Metin SAVAŞ

Metin SAVAŞ

[email protected]

Türkiye ve Batı Türklüğü (4)

06 Nisan 2020 - 00:00

Türkiye ve Batı Türklüğü (4)

ULUS devletlerin imha edilmesinin öngörüldüğü bir dönemde, Oğuzluk asabiyetinden yola çıkarak, Türkiye Devletinin ve toplumunun yeniden yapılandırılması, böylelikle direniş gücünün pekiştirilmesi savını içeren bu yazımızın son bölümünde, Türk milletini eritme sürecinin bir başka boyutunu ele almaya çalışacağım. Söz konusu boyut “toplumsal hafızayı parçalama” girişimidir. Dünya çapındaki sosyologlarımızdan Orhan Türkdoğan Millî Kimliğin Yükselişi adlı çalışmasında “millet nedir?” sorusuna şu cevapları vermektedir: a) Sosyolojik açıdan millet, dil ve kültür değerleri yanında, ortak duygularda uyum sağlamaktır. b) Millet, tarihî ve toplumsal ilerlemenin, gelişiminin ürünüdür. c) Millet öyle bir tarihî süreçtir ki, en son kademede ticaret ve sanayinin gelişmesi, toplum yapılarının biçimlendirilmesi, bireysel hürriyetlerin kazanılması, sosyal devlet anlayışının güçlenmesi ve demokratik hak ve özgürlüklerin tanınması gibi bir seri sivil hakları birlikte getirir. ç) Milletleşme, hem bir tarihî tekâmül, hem de sivil toplum özelliklerine dayalı bir oluşumun yansımasıdır.

