Metin SAVAŞ

Metin SAVAŞ

[email protected]

KANONİK METİNLERİN VAZGEÇİLEMEZLİĞİ ÜZERİNE

07 Mayıs 2019 - 21:17 - Güncelleme: 07 Mayıs 2019 - 21:19

KANONİK METİNLERİN VAZGEÇİLEMEZLİĞİ ÜZERİNE

 

 

Batı dillerindeki canon / kanon sözcüğü Arapçadaki kânun sözcüğüyle aynıdır. Kural, yöntem, ilke ve yasa anlamlarını taşır. Hıristiyanlıkta kutsal metinler seçkisidir. Bu itibarla kanon kavramındaki seçki anlamı bilhassa muhtelif kitaplar söz konusu olduğunda daha belirgindir. Tarihsel olarak bir anlamı da eğitim kurumlarının tercih ettiği kitaplardır. Edebiyat kuramında ise okunmaya ve irdelenmeye değer kitapları belirtir. Yeryüzünde milyonlarca kitap bulunduğuna göre (ve insan ömrünün bu kadar çok kitabı okumaya yetmeyeceği malum olduğuna göre) mecburen birtakım tercihlerde bulunmamız gerekiyor. Kişinin tercihi ile tüzel kişinin (kurumsal tercihin) birebir uyuşmayacağı meydandadır. Tabii ki kurumsal tercihler de uyuşmaz. Medrese için kanonik metin başkadır, manastır için başkadır. Yine aynı şekilde, meselâ, tekke ile medrese tercihleri de farklı farklıdır. Türk milliyetçilerinin kanonik metinleri arasında Ziya Gökalp ile Yusuf Akçura kitapları bulunurken, Siyasal İslâmcıların kanonik metinleri çok daha başkadır. Vahye dayalı kutsal kitaplar dışındaki kanonik metinlere de mukaddeslik atfedildiğini söylersek abartmış olmayız. Orhun Yazıtları ile Dede Korkut Hikâyeleri biz Türkler için birer mukaddes metinlerdir. Muharrem Ergin bu nedenle “Dede Korkut’u okumak bir ibadettir” der. Fuat Köprülü ise “Türk edebiyatının bütününü terazinin bir gözüne, Dede Korkut’u tek başına diğer gözüne koysanız Dede Korkut ağır basar” demiştir.

Kanonik metinler söz konusu edildiğinde tüzel kişilerin tercihleri daha dar kapsamda kalacaktır. Fert ise daha fazla hürdür, seçim tercihi daha fazla keyfe kederdir. Bununla birlikte birtakım iç ve dış dayatmalar ve telkinler sebebiyle ferdin tercihi büsbütün hür değildir. Dış dayatmalar mahalle baskısından başlar ve devlete kadar uzanır. Türk Ocaklı bir vatandaş bütün kişisel tercihleriyle beraber Türkçülüğün Esasları kitabını okumaya kendisini mecbur hisseder, bunu bir görev bilir. Türkçülüğün Esasları’nı okumayı reddettiği takdirde mensubu bulunduğu camianın tazyikinden önce kendi vicdanının baskısı altında kalacaktır. Ama aslında kendi vicdanının baskısını doğuran da mensubu bulunduğu camianın kanonik seçkisidir. Bu her yerde böyledir. Bir örnek verelim: Siz şayet ki ateist bir sivil toplum kuruluşunun üyesi iseniz, herhangi bir dinî metni hidayete ermek veya feyiz almak maksadıyla okuyamazsınız, siz herhangi bir dinî metni ancak üyesi bulunduğunuz kuruluşun prensipleri doğrultusunda tenkit amaçlı okursunuz. Elbette ki okuduğunuz metinler aklınızı çelebilir ve tereddüt neticesinde saf değiştirebilirsiniz. Kısacası, her kanonik metin kendi evreninde mukaddestir. Evrensellik görecelidir. George Orwell’ın 1984 adlı romanı bütün insanlığa hitap eden bir metin olsa bile Sovyetler Birliği’nin kanonik metni olamamıştır. Kur’an-ı Kerim müslümanlar indinde tahrif edilmemiş tek vahiy kitabıdır fakat milyarlarca insan Kur’an-ı Kerim’i reddediyor.

