkmak üzereydi.

İşte Fâtih, üç gün süren “müthiş moral maratonu”nu, bu sûretle ve Bizans’ı çökerterek kazandı.

Zavallı kalem tutucunun dediği gibi, Türk ordusu ve donanması, Haliç’deki zinciri kıramamıştı belki, ama Bizanslıların akıl, zihin ve hattâ rûyâlarındaki bütün zincirlerini koparmıştı.

Önemli günlerin hatırlanması, yâd edilmesi, bir takım sembollere, hattâ ritüele bağlanması, millî birlik şuûru için elzemdir. İstanbul’un Fethi, çağ başlatan değerde bir büyük hâdisedir. Birileri istese de, istemese de, biz “feth“in yıldönümlerini kıyâmete kadar kutlayacağız.TURGUT GÜLER

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum