Prof. Dr. Hakkı UYAR

Prof. Dr. Hakkı UYAR

[email protected]

Atatürk’ün Bize Bıraktığı Miras ve Önümüze Koyduğu Hedef...

09 Kasım 2019 - 10:35 - Güncelleme: 09 Kasım 2019 - 11:57

Atatürk’ün Bize Bıraktığı Miras ve Önümüze Koyduğu Hedef...

 

Hemen her milletin tarihinde onların kurtarıcı ya da kurucu babaları vardır. ABD için bu Washington ve Lincoln’dur. Fransa için de Gaulle’dür. Almanya için Bismark’tır… Atatürk de Türk milletinin kurtarıcısı ve Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu babasıdır. 

Kurtarıcı ve kurucu baba Atatürk, 1935 yılında Türk Devrimi’ni şöyle özetlemişti:

“Uçurumun kenarında yıkık bir ülke… Türlü düşmanlarla kanlı boğuşmalar… Ondan sonra, içerde ve dışarıda saygı ile tanınan yeni vatan, yeni toplum, yeni devlet ve bunları başarmak için arasız devrimler… İşte Türk genel devriminin kısa bir özeti…” 

Hiç şüphesiz Atatürk’le birlikte Milli Mücadele’yi yürüten ve Cumhuriyeti kuran kadroyu da anmak gerekir. Atatürk ile birlikte çekirdek kadroyu, A takımını oluşturan isimler İsmet İnönü, Fevzi Çakmak, Kazım Karabekir, Rauf Orbay, Ali Fuat Cebesoy ve Refet Bele gibi isimlerin oluşturduğunu söyleyebiliriz. Osmanlı Devleti onların gözleri önünde 1878’den 1918’e kadar geçen süreçte hızla dağıldı. Bu kuşağın imparatorluğu kurtarmaya güçleri yetmedi. Yetmesi de mümkün değildi… Milli Mücadele’yi yürüten ve Cumhuriyeti kuran kadro, Osmanlı Devleti’nin dağılma sürecinden, İkinci Meşrutiyet döneminde yaşananlardan büyük dersler çıkardılar. 

Bu genç subaylar, dağılan imparatorluğa ve emperyalist güçlerin toptan saldırısına rağmen umutlarını ve azimlerini yitirmediler. Türklük bilinciyle, vatan ve namus duygusuyla kurtuluş mücadelesine giriştiler. 

Lozan barış görüşmeleri sürerken ve Birinci Meclis’in seçimleri yenileme kararı aldığı 1 Nisan 1923 tarihinde Atatürk, Meclis kürsüsünden şunları söylüyordu:

“Arkadaşlar! Türkiye devletinde ve Türkiye devletini kuran Türkiye halkında tacidar (taç sahibi, padişah) yoktur, diktatör yoktur! (kahrolsun tacidar sesleri). Tacidar yoktur ve olmayacaktır. Çünkü olamaz (şiddetli alkışlar) bravo sesleri).

(…) Bütün cihan bilmelidir ki artık bu devletin ve bu milletin başında hiç bir kuvvet yoktur, hiç bir makam yoktur. Yalnız bir kuvvet vardır. O da hâkimiyet-i milliyedir. Yalnız bir makam vardır. O da milletin kalbi, vicdanı ve mevcudiyetidir (alkışlar)…”

Takip eden günlerde yayınlanan 9 Umde, bir seçim programının ötesinde uzun savaş yıllarının ardından yaraları sarma ve kalkınma programı niteliği de taşıyordu. 

1923’te Atatürk, Türk milletinin önüne 3 temel hedef koymuştu (CHP Tüzüğünün 1. Maddesi):

- Demokrasi

- Türkiye’yi çağdaş bir ülke haline getirmek

- Hukuk devleti

Bu üç hedef, bugün hâlâ gerçekleştirilmeyi bekliyor. 

Atatürk, kurtuluşun ardından bu üç hedefi gerçekleştirmek için Batı dünyasının yüz yıllar içerisinde yaptıklarını birkaç on yıla sığdırmaya çalıştı. Çünkü Osmanlı’dan devralınan sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal miras tam anlamıyla bir ortaçağ kalıntısından ibaretti. Nitekim 1927 yılında basılan 1 liranın üzerinde yer alan karabasanla çift süren köylü figürü, ülkenin devraldığı ekonomik mirasın açık bir göstergesi gibidir:

Çoğunluğu köylü olan bir toplumun eğitim durumu da doğal olarak gelişmiş düzeyde değildi. Köylü ve tarıma dayalı bir toplum neden okuma-yazmaya ihtiyaç duyacaktı ki?  Bunun neticesinde okuryazar oranı düşüktü; okullaşma ve okula gitme oranı da çok azdı. Nitekim 1923 rakamları okullaşma, öğrenci ve öğretmen sayıları açısından şöyledir: 

 

Toplumun % 3’ünün bile okula gitmediği bir ortamda Cumhuriyet modernleşmesi, bu geleneksel toplum yapısını değiştirmekte ve dönüştürmekte son derece zorlandı. Çünkü dönüştürücü olarak burjuvazi gibi bir sınıfsal dinamik ve kent gelişmişliği yoktu. Değişim burjuvazi değil, bürokrasi eliyle oldu. Üstelik bu sayıca ve nitelik olarak yetersiz bürokrasinin öncülüğünde kısmen başarılabildi. Bunların çoğu Cumhuriyet modernleşmesini kavrayacak bir kapasiteye bile sahip değildi. Hatta buna milletvekillerini bile dahildi. Oysa aynı milletvekilleri 1924 yılındaki anayasa tartışmaları sırasında son derece kıskanç bir şekilde Cumhurbaşkanına TBMM’yi feshetme yetkisini vermeye direnirken ve bu bağlamda demokrat ve özgür bir tavır sergileyebilmişlerdi. Ancak konu kadın haklarına gelince aynı demokrat ve özgürlükçü tavrı onlarda görmek pek de mümkün olmamıştı. 

Anayasa taslağının 10. Maddesinde “30 yaşını tamamlayan her Türk seçilme hakkına sahiptir” denilmekteydi. İlk olarak Beyazıt milletvekili Şefik Bey söz aldı. Metinde erkek vurgusu istedi; kadınlara yönelik bir hak tanımaya karşı çıktı. “30 yaşını tamamlayan her erkek Türk seçilme hakkına sahiptir” şeklinde yapılan değişikliği milletvekilleri alkışlarla kabul ettiler. Kütahya milletvekili Recep Bey (Peker) söz alıp, “Ayıp yahu, alkışlamayın bari” demek zorunda kaldı. Özetle Atatürk’ün devrimleri kademe kademe yapmak zorunda kalmasının nedeni, devrimleri sadece topluma değil, ülkenin seçkinlerine de kabul ettirmekte zorlanmasıydı. Özellikle kadınlarla eşit olmak dönemin seçkin erkeklerinin bile pek de kabul edebildiği bir durum değildi. Nitekim bu nedenle önce 1926’da Medeni Kanun ile hukuk önünde eşitlik sağlandı, sonra belediye seçimlerinde seçme ve seçilme hakkı (1930), en sonra da milletvekili seçme ve seçilme hakkı (1934)… Aynı durum karma eğitimin kademeli şekilde gerçekleşmesinde de görülür (önce ilkokul, sonra ortaokul ve en son lise). Bunlar ancak sekülerleşen/laikliği benimseyen bir toplumda söz konusu olabilirdi. Ama bu biraz da kaçınılmaz bir şekilde tepeden inmeci bir modernleşme neticesinde olabildi. 