Kanonik metin yoksa müşterek şuur yoktur. Tarık Buğra’nın Küçük Ağa’sını içselleştirmemiş biri hakkıyla Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olamayacaktır ve Türk İstiklal Harbi o kişi için hakiki bir değer taşımayacaktır. Şu hâlde, değerlerin aşındırılmasının başlıca yöntemlerinden biri kanonik metinlerin tahakkümüne müdahalede bulunmaktır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün Nutuk’unu veya Mehmet Akif Ersoy’un İstiklal Marşı’nı tartışmaya açıp karaladığınızda veya çarpıttığınızda değerler aşınması olgusuna katkı sağlamış olursunuz. Bu itibarla kanonik metinlerin kıskançlık derecesinde muhafazası elzemdir. Ama aynı zamanda kanonik metinlerin sorgulama dışı bırakılması durumunda eleştiri kültürünün yerini bağnazlığın doldurması riski vardır. Bağnazlık ise muayyen değerlerin hasımlarının ekmeğine yağ sürebilir, tekâmülü önleyerek kanonik metinlerin dolaylı yoldan değersizleşmesine yol açabilir. Erol Güngör veya Cemil Meriç metinleri aşılamaz denilirse her şeyden önce Erol Güngör ile Cemil Meriç bundan zarar görecektir. Nitekim Hüseyin Nihal Atsız, tenkide tahammülsüzlüğü ihanetle bir tutuyor. Şu da var ki, eleştiri ve sorgulama özgürlüğü söylemiyle, putları deviriyorum iddiasıyla pervasızca hareket edip birtakım temel değerleri körlemesine aşındırmak ya gaflettir yahut da entel züppeliğidir. Tabii ki buradaki maksat art niyet ise genel anlamda münafıklık söz konusudur. “Tanrı gibi gökte oldum” diyen Bilge Kağan’ın zihniyetini eleştirmeniz mümkündür ama Bilge Kağan gerçeğini görmezden gelemezsiniz. Görmezden geldiğinizde bir millete kendi tarihini kasıtlı olarak unutturmaya çalışıyorsunuz demektir ki işte burada artık karanlık kumpaslar devreye girmiş demektir. Artık burada entel züppeliğinden ziyade komplo var demektir.

Edebiyat eleştirmeni Harold Bloom “Batı Kanonu” adlı hacimli eserinde Shakespeare’den bahsederken şöyle yazıyor: “Kim olursanız olun, hangi dönemde olursanız olun kavramsal ve imgesel anlamda, Shakespeare her zaman sizden bir adım öndedir. Sizin anakronistik olmanıza neden olur çünkü o sizi kapsar, siz onu kapsayamazsınız. Marksizm, Freudculuk ya da DeMancı dilbilimsel kuşkuculuk gibi yeni bir doktrinle onu (Shakespeare’i) aydınlatmanız mümkün değildir… Freud’da önemli olan ne varsa zaten Shakespeare’de de vardır… Freudcu zihin haritası Shakespeare’inkidir, Freud sadece bunu yazıya dökmüş gibidir… Shakespeareci bir okuma Freud’un metnini aydınlatır… Shakespeare’in Freudcu bir okuması ise Shakespeare metnini kısıtlar, küçültür. (Batı Kanonu, sayfa 31 ve 32, İthaki Yayınları, 2014)”

Şu hâlde Bilge Kağan’ın “Tanrı gibi gökte oldum” ifadesini dindar veya modern insan zihniyetiyle yargılamamız anakronik tavırdan başka bir şey değildir. Bilge Kağan’ın modern insandan farklı algılara sahip olması bir suç veya günah da değildir. Yukarıdaki satırlarımızda “evrensellik görecelidir” demiştik. Entelektüel bir Hıristiyan “Tanrı gibi gökte oldum” ifadesini Türk faşistliğinin dayanaklarından biri olarak yorumlayabilir fakat aynı entelektüel Hıristiyan “İsa Tanrı’nın oğludur” dogmasını samimiyetle savunacaktır. İzafiyet derken bunu kastediyoruz.

Shakespeare Freud’u aydınlatıyor. Freud ise Shakespeare’i sadece yorumluyor ve çözümlüyor. Aydınlanma dediğimiz şey belki de budur; anlamak ve kavramak! Bizler, bugünün Türkleri olarak Dede Korkut evrenini kapsıyor değiliz. Tam tersine, Dede Korkut evreni bizleri kapsıyor. Çünkü o evren bizim varoluşumuzu mümkün kılan dayanaklardan (unsurlardan) biridir. Dede Korkut’u söküp attığımızda varoluşumuz tükenecektir. Nihal Atsız diyor ki: “Bir millet, ordusunu kaybedebilir. Bağımsızlığını da kaybedebilir. Fakat dilini sakladıkça, o millet yaşıyor demektir. Dilini kaybeden bir millet ölmüş demektir. (Türk Ülküsü, sayfa 69, Ötüken Neşriyat, 2011)”

Kanonik metinler sözlü de olsa yazılı da olsa, arkaik de olsa aktüel de olsa, dil verimleridirler. Dil ise hafızadır. Orhun Yazıtları’nın veya Dede Korkut Hikâyeleri evreninin günümüzde işlenmesi, Harold Bloom’un dediği gibi, Türk kültür kodlarının zihin haritasının işlenmesi, güncellenmesidir. Ne var ki anakronik eğilimlerimiz nedeniyle Dede Korkut Hikâyeleri’ni kısıtlayıp küçültmemiz de daima ihtimal dairesindedir. Bir milliyetçi sanatçının muhayyilesinde Dede Korkut bir şamana, bir sofu sanatçının tahayyülünde ise bir evliyaya dönüştürülebilir. Oysaki Dede Korkut ne odur ne budur. Benim burada “ne odur ne budur” demem bile bir yanılgı olabilir. Şaşmaz gerçeklik nedir diye soracak olursak, kanonik metinlerin vazgeçilemezliğidir.

 

Metin Savaş