Türkdoğan’ın saptamalarında açıkça görülüyor ki, “milletleşme”-bilinçli ve bilinçsiz boyutlarıyla- sivil toplum esprisini hedef alan tarihsel bir sürecin eseridir. Kaldı ki, sivil toplum devimselciliğinin (dinamizminin) bulunmadığı bir ülkede, yekpâre bir asabiyetten (müşterek değerler çevresinde uzlaşmaktan) söz edilemez. Buna en çarpıcı misal, Yeni Dünya Düzeni projesinin patronluğu görevini üstlenmiş olan ABD karşısında Irak’ın düştüğü içler acısı durumdur. Keza “aşiret” ve mezhep” bağnazlığından kurtulamayarak” toplum bilincine yükselememiş Irak halkının gerçek bir devleti dahi mevcut değildir. Osmanlı Cihan Devletinin tasfiyesiyle kurulmuş bulunan “Irak Devleti” kâğıt üzerinde kalmaya mahkûm yapay bir oluşumdur. Çünkü orada “derin devlet” bilincini ve otoritesini oluşturacak “toplumsal hâfıza” zihniyeti geliştirilememiştir. Aslında bu olgu bütün Maşrık Arap coğrafyası için geçerlidir. Söz konusu bölgede yer alan sözde devletlerin hiçbirinin tarihsel derinliği mevcut değildir. Bunlar tek başlarına ne Emevîlerin, ne Abbasîlerin, ne de Eyyubîlerin vârisleridir. Ancak bir bütün olarak düşünüldüklerinde tarihî İslâm-Arap İmparatorluğunun zorunlu mirasçıcı kabul edilebilirler. Birbirlerine rakip Bağdat, Şam, Riyad, Amman gibi yapay yönetimler tek başlarına Arap halkının mazisini ve geleceğini temsil etmekten uzaktırlar. Bu bağlamda ne Suriye’nin, ne Suudî Arabistan’ın, ne Irak’ın ve ne de Ürdün’ün hiçbir meşruiyeti yoktur. Bunlar ve adlarını zikretmeye tenezzül etmediğimiz diğer Maşrık yönetimleri Açık Sömürge asrının ürünleridir. Her an dönüştürülmeye, parçalanmaya ve biçimsel değişime maruz kalmaya açıktırlar. Onların bu emre âmâde yapısı, salt kendilerini Arap hissedenler için değil, tüm bölge halkları için tehdittir; dahası Yeni Dünya Düzeni lehinde büyük bir imkândır. İnsanlık camiasını tutsak almayı hedefleyen şer güçler, Maşrık’ın mevcut güdümlü yapısı değişmediği takdirde, Irak’ı er ya da geç üç küçük devletçiğe ayrıştıracaktır. İkinci hedef Suriye’dir ve buradaki asıl amaç Müslüman Arap kimliğini bertaraf ederek Süryanî asabiyetine dayalı bir Hristiyan devlet ve halk oluşturmaktır; elbette bu tasavvurun içerisinde Türkiye’ye ait bulunan bir kısım toprak parçası da yer almaktadır. Lübnan ise zaten Batının gözünde kurtarılmış topraktır. Türkiye’nin doğusunda Büyük Ermenistan, batısında Frigya ve güneydoğusunda Büyük Kürdistan tasarıları göz önüne alındığında, nihaî amacın Batı Türklüğünü bir Hristiyan çemberi içine hapsetmek olduğu düşünülebilir; (muhayyel Kürdistan yapay bir gerçeklik kazandığı takdirde Âri ırk dairesine alınarak Müslüman kimliğinden soyutlanacaktır,. Kürtlerin Ermenileştirileceği söylentisi varsa da bu bir yanıltmaca olup, uzun vadede Yahudileştirilmeleri ihtimali daha yüksektir, böylelikle vaat edilmiş toprakları ı kapsayan Büyük İsrail ideali hayat bulmuş olacaktır). Tabiatıyla Türkiye’ye yönelik art niyetler kısmen İran için de geçerlidir. Bu iki Müslüman devletin kaderi birbirine bağlıdır ve geçmişte de böyle olagelmiştir. Dolayısıyla Maşrık coğrafyasını kaderine terketmek, Türk milliyetçiliği kimliğine kaparak bin yıllık -komşularımız değil- vatandaşlarımız olan Araplara sırt çevirmek büyük bir yanılgıdır. Keza kuzeydeki Araplar son bin yılda Selçuklu, Akkoyunlu, Osmanlı gibi hanedanların şemsiyesi altında bugüne ulaşabilmişlerdir. Türkiye Devleti hem kendi hayatî çıkarları açısından hem de İslâmî ülküler zâviyesinden dünkü vatandaşlarını sahiplenmeye, onları emperyalist güçlerden korumaya zorunludur. Fakat bu nasıl olacaktır? Hudutlarımızın güneyinde Türkiye Devleti’nin güvencesinde (askerî, siyasî, ekonomik, kültürel ve demografik açılardan Türkiye’nin devamı-Osmanlı’nın ikinci vârisi mâhiyetinde) millî bir Arap devleti mi kurulmalıdır? Irak, Suriye, Ürdün ve Lübnan’ın bütünleştirilmesiyle Maşrık coğrafyasının kuzeyi istikrara kavuşturulabilir mi? Bölük pörçük hâliyle önce Hristiyanlaştırılmaya, sonra Yahudileştirilmeye açık ve her daim emperyalizmin hizmetinde bir bölge mi, yoksa bütünleşmiş ama Türkiye’nin kontrolünde Sünnî akideye dayalı bir istikrar sahası mı tercih edilmelidir? Vurgulamaya çalıştığımız husus, Turan heyecanına kapılarak çevremizi ihmal etmememiz gerektiğidir. Bölgenin yeniden yapılandırılmasında Türkiye başrolü oynamanın yolunu bir şekilde keşfetmek zorundadır. Aynı durum Kafkasya için de geçerlidir. Hâlihazırda bu bölgede kimisi bağımsız, kimisi özerk, kimisi de eyalet statüsünde yirmi yönetim birimi bulunmaktadır. İşbu karmaşa Türkiye ve İran açısından büyük bir zaaftır. Aynı zaaf bir düzine kadar hükûmete ayrışmış Balkanlar coğrafyasında da geçerlidir. Maşrık, Kafkasya ve Balkanlar üçgeni, gezegenimiz için öngörülen site devletleri tasarısının âdeta pilot bölgesi durumundadır.