Dönemin aydın erkeklerinin bile kadınlara tanınan haklara sempatik bakmadığını o yıllara ait karikatürlerde görmek mümkündür. Hatta bu ünlü bir karikatürist (Cemal Nadir) olsa bile değişmeyecektir:

 

 Kadınların milletvekili olmasıyla kadınlara ait (!) işlerin erkekler tarafından yapılacağı eleştirisine dair karikatürlerin sayısı bir hayli fazladır. Eğitimli erkeklerin bile bu hakların verilmesini pek de sindiremedikleri ortadadır. 

Kurucu kadro, ülkeyi kurtarma hedefinde işbirliği yaptı ama kurtuluş sonrasında kuruluşun/yeni rejimin nasıl olacağı konusunda anlaşmazlığa düştü. Bu da beraberinde bir tasfiyeyi getirdi. Aslında bu tasfiye aşağı yukarı bütün devrim hareketlerinde görülür. Fransız ve Sovyet devrimlerinde yaşanan kanlı tasfiyelerle Türk Devrimi’ndeki tasfiyeleri karşılaştırmak Türk Devrimi’ni ve Atatürk’ü anlamaya yardımcı olacaktır.

1926’da İzmir’de Atatürk’e yapılan suikast girişimin ardından yaşanan tasfiye sonucunda A takımı diye tanımlayabileceğimiz kadrodan Kazım Karabekir, Ali Fuat Cebesoy, Rauf Orbay ve Refet Bele, kansız bir şekilde siyasal yaşamın dışına çıkarıldılar. Çünkü modernleşme sürecinin köktenci boyutuna direnç göstermişlerdi. Yönetimde Mustafa Kemal, İsmet ve Fevzi Paşalar kaldı. Modernleşme süreci büyük ölçüde başarıldıktan sonra tasfiye edilenler kademeli olarak siyasal yaşama döndüler. Atatürk, Cebesoy ile Bele’yi milletvekili olarak parlamentoya alırken, İnönü de Karabekir ve Orbay’ı parlamentoya dahil etti. Dolayısıyla Atatürk’ün muhaliflerle barışma politikasını İnönü de sürdürdü. Üstelik 1938’de Atatürk’ün ölümünden kısa bir süre önce 150’liklerin affı da bu kapsamda değerlendirilmelidir.   

Kurucu kadro, devrimin hemen ardından iç barışı sağlamayı önüne temel hedef olarak koymuştu. Nitekim, 1931 yılında Atatürk, “Yurtta barış, dünyada barış için çalışıyoruz” demişti. İç barış kadar, dış barış da önemliydi. Dünyada savaş rüzgarlarının estiği bir dönemde iç ve dış barışı sağlayarak, ülkenin kıt imkanlarını topyekun bir kalkınma politikasına ayırmak kurucu babaların zihniyet dünyasını kavramak açısından dikkat çekici bir durumdur. Esinlendikleri yer de her şeyden önce Fransız Devrimi’nin özgürlükçü, hümanist ve devrimci karakteridir. Bu hümanist kuşağın, Cumhuriyeti kanla, irfanla kurduğunun ama kinle kurmağının altını çizmek gerekir. 

Atatürk, 1924 yılından itibaren TBMM’de sadece açılış konuşmaları yaptı. O tarihte TBMM 1 Kasım’da açılıyordu. Bu açış konuşmaları Atatürk’ün yeni rejime ve parlamentoya gösterdiği hedefleri anlamak açısından önemlidir. Atatürk’ün bizzat yaptığı son Meclis açış konuşması 1 Kasım 1937 tarihlidir. Atatürk bu konuşmasında yapılanlar kadar yapılması gerekenleri de anlatmaktadır:

“… şimdi arkadaşlar, ekonomi hayatımızı gözden geçireceğim. Derhal bildirmeliyim ki, ben, ekonomik hayat denince; ziraat, ticaret, sanayi faaliyetlerini ve bütün bayındırlık işlerini, birbirinden ayrı düşünülmesi doğru olmayan bir bütün sayarım. (…) Onun içindir ki, bir milletin kültür seviyesi, üç sahada; devlet, fikir ve ekonomi sahalarındaki faaliyet ve başarıları sonucunda elde edilen ürün ile ölçülür.

