Önder GÜZELARSLAN

Önder GÜZELARSLAN

[email protected]

TARIM SERÜVENİ

14 Ocak 2020 - 18:48

TARIM SERÜVENİ

 

Ne zaman tarım konusu gündeme gelse çocukluk yıllarım aklıma geliyor. Bizim çocukluğumuzda büyüklerimiz toprağa ektiği ürünlerin çekirdeklerini veya kendi tohumlarını ayırırlar ve bir sonraki yıl tekrar kullanmak üzere onları saklarlardı.

Tarımın en baş faktörlerinden birisi elbette tohum. Tohum ne kadar yerli ve tabii olursa elde edilecek ürün o derece kaliteli ve sağlıklı olma durumu vardır.

Orta ve lise yıllarında okuduğumuz Sosyal Bilgiler dersi ve Coğrafya derslerinde, Türkiye’nin her tarafı sulak araziler ile dolu olduğu, nehir, ırmak, göl vb. su kaynaklarının bol olduğu, topraklarımızın ise çok verimli olduğu bizlere öğretilmişti. Verimli topraklarda dört mevsimi yaşama imkanı olan ülkemizde birbirinden değerli tarım ürünleri ekilir ve neredeyse başta tahılgiller olmak üzere bir çok temel gıda maddelerinin özünü oluşturan ürünlerde kendi kendimize yeterdik.

İnsanlık var olduğu günden bu yana toprağı işlemeyi hiç ihmal etmemiş. Hz. Âdem’den (a.s.) bugüne deyin en önemli besin maddeleri toprak işlenerek elde edilmiştir. Günümüzde sanayi ve teknolojinin gelişmesiyle insanlar topraklarını ekmek yerine sanayi ürünleri, bir başka deyiş ile fabrikasyon diye tabir ettiğimiz işlenmiş gıdalar ile beslenmeyi tercih eder hale geldi. Bu işlenmiş gıdalar ile yapılan beslenme de haliyle beraberinde birçok hastalığı getirdi. Günümüzde en başta diyabet olmak üzere, çağın hastalığı diye tabir edilen kanser vakıaları patlak vermeye başladı. Bütün bu hastalıkların ana kaynağı ve insanların sağlıklı bir hayat sürmelerine engel olan ana sebep bu işlenmiş gıda tüketimidir.

Yukarıda da değindiğimiz gibi Allah’ın bize bahşettiği en büyük ve en önemli nimetlerden biri de verimli arazilerimiz. Yani toprağımız. Eğer bu toprağı aslına uygun şekilde işleyemezsek bize bunu bahşeden Rabbimiz elimizden almasını da bilir.

Bugün bu tarım arazileri üzerinde yaşadığımız en büyük travma kendi öz tohumlarımız yerine ithal tohumları kullanmamız. İthal tohumları kullanmak tek başına yeterli gelmiyor. Tohumun yeşermesi içinde zirai kimyevi ilaçlar kullanmak zorunda kalıyoruz. Zira bize bu tohumları satan ülkeler tohumun peşi sıra kullanacağımız zirai ilaçları da gönderiyor. Tabii ektiğimiz tohum kendi başına verim veremiyor. Zira bir sürü hastalık, ithal tohumların, yani ektiğimiz ürünlerin peşini bırakmıyor. Dolayısıyla bu hastalıkları bertaraf etmek için de bize verilen zirai ilaçları kullanmak zorunda kalıyoruz. Zirai ilaçlar görünüşte çok masumlar. Ancak uygulanan toprağa da ciddi zararlar veriyor. Toprağın üstünde olduğu gibi altında da yaşayan binlerce canlılar var. İsmini bile bilmediğimiz türden böcekler var. Bütün bunlar toprağa farklı farklı enzimler salgılayarak adeta toprağa can veriyorlar. Kullandığımız zirai ilaçlar bu canlıların telef olmasına vesile oluyor. Bu canlıların yok olması ile toprağa verdikleri faydadan toprak mahrum kalmış oluyor. İlk bakışta çok masum olan zirai ilaçlar, aradan yıllar geçtikçe, toprağı ekilemez hale getiriyor. Dolayısıyla artık istesek de topraktan istifade edemez oluyoruz.