Yukarıda zikrettiğimiz üçgenin mâruz bırakıldığı parçalanma sürecinin en büyük muhatabı Türkiye Devleti’dir. Bu o denli aşikârdır ki. acaba gibisinden bir tereddüde düşme lüksüne dahi sahip değiliz. Ne var ki, görüntülü ve yazılı ulusal Türk! basını dâhiyâne yöntemlerle bu gerçeği gözlerden ırak tutmakta, popüler hayat tarzının kuru gürültüsü içinde Türk halkını uyutmaktadır. Açıktan açığa ihanet içerisindeki basınımızın mücadele ettiği beş temel kurum vardır: Türk ailesi, Türk derin devleti, Türk ordusu, Türk Müslümanlığı ve Türk kültürü. Kültür cephesinden en fazla yıpratılmış iki unsur ise Türk dili ve Türk tarihidir. Zira toplumsal hâfıza diğer bütün kültür unsurlarından önce dile ve tarihe istinat eder. Türkçe konusuna dizi yazımızın ikinci bölümünde birkaç cümleyle değindiğim için, bu bölümde Türk tarihinin birtakım sorunlarını kabataslak gündeme getirmeye çalışacağım. Sözü dönüp dolaştırmadan ifade etmek gerekirse, her alanda parçalanma sürecine sürüklenmiş bulunan Batı Türklüğünün bir diğer sorunu da, kendi tarihine bakış açısındaki sakatlığı, yahut tâbiri caizse hafifmeşrepliğidir. Bugünkü toplumsal yapımız dahilinde “Sünnî-Alevî-Ateist”, “Türk-Kürt-Çerkez, “lâik-şeriatçı”, “milliyetçi-muhafazakâr-sosyalist-liberal” gibi doğal ya da yapay farklılıkları mesele hâline dönüştürmeye meraklı olmakla beraber, mazimizi parçalamaya da hevesliyiz. Bizim temel yanılgımız siyasî tarihimize yaklaşım tarzımızdadır. Bugün herhangi bir Türk vatandaşına “Türkiye Devleti hangi tarihte kurulmuştur?” babında bir soru yöneltecek olsak, alacağımız cevap muhtemelen “1923” olacaktır. Bu cevabı veren vatandaşı biraz sıkıştırırsak ağzından “1299” yanıtını alabiliriz. Fakat sağduyulu aydınlar dışında hiç kimseden (hattâ devlet adamlarımızdan bile) “1075” rakamını işitemeyiz. Genel kanıya göre Türkiye tarihi Selçuklu, Dânişmendli, Karaman, Osmanlı, Akkoyunlu ve Cumhuriyet gibi bir yığın rakip devletlerin sahnesidir. Halbuki bu bakış açısı son derece yanlış ve mahzurludur. Türkiye Devleti salt toprağıyla ve milletiyle ve kültürüyle değil, siyasî tarihiyle de bir bütündür. Devletimiz, Selçuklu asırları ile Osmanlı asırlarını hazırlayan irili ufaklı beylikleri ve hattâ Danişmentli-Karamanlı-Akkoyunlu gibi rüştünü kanıtlamış oluşumları dahi kapsayacak biçimde zengin bir terkibin eseridir. Bugünkü Türkiye toplumunun ataları Selçukludur, Karamanlıdır, Osmanlıdır, Akkoyunludur, ama sonuçta her kuşak ve her birey yekpâre Türk kimliğinin üyesidir. Dolayısıyla Türk siyasî tarihini tasnif ederken bütünlük esprisini yıpratacak ifadelerden kaçınmamız gerekmektedir. O kadar ki, Türkiye Devleti’ni Anadolu’yla sınırlandırmak bile yanlıştır. Şüphesiz ki anavatan Anadolu’dur; fakat anayurt Orta Asya’dır. Türkiye Devleti her ne kadar 1075 yılında, bir Selçuklu şehzadesi olan Süleymanşah tarafından İznik’te kurulmuş olsa da, köken itibariyle Yabgulu Oğuz Devleti’nin doğrudan doğruya devamıdır. Unutmayalım ki, devletimizin ilk bânisi Süleymanşah’ın babası Kutalmış Bey bir Oğuz yabgusu idi. Bu itibarla Büyük Selçuklu hanedanına sıcak bakmayan ve Anadolu’ya göç veren Oğuz boyları indinde Süleymanşah da meşrû bir Oğuz yabgusu konumundaydı. Şu hâlde Türkiye Devleti’nin 1075 yılından çok daha önce kurulduğunu iddia etmek dahi mümkündür. Söz konusu tarihte vatan değişmiş, fakat hanedan değişmemiş. Süleymanşah “yabgu” unvanını bırakarak” hakan” pâyesini resmen uhdesine almıştır.

Türk siyasî tarihini parçalamak eğilimi Türkiye Devleti’yle sınırlı değildir. Sakalarla Hunların torunları olduğunu bildiğimiz ve galatımeşhur kabilinden Göktürkler adını verdiğimiz boylar birliğince kurulan bozkır imparatorluğumuz da aynı parçalanmaya mahkûm bırakılmıştır. Tarih derslerinde ayrı devletlermiş gibi okutulan Birinci ve İkinci Göktürkler (552-745), Uygurlar (745-840) ve Kırgızlar (840-924) gerçekte birbirlerinden kopuk devletler değil, boylar arası çekişmeler sonucunda aynı devletin tahtını ele geçirmiş hânedanlardır. kaldı ki bu üç hânedan nesep itibarile de bütünlük arzetmekte, Hun hânedanının soyundan gelen -Türkçe adını bilemediğimiz- Aşına sülâlesine mensup bulunmaktadır. 552 yılından itibaren her hânedan istisnasız Ötüken’de hüküm sürmüş olup başkent asla değişmemiştir. Yanlış olarak “Göktürk” dediğimiz, gerçekte ise “Türk Devleti” sıfatıyla anmamız gereken bu bozkır birliği dönemi, hanedan değişiklikleriyle beraber tek devletin tarihidir. Bozkır Türk Kağanlığı sembolik olarak, 552 yılında kurulmuş olup, 924 senesinde Moğol saldırısıyla son bulmuştur. (552’den önce Türkçe konuşan kavimler elbette ki devletsiz değiller idi. Keza sonradan Avarlara başkaldırarak Bozkır Türk Kağanlığını oluşturacak olan boylar, Altay bölgesinde tabi bir devlet olarak mevcut idiler. Bunlar gibi Hun kalıntısı olan diğer Türk dilli boylar da böyle idiler. Meselâ Dokuz Oğuzlar ile Batı Türklerinin ataları Yirmi Dört boylu Oğuzlar da Kağanlık öncesinde muhtemelen Orhun taraflarında ikinci dereceden devletlere sahip idiler. Göktürklerin kendilerine bağladıkları Dokuz Oğuzların başında “kağan” unvanlı önderlerin bulunduğu Orhun Yazıtlarından anlaşılmaktadır ki, devletsiz olmadıklarına kanıttır.) İlk hanedanlık devrindeki aksamalara ve bölünmelere rağmen; daha ziyade Moğolistan, Türkistan, Kuzey Çin ve Güney Sibirya yörelerinde hükümranlık kurmuş olan Bozkır Türk Devleti dört yüzyıla yakın bir süre dünya Tüklüğünü temsil etmeyi başarmıştır. Sibirya’daki Yakuteli hariç, günümüzdeki bütün Türk cumhuriyetleri ve Türk dilli topluluklar Göktürk birliğinin türevleridir. Dolayısıyla bahis konusu dört yüzyıllık devir Türk tarihinin dönüm noktasıdır. Elbette ki bu devlet gökten zembille inen göçebe boylar marifetiyle kurulmuş da değildir. Bozkır Türk Kağanlığı şimdiki bilgilerimize göre, milattan önce yedinci yüzyılda tarih sahnesine çıkmış Sakalardan başlayıp 552 senesinde Avarlarla son bulmuş olan yaklaşık 1250 yıllık erken/antik dönemin vârisidir. Bozkır Kağanlığının ardından ise Türk birliği kesinkes dağılmış ve İslâm tarihi içinde yeni bir mecraya girmiştir. Sonuç olarak, Genel Türk Tarihi, altı ana döneme tasnif edilebilir: 1) Ön-Türk devri; 2) Erken-Türk devri (Sakalar-Hunlar; 3) Fetret devri (Hunların dağılması ile başlamış, Göktürklerin toparlanmasıyla son bulmuştur); 4) Kağanlık devri (Göktürkler); 5) Klâsik devir (Müslüman Türk devletleri) ve 6) Cumhuriyetler devri.