(…)

Bir defa, memlekette topraksız çiftçi bırakılmamalıdır. Bundan daha önemli olanı ise, bir çiftçi ailesini geçindirebilen toprağın, hiçbir sebep ve suretle, bölünemez bir mahiyet alması (alkışlar). Büyük çiftçi ve çiftlik sahiplerinin işletebilecekleri arazi genişliği, arazinin bulunduğu memleket bölgelerinin nüfus yoğunluğuna ve toprak verim derecesine göre sınırlanmak lâzımdır.

(…)

Endüstrileşmek (Sanayileşmek), en büyük milli davalarımız arasında yer almaktadır. Çalışması ve yaşaması için ekonomik elemanları memleketimizde mevcut olan büyük, küçük her çeşit sanayiyi kuracağız ve işleteceğiz (alkışlar). En başta vatan müdafaası olmak üzere, mahsullerimizi kıymetlendirmek ve en kısa yoldan, en ileri ve refahlı Türkiye idealine ulaşabilmek için, bu bir zarurettir.

(…)

Ekonomik kalkınma; Türkiye’nin, özgür ve bağımsız, daima daha kuvvetli, daima daha refahlı Türkiye idealinin, bel kemiğidir. Türkiye bu kalkınmada iki büyük kuvvet serisine dayanmaktadır: 

Toprağının iklimleri, zenginlikleri ve başlı başına bir servet olan coğrafi vaziyeti; ve bir de, Türk milletinin, silah kadar, makine de tutmaya yaraşan kudretli eli ve milli olduğuna inandığı işlerde ve zamanlarda, tarihin akışını değiştirir yiğitlikle ortaya çıkan, yüksek sosyal benlik duygusu... (sürekli alkışlar). 

(…)

Büyük davamız, en medeni ve en müreffeh millet olarak varlığımızı yükseltmektir (alkışlar).

Bu, yalnız kurumlarında değil, düşüncelerinde temelli bir inkılap yapmış olan büyük Türk milletinin dinamik idealidir. Bu ideali en kısa bir zamanda başarmak için, fikir ve hareketi, beraber yürütmek mecburiyetindeyiz. 

(…)

Bizim yolumuzu çizen; içinde yaşadığımız yurt, bağrından çıktığımız Türk milleti ve bir de milletler tarihinin bin bir facia ve acı kaydeden yapraklarından çıkardığımız neticelerdir”.

Atatürk’ün yaptıklarını korumak milli görevimizdir. Birkaç on yılda gerçekleştirdiklerini tamamlamak ve ileriye taşımak da aynı göreve dahildir. 1923’te Atatürk’ün önümüze hedef olarak koyduğu ve temellerini attığı demokrasi, çağdaş bir devlet ve hukuk devletini gerçekleştirmek, Türk milletini ve Türkiye Cumhuriyeti’ni çağdaş dünyanın ve insanlık aleminin saygın bir üyesi kılacaktır. Bu hedefin gerçekleştiği gün Atatürk’ün tek istediği hatırlanmaktı. Tıpkı 2008’de Obama’nın başkanlık görevine başlama konuşması sırasında -imrenilecek bir şekilde- kurucu baba Lincoln’ü saygıyla anması gibi… Sanırım -başta Türkiye’yi yönetenler olmak üzere- bizler de kurucu baba, kurucu kültür ve cumhuriyetin kurucu değerleriyle kavgayı bırakarak, kurucu babaları günlük siyasetin malzemesi olmaktan çıkarıp, ülkeyi insanlık aleminin saygın üyesi olmaya taşımak zorundayız.

 

Prof. Dr. Hakkı Uyar