Toprak ile ilgili bir diğer önemli sorun ise, toprağı işleyecek insanımız neredeyse kalmadı. Her geçen gün insanların çalışmak için büyükşehirlere doğru göç etmesi, sanayi ve teknoloji ile beraber gelişen hizmet sektörlerinde yorucu olmayan kolay işlerin olması hasebiyle insanlar zahmetli ama sonu rahmet ve bereket olan toprağı işlemek istemiyorlar. 

Osmanlı döneminde toprak yönetimi mükemmel bir sisteme bağlanmış. Bugünkü gibi herkesin kendi malı olan “Mülk” arazi dediğimiz arazi tipleri vardı. Bu da Müslüman tebaa ve gayri müslim tebaa olmak üzere ikiye ayrılırdı. Müslüman halkın elindeki topraklar “Öşür” topraklar gayri müslimlerin elindeki toprak “Harici” toprak, olarak nitelenir idi. Bu topraklar miras yoluyla varislere geçebilirdi. Devlet toprakların boş durdurulmasını istemezdi. Ve topraktan üretim vergisi alırdı. Yine arazisi devletin, ancak kullanım hakkı ekip biçmek kaydı şartı ile halka verilen “Miri” araziler vardı. Bu arazilerdeki en önemli şart ekilip biçilmesi, yani boş bırakılmamasıydı. Kendilerine Miri arazi verilen kişiler şartlara uydukları, yani toprağı ekip biçtikleri sürece, ölmüş olsalar bile vergisini vermek kaydı şartı ile çocuklarına kullanım hakkı devredilebiliyorlardı. Ancak bu topraklar onu işleyenlerin özel mülkiyeti olmadığı için alınıp-satılamaz, vakıf yapılamaz ve bir başkasına hibe edilemezdi. Osmanlı öyle bir toprak sistemi geliştirmişti ki bugün bile ibret nazarı ile onu görüyoruz. Temel mesele toprağın ekilip-biçilmesi, yani işlenmesiydi.

Bugün Hollanda’ya ibretle bakıyoruz. Toprak parçasının tamamı neredeyse bizim Konya ilimiz kadar. Ve bu arazilerin çoğu deniz seviyesinde veya bir miktar altında. Deniz seviyesinden yükseklik ise en fazla 350 metre civarındadır. Deniz seviyesinin altındaki topraklarda doldurularak kullanılmaya çalışılıyor. Hollanda bu kadar dar bir alanına rağmen tarım ürünleri ihracatında dünyanın ikinci en büyük ülkesi. Geçtiğimiz yılların ihracat rakamlarına göz attığımızda bunu açıkça görebiliyoruz. Bizimle arada uçurum olduğunu gözlemleyebiliyoruz. Geçmiş yıllara bir örnek verecek olursak, Hollanda 2016 yılında 85 milyar Euro tarım ürünleri ihraç ederken aynı yılda Türkiye ise yalnızca 17,1 milyar Euro ihracat yapabilmiş. Aradaki fark tam tamına 5 kat. Hollanda sadece tarım ihracatı ile değil, tarım alanında uyguladıkları sistem ile de kendilerinden söz ettirmektedir.

Burada bu konulardan bahsederken elbette tamamen yanlış tarım politikaları uygulayan devleti suçlamıyorum. Bu işin bir diğer boyutu ve belki de önemli bir yönü, toplum olarak artık tembelleştik, toprak ile uğraşarak geçimimizi sağlamak bizlere zül gelir oldu. Herkes üniversite okuyarak masa başı iş yapma veya bir yerde sigortalı bekçi, güvenlikçi, kapı görevlisi, hostes vb şeyler olma sevdasında. Yine herkes belediyeye girerek rahat iş peşinde. Eğer bu kafa yapımızı değiştirmez, Allah’ın bize lütfettiği bu topraklarımızı doğru bir şekilde edip biçmez isek, bu topraklar bize küser. Gün gelir ekmek istesek de ekemez duruma geliriz.

Verimli topraklarımızın kıymetini bilelim. Sanayileşeceğiz diye toprak ve su kaynaklarımızın kirlenmesine ve yok olmasına müsaade etmeyelim. Topraklarımızın bir metrekaresini bile boş bırakmayalım. Bu konuda Tarım bakanlığı çok ciddi çalışmalar yapıp toplumu bilinçlendirmeli ve millete öncülük etmelidir.