Günümüzden geriye doğru sıralamak icap ederse: Cumhuriyet, Tanzimat, Klâsik Osmanlı, Beylikler, Selçuklu, Oğuz-Karluk ve Türgiş-Onok dönemlerini idrak etmiş bulunan Türkiye Devleti Göktürklerin yegâne fiilî temsilcisi ve en istikrarlı vârisidir. Tekrar altını çizmeliyiz ki, Türkiye Devleti tarihini “zihinlerimizde-kitaplarımızda” parçalamaktan kaçınmalı, toplumsal hâfızamızın sağlığını düşünerek, bütünlük esprisi içerisinde tasnif etme yoluna gitmeliyiz. Batı Göktürk boylarına dayanmış olan Onok hanedanı, ardılı Türgiş hanedanın atası olduğu gibi, biz Batı Türklerinin eski başbuğları olan Oğuz ve Karluk yabguları da Türgiş kağanlarının torunlarıdır. Selçuklular ile Osmanlılar da keza Oğuz boylarına mensup ailelerdir. Özetle, Onoklardan (milâdî 552) itibaren gerek siyasî hâkimiyet ve gerekse etnik yapı ana hatlarıyla değişmemiş, Türkiye Cumhuriyetine dek özünü muhafaza etmiştir. Göktürklerle Türkiye Türklerinin karabetini şöyle de ifade edebiliriz: On beş asırlık Orhun yazıtlarının dilini anlamak, yakın geçmişe ait ağdalı osmanlıcayı çözmekten daha kolaydır.

TÜRKİYE DEVLETİ (BATI TÜRKLÜĞÜ) TARİHİNİ TASNİF DENEMESİ

1. Onoklar Devri, 552-766 (İstemi Yabgu’dan son Türgiş Yabgusuna kadar çalkantılı bir dönem).

2. Seyhun Oğuzları Devri, 766-1075 (Oğuzdan muhtelif hanedanlara mensup yabgular idaresinde. Başkentleri muhtemelen sırasıyla: Ordu, Eski Guzeli, Yenikent ve Cend. Türkiye Devleti tarihini Büyük Selçuklulardan kısmen müstakil değerlendirdiğim için Selçuk, Arslan, Kutalmış ve Rükneddin Süleymanşah adlı beyler silsilesini Oğuzların son Yabguluk hanedanı olarak kabul ediyorum. Elbette ki Selçuk Bey Yabgu unvanını taşımamış, Oğuz Devleti bu sırada son bulmuş, Selçuk’un oğlu İsrail ise Arslan adını alarak 1000 yılı civarında Yabguluğunu ilân etmiştir. Arslan’dan sonraki meşrû Yabgu Selçuk’un diğer oğlu İnanç Musa’dır. Dolayısıyla Kutalmış ve Rükneddin beyler bütün Oğuzların başbuğu değildirler. Onlar kendilerini meşrû kabul ederek mücadele etmişler, daima taraftar bulmuşlardır. Keza Oğuz-Türkmen boyları Büyük Selçuklu hakanlarından ziyade mezkûr silsilenin önderliğini tercih etmişler ve Rükneddin Süleymanşah’ın komutasında Anadolu’ya akmışlardır. Adı geçen bu son fiilî yabgunun 1075 yılında Anadolu’yu fethederek ve Türkmen beylerinin onayıyla İklim-i Rûm Sultanı pâyesini almasıyla Oğuz Yabguları dönemi kapanmış, Türkiye dönemi açılmıştır. Dolayısıyla Oğuz Devleti’nin Türkmen boyları marifetiyle Anadolu’ya taşındığını ve burada dönüşüme uğradığını düşünebiliriz.)

3. Anadolu Selçuklular Devri, 1075-1318 (Birinci Rükneddin Süleymanşah’tan Beşinci Kılıç Arslan’a kadar. Başkentleri önce İznik ve sonra Konya. Kimi tarihçiler bu devri Birinci İmparatorluk Çağı pâyesiyle anmaktadırlar; İkinci İmparatorluk Çağı ise Osmanlı’nın Cihan Devleti unvanını koruduğu dönemdir.)

4. Anadolu Beylikleri Devri, 1318-1453 (İlhanlı-Moğol valisi Timurtaş Noyan tarafından Selçuklu hanedanının dağıtılması akabinde başlar ve İstanbul’un fethini takiben Karamanoğulları Beyliği’nin tasfiyesiyle son bulur. Azerbaycan hariç, Anadolu Birliğinin yolu artık açılmıştır.)

5. Klâsik Osmanlı Devri, 1453-1839 (İstanbul’un düşmesinden Tanzimat Fermanı’nın ilânına kadar).

6. Tanzimat Devri, 1839-1923 (Tanzimat Fermanı’nın ilânından Türkiye Cumhuriyeti’nin kurulmasına kadar).

7. Cumhuriyet Devri, 1923’ten beri.

Metin Savaş