Metin SAVAŞ

Metin SAVAŞ

[email protected]

BU SESE KULAK VERİN

19 Mart 2020 - 15:59 - Güncelleme: 19 Mart 2020 - 16:17

BU SESE KULAK VERİN

Evrensel kardeşlik adına milliyetçiliğin faşizmle eşdeğer tutularak tahkir edilmesi, âmâ aynı zamanda etnik milliyetçiliğin gündeme iyice sokulması,millî kültürün evrensel kültür namına figüranlığa itilmesi Vahşi Batı’nın, AB adı altında bütünleşmeğe çalıştığı bir zamanda Anadolu’ya “etnik havuz ”yaftasının lâyık görülmesi ve benzeri tutumlar, hümanizmin erdemleri sıfatıyla aydınlarımızın ve halkımızın zihnine şırınga ediliyor.

Doğudaki beş Türk cumhuriyetinin “nisbî bağımsızlığını” kazandığı talihli bir dönemin tanıkları olmakla bahtiyarız. Nisbî bağımsızlık, zira bedeli ağır olan bir mefhumdur hürriyet. Orta Asyalı ve Kafkasyalı soydaşlarımız, tam istiklâl uğrunda kat etmeleri gereken hayli meşakkatli bir yola girdiler. İktisadî ve kültürel bağımsızlığın yoluna.

Onların Rus emperyalizminden görece kurtularak ilk adımlarını atmaları Türkiye Türklüğü’nde ne büyük heyecanlar uyandırmıştı. Çoktandır unuttuğumuz Turan rüyalarını yeniden görmeye başlamıştık. Sanmıştık ki birkaç yıla kalmaz, Enver Paşa’nın Turan İmparatorluğu mefkûresi siyasî sahnedeki yerini alır. Herkes milliyetçi kesilmişti. Çin Seddi’nden Adriyatik’e parolası dillere pelesenk, gazete manşetlerine abone olmuştu. Devrin cumhurbaşkanı, bir Osmanlı hükümdarı azametiyle ve basın ordusunu da ardına takarak âdeta Türkistan’a öncü akını düzenlemişti. Tıpkı yaklaşık bin yıl önce Çağrı Bey’in üçbin süvariyle Anadolu’yu keşfe çıkması gibi.

Ne var ki bu pembe rüya pek kısa sürdü. Tez uyandık tatlı uykumuzdan. Ve hâlâ anlayamadık ki, uyanmaktan ziyade uyandırılmıştık. Ağır olun demişlerdi bize; çizmeyi aşıyorsunuz! Elbette bu mesaj, siyaset sanatının ince ve karmaşık usûlleriyle verilmişti.

İlkin Turgut Özal sahneden çekildi. Ardı ardına vasıfsız, iradesiz hükûmetler kuruldu. Toz pembe düşünün mahmurluğunu üzerinden henüz atamamış Türk milleti şaşkın ve umutsuz, Refahyol hükûmetine geçit verdi. Ortalık enikonu karıştı. Darbe söylentileri ayyuka çıktı. Ardından gelsin 28 Şubat süreci. (Özal’ın vefatından sonra oluşan/oluşturulan kaos ortamında Elçibey’in de icabına bakıldığını önemle hatırlamalıyız.)

Garip değil mi; Türk dünyasının toparlanmaya başladığına inandığımız bir anda Türkiye, her zamankinden daha yoğun bir tarzda hümanist felsefenin kuşatması altına giriverdi. Aslında hiç de garip değil… Bin yıllık oyunun son hücumuydu bu. Zira Türkiye’de Türkçülük akımı güçleniyordu. Tarihin her döneminde çizmeyi aşmış bu asil ülke kazara toparlanır da Türk cu mhuriyetlerinin başına geçecek olursa vay emperyalizmin hâline. Türkiye’yi dizginlemenin en kestirme yolu hümanizm olabilirdi.

Evrensel kardeşlik adına milliyetçiliğin faşizmle eşdeğer tutularak tahkir edilmesi, ama aynı zamanda etnik milliyetçiliğin gündeme iyice sokulması, millî kültürün evrensel kültür namına figüranlığa itilmesi (halbuki Gökalp’ın yerinde teşhisiyle hars her zaman millîdir, cihanşümul olansa medeniyettir), eski Batı’nın -yada Vahşi Batı’nın- AB adı altında bütünleşmeye çalıştığı bir zamanda Anadolu’ya “etnik havuz” yaftasının lâyık görülmesi ve benzeri tutumlar, hümanizmin erdemleri sıfatıyla aydınlarımızın ve halkımızın zihnine şırınga edilmeye başlanıyordu.

Bilimsel düşünce, teknik ilerleme, kentleşme, demokratikleşme nevinden unsurlar bakımından Batı’nın yüz yıl, ikiyüz yıl gerisinde bulunduğumuzu hümanist felsefe bize sık sık hatırlatır durur. Fakat ne hikmetse, Batı’yı Batı yapan sosyolojik hadiselerin özünü daima es geçer. Milletleşme merhalesi yönünden de Batı’nın gerisinde kaldığımızı, Batı’nın ancak cemaatçı/ümmetçi toplum yapısından sıyrılıp millet hâline inkılâp ederek zirveye çıktığını hümanist felsefe ince bir plânla bizden gizler.

Biz Türkler aslında pek saf, temiz kalbli, art niyet aramayan nezih bir milletiz. Bir zamanlar Türk olan Bulgarların, Macarların, Araplar ile İranlılar ve Ruslar içinde asimile edilmiş soydaşlarımızın akıbetine sürüklendiğimizi bin yıldır idrak edemiyoruz. Toplumumuzun Sünnî kesimi İslâm ümmetçiliği ve Alevî kesimi ise Anadoluculuk bahanesiyle millî kimlikten soyutlanırken kayda değer bir tepki göstermiyoruz. Tembel değiliz ama fazla temiz kalbliyiz.

Zaman zaman Türklük adına başkaldırılar vaki olmuşsa da arzulanan sonuca ulaşılamadığı açıktır. Ne II. Osman’ın maksadını lâyıkıyla anlayabildik, ne de en eski Türk kültür kodlarını muhafaza eden Heterodoks Türkmenlerin tutumlarını değerlendirebildik. Atatürk’ün önderliğinde önemli bir çığır açtık fakat saflığımızdan yararlanan cingözlere çabuk teslim olduk.

Bugünkü Türkiye’nin aslî meselesi kronik enflasyon, Avrupa Birliği’ne (yahut dirliğine) girmek falan değil, pek çok sorunumuzu çözecek olan “milletleşme sürecimizi” tamamlamaktır. Ancak bu sayede toprak yitirmek tehlikesinden, ekonomik istikrarsızlıktan, kültür buhranından, mezhep sürtüşmelerinden, arabesk/popülist bayağılıktan, hattâ İslâmî ahlâk yoksunluğundan kurtulabileceğiz.

Hümanist felsefe “evrensel kardeşlik” idealinde samimî olsaydı, şüphesiz ki her topluma ve Türk toplumuna “millî kültür kodlarını” kurtuluş reçetesi olarak tavsiye ederdi. Fakat kapitalizm gibi, materyalizm ve faşizm gibi, kısacası bütün izmler gibi hümanizm de emperyalist dünyanın dayatmasından başka bir şey değildir.

Ne yazık ki, Türkiye her zamanki temiz kalbliliğiyle kendisi için kurulmuş tuzaklara düşmekte pek fazla nazlanmamaktadır. Bilhassa yazılı ve görüntülü basının tutsağı olup çıkmıştır. Televizyon programları arasında çok küçük bir yüzdeye sahip olan seviyeli çalışmalar halkımızca izlenmemekte, hiçbir mesaj taşımayan eğlenceler, yarışmalar, filmler, şarkılar rağbet görmektedir. Yalnız ismen bizden olan büyük gazeteler hümanizmin kaleleri hâline gelmiş, devşirme zihniyetine malik kadrolarca istilâ edilmiştir (Marslılar uzay gemileriyle gelseler istilâda bu denli başarılı olamazlardı).

“TÜRK KİMLİĞİ”, “21. YÜZYILDA TÜRKİYEM”, “NASIL MÜSLÜMAN OLDUK” türünden hacimli kitaplar, Anadolu romantizmi adına Türklük gerçeğini ihmal eden ya da “biz Türkler’in Anadolu’da ne işi var?” kompleksini açığa vuran tezler ve bu cümleden oryantalist romanlar baş tacı edilirken millî çıkarlarımızı gözeten yayınlar görmezden gelinmektedir. Örnek olarak, A. Yaşar Ocak’ın BABAÎLER İSYANI, Taha Akyol’un İRAN VE OSMANLI’DA MEZHEP VE DEVLET’i, Beşir Ayvazoğlu’nun GELENEĞİN DİRENİŞİ, Mustafa Miyasoğlu’nun KÜLTÜR HAYATIMIZ adlı eserlerini zikredebiliriz. Milliyetçi/mukaddesatçı gerçek aydınlarımızın farklı tonlardaki ciddî eserleri dururken, isimleri öztürkçe olan ama zihinleri Türklükten ve Müslümanlıktan uzaklaşmış hümanist entellerin yapıtlarına bizzat devletimizin iltifat etmesi ne kadar saf, ne kadar temiz kalbli olduğumuzun göstergesidir. “Sana tokat atana öteki yanağını çevir” öğüdünü Hazreti İsa biz Türkleri düşünerek sarf etmiş olmalı.

Biz bu makaleyi, yine görmezden gelinen iki önemli çalışmayı “acaba gündeme sokabilir miyiz” gibi safça bir umutla kaleme aldık. Muhtelif dergilerde sık sık imzasına rastladığımız Prof. Dr. Orhan Türkdoğan’ın ALFA’dan çıkan iki dikkate değer eseri: MİLLÎ KİMLİĞİN YÜKSELİŞİ ve KÜLTÜREL BOYUTLARIYLA KEMALİST SİSTEM…

Türkdoğan hocamız bu iki hacimli eserinde Türkiye’nin meselelerine popülizme kaymadan, akademik kimliğinin hakkını vererek ve önceki eserlerinden alıştığımız aydınlatıcı üslûbunu muhafaza ederek ayrıntılı olarak neşter vurmaktadır.

Türk kültüründe dinin yeri nedir, nereye kadar ümmetçilik, hangi sosyal şartlar bu ülkede Atatürk’ü yaratmıştır, Kemalist Sistem Türkiye’nin şansı mıdır yoksa terk edilmesi gereken bir yük müdür gibi hayatî mevzular söz konusu iki kitabın temasını oluşturmaktadır.

Bu iki eser sayesinde anlamaktayız ki, bize Atatürkçülük diye yutturulan bir hümanizm olgusu ülkemize tahakküm etmekte ve İslâm dininin yüce prensipleri istismar edilerek Türk kimliği kozmopolitleştirilmektedir. Yine bu iki eserde, Selçuklu ve Osmanlı coğrafyası hariç İslâm tarihinde hiçbir zaman uygulanmamış ümmet ütopyası bezirgânlarının, etnik ayrılıkçıların, Anadolucuların ve fanatik Batıcıların Türklük aleyhindeki paralel faaliyetleri gözler önüne serilmektedir.

Atatürk’ün vefatından sonra Kemalist Sistemin tasfiyesi ve çarpıtılmış bir Atatürkçülüğün hâkim kılınması olayıyla birlikte, milletimizin bekası için İslâmiyet’in gerekliliği, milletleşme sürecinin önemi, Atatürk’ün dine ve dindarlığa yönelik şahsî tutumunun analizi Türkdoğan Hocanın önyargısız kalemiyle açıklığa kavuşmakta: Cumhuriyetimizin kurucusunu körü körüne eleştirmenin yahut çarpık bir zihniyetle tabu hâline getirmenin toplumsal saadetimize indirdiği ağır darbeler tespit edilmektedir.

Gerek MİLLÎ KİMLİĞİN YÜKSELİŞİ’nde, gerekse KEMALİST SİSTEM adlı çalışmada Türkdoğan Hoca alıştığımız aydın sorumluluğundan hareketle, Türkiye’nin meselelerini tespitle yetinmemekte, ikna edici üslûbuyla köklü çözümler de sunmaktadır.

Fakat Türkiye’yi fikren ihyâ etmeye yönelik çalışmalar birkaç aydının gayretine terk edilemeyecek derecede önemlidir. Bu gerçeğin farkında olan Türkdoğan Hoca da meslekdaşlarını, siyasî kadroları ve resmî olsun olmasın bütün kurumları millî seferberliğe davet etmekte, tüm vurdumduymazlıklara rağmen sesini duyurmaya uğraşmaktadır, (bu son cümleyi okuyan Enderunî aydınlar, içlerinden “Sen daha çok uğraşırsın!” diyorlar mıdır acaba?).

Esefle ifâde etmeliyiz ki, Atatürkçülük’le yatıp kalkan gazeteler, tele-tembelizyonlar, üniversiteler ve yayınevleri hümanizmin güdümünde kaldıkları müddetçe Türkdoğan Hocalar seslerini duyurmakta bir hayli zorlanacaklardır. Atatürkçülük edebiyatının bu denli yoğun işlendiği bir dönemde -MİLLÎ KİMLİĞİN YÜKSELİŞİ’nden vazgeçtik- KEMALİST SİSTEM adlı kitabın büyük bir ilgi görmesi, hakkında olumlu olumsuz kritiklerin yapılması, açık oturumlara konu olması, en azından “TÜRK KİMLİĞİ” derecesinde dikkate alınması gerekmez miydi?

Fekaaaat… Kahpe Bizans’ı konuşmak dururkene, Türk doğmuş bir TÜRKDOĞAN’ı kim takar?

Metin SAVAŞ

Kaynak: https://www.kavgamiz.com/orkun-dergisi/bu-sese-kulak-verin-103/