Mahmut Haldun SÖNMEZER

Mahmut Haldun SÖNMEZER

[email protected]

Türk Aydını Komplekslerinden Kurtulmalıdır

01 Mart 2019 - 08:27 - Güncelleme: 01 Mart 2019 - 09:56

~~Türk Aydını Komplekslerinden Kurtulmalıdır

        Çok değil, belki beş altı sene kadar önce… Televizyonda harâretli bir tartışma programı… Programın katılımcıları arasında gazeteci ve hukukçu kimliğiyle müştehir bir köşe yazarıyla milletvekili olan bir hanımefendi de var. Tartışılan konu, bazı üst düzey devlet görevlilerinin eşlerinin başörtülü olması. Sayın milletvekili; cumhûrbaşkanı ve başbakanın hanımlarının eşleriyle birlikte yurt dışı gezilerine katıldıklarını, sahip oldukları sıfatla Türkiye’yi hârice karşı temsîl ettiklerini ve başın üzerindeki örtüyle gerçekleşen bu temsîlin, Türkiye’nin dış dünyadaki imajına zarar verdiğini söylüyor. Kelimenin tam anlamıyla bir eziklik ve aşağılık kompleksi örneği…
        Bir hanım milletvekili tarafından ortaya konan bu tavır, gerçekte hiç de yabancısı olmadığımız bir psikolojinin yansıması. Şabloncu aydınımızın klasik refleksi. Çağdaşlığı kılık kıyâfete indirgeyen ve onu da belli bir formata hapseden düz mantığın tezâhürü. Ne zaman öze, yerliliğe, millîliğe atıfta bulunulsa bunu çağdışı ilân eden ve bu konuda en ufak bir empati rezervine dahi sahip olmayan tahammülsüz benliğin isyânı. Farklılığı zenginlik olarak görmeyip hayâta rölatif bir nazarla bakmayı reddeden bu hâlin, sahibine ödettiği bedelse düşünce fukarâlığı ve derinlikten mahrûmiyyet.
        Yukarıda şahsiyyet kodlarını vermeye çalıştığımız bu aydının fikrî seviyesi ise miting meydânlarında havaya kaldırılan bir pankartın üzerine kazınmış slogan mesâbesindedir ancak. Evet, o her zaman sloganlarla konuşur. Ve kendisini de hep onlar üzerinden ifâde eder. Onun analiz edip anlamaya ihtiyâcı yoktur çünkü. Fikir ve icrâatın halkın faydasına olup olmadığını ise hiç umursamaz. Onun için her şeyden önce fikrin menşei önemlidir. Bir görüş, fikir veya toplumsal hareket Kemalizm’in kaşesini taşımıyor ve bir de yerlilik, millîlik ve İslâmî nispetlere sahip bulunuyorsa eğer hemen reddeder onu. Üzerinde tek bir saniye bile düşünmeye gerek duymadan. Yıllar önce cumhûriyyeti kuran irâde, herkes için yeterince düşünmüş ve en ideal senteze ulaşarak servis edilmek üzere önüne koymuştur zîrâ. Artık onun görevi, bu fikirlerin üzerinde bir gün bile düşünmeksizin papağan gibi tekrarlayarak herkese ve özellikle de yeni yetişen nesillere bilâ-kayd ü şart ezberletmektir. Bu hâliyle o, düşünce sistematiğine sahip özgün fikirler üreten bir münevvere değil de inancını yayma gayreti içinde olan bir misyonere benzer. Bunu pek de yadırgamamak gerekir aslında. Zîrâ inandığı ilkeler, onun için bir fikir olmaktan çıkarak bir tabu hâline dönüşmüştür çoktan. İzinden gittiğini söylediği şahıssa artık onun için bir lider değil, tapındığı bir fetiştir. Onun cevvâl bir zekâsı ve fikir üretmeye meyyâl bir zihni potansiyeli yoktur. Bütün mahâreti, bir münâzara esnâsında slogan ve referanslarını resmigeçit hâlinde sıralamaktan ibârettir sadece. Kısacası kendisiyle diyalog kurulması mümkün olmayan bir monolog adamıdır o.         
        Bu aydın tipi evvelemirde kendisiyle barışık değildir. Ve hitâb ettiği kitlenin değerleriyle de sürekli çatışmaktadır. O değerleri hiçbir zaman benimseyip kendisine mâl edememiştir. İç âleminde denge kuramadığı için de huzûrsuz ve son derece agresiftir. Aykırı bir ses karşısında kınından çıkıp “Savulun!” demeye hazır bilenmiş, bir kılıç gibidir. Güya fikir özgürlüğünden yanadır ama gerçekte kendi paradigması dışında kalan alternatif fikirleri boğmak üzere pusuda beklemektedir. Milletin mukaddeslerine ait en ufak bir iz ve emâreyi bile kendisine yakıştıramadığı için üzerinde göremeyeceğiniz bu devşirilmiş aydın portresi her şeyiyle buram buram tercüme kokmaktadır. Batı’yı beşeriyyetin zirvesi ve çağdaşlığın kıblesi olarak bilen ve ışığı görebilmek için bakışlarını dâimâ o yöne çeviren bu kör idrâk; problemlerimizi çözmekte değil, ancak üzerlerine tuz basmakta mâhirdir. Bu hâliyle o; “Fazla düşünmenize gerek yok! Sizin için en iyisini ben biliyorum.” diyen vesâyetçi aydın tipinin temsîlcisidir.
        Hayâta sadece alafrangalığın merceğinden bakan bu görgüsüz ve jakoben tavır, hitâb ettiği kitleyi henüz rüştünü ispat edememiş bir çocuk gibi algılamaktadır. O itibârla da ona dönük her türlü tasarruf, kendisi için meşrû ve mubâhtır. Âdetâ henüz reşît olmamış kalabalıkların, haklarında karar vermeye yetkili vasîsi gibi görür kendisini.  Rûhî ve fikrî açıdan çocuk seviyesini aşamamış keyfiyyetten mahrûm bu aydın tipi, gerçekte milletin fersah fersah gerisindedir her şeyiyle.
        Toplumu küçük görme tavrı o kadar baskındır ki halkın içinden çıkan bir lider veya siyâset adamı ona göre halktan birisi gibi davranmamalı ve onunla arasına mesâfe koymalıdır. Eski alışkanlıklarını terk etmeli, oturup kalkmasından sofra âdâbına varıncaya değin bütünüyle değişmelidir. Mâziyle alâkasını tamamen kesmeli, kendisini yeniden formatlayıp bambaşka bir âdem sûretine bürünmelidir. Gerektiğinde şahsiyyetsizliği göze alıp elbise değiştirir gibi şahsiyyet değiştirebilmelidir. Ona göre gerçek bir devlet adamı, misâfiri olduğu ailenin evinde dizlerini kırıp yer sofrasına oturarak yemek bile yiyemez. Hele bir de vals bilmiyor ve bir hanımı dansa kaldıramıyorsa eğer devlet adamlığı kumaşı zayıf demektir.
        Bu zevâtın üzerine titrediği bir husûs da Atatürkçülüğüdür. Fakat bu aydın tipi Mustafa Kemal’i de anlayıp özümsemiş değildir kesinlikle. Adına izâfe edilen ideolojiyi, sahip olduğu aristokratik imtiyâzların bir garantisi olarak mı görmektedir yoksa gerçekten seviyor mudur; bilinmez. Fakat seviyorsa bile anlamadan sevdiği aşikârdır. 1913’te genç bir Avrupa devleti olan Bulgaristan’da görevli iken bir Osmanlı diplomatı sıfatıyla katıldığı maskeli baloya Yeniçeri kostümüyle giden Mustafa Kemal portresinin yanında bu aydın tipi ne kadar zavallı, sevimsiz ve gayr-î millîdir.
        Bu zihniyet, Mustafa Kemal’i liderliğinin yanında janti mizâcı, teşrîfâta olan dikkati ve centilmen bir salon adamı imajıyla da gönlüne koymuştur. Gerçekte ise bu hayrânlık duygusu; köksüz, temelsiz ve tenâkuz içindeki bir idrâk ediş seviyesinden beslenmektedir. Mustafa Kemal’i her şeyiyle kabûl eden bu zihniyet, onu yetiştiren medeniyyet mîrâsı ve kültür muhîtini ise nedense bütünüyle reddetmektedir. Cumhûrbaşkanı olduğu târihe kadarki ömrü Osmanlı’nın eğitim, idâre ve siyâset mahfillerinde geçmiş bu zât, devlete ve millete baş olmanın hazırlık stajını imparatorluğun an’anevî müesseselerinde itmâm eylemiştir. Sahip olduğu özellikleri, o dünyanın içinde meşrebine uygunlukla iktisâb etmiştir. Yetiştiği çevre dikkate alındığında o, bir Osmanlı senyörüdür. Hiçbir beşer, yerden biten bir hudâyî-nâbit değildir ki Osmanlı’yı yok sayarak Mustafa Kemal’i var edelim. Redd-i mîrâs güdüsüyle hareket eden bu kifâyetsiz ve art niyetli nazar, Mustafa Kemal’in bir Osmanlı bürokratı olduğu gerçeğini dahi teslîm etmekten âcizdir.
        Gelenekle modernlik arasında bir denge kuramamış, almış olduğu Batılı eğitimle kimliğindeki Şarklılığı birbiriyle çatışmayan uyumlu bir terkibe kavuşturamamış, Batı karşısındaki aşağılık duygusunu bir türlü yenememiş, benliğini vampir gibi kemiren bu sinsi düşmânı alt edebilmek için ona benzemekten başka çâre olmadığını düşünecek kadar kendisini alternatifsiz ve yalnız hisseden ve bu yüzden de varlığını borçlu olduğu toplumla ikbâl yıldızı bir türlü barışmayan bu bezirgân ve kopyacı aydın tipi; sosyal çalkantılarımızla beraber halk ile aydın arasındaki derin uçurumun bir numaralı müsebbibidir. Hayâtından hikmeti ve metafiziği kovduğu için pozitivizmi tek gerçek hakikat zannetmek gafletine düşmüştür. Tek kanatla uçma sevdâsındaki bu aydın(!) her seferinde yere çakılmaktadır ama buna rağmen ezberlerinden de vazgeçmeye hiç mi hiç niyeti yoktur. Vaktinde edilmiş ilkokul yeminine bir tür sadâkat tavrıdır bu. Zihnini kelepçeleyen ideoloji prangasından dolayı kendini güncelleyememiş ve bu hâliyle çağdaşlık iddiâ ederken çağının çok gerisinde kalmış, âdetâ fikrî seviyesi itibârıyla çocukluktan dahi kurtulup bülûğ çağını bile idrâk edememiş, içtimâî bir hilkat garîbesidir o!   
Bundan böyle başımızda bu azîz milletin değerlerini sırtında bir kambur olarak gören idâreciler istemiyoruz. 28 Şubat sürecinde konser salonundaki kalabalığa hitâben Beethoven’in 9. senfonisini çalan orkestrayı işâret edip; “İşte, çağdaş Türkiye!” diyen idâreciler, artık bu saatten sonra bu milletin ne derdinin devâsı ne de gönlünün şifâsı olabilirler.
        Çağdaş sanatlarda ileriye gitmiş, bale ve operada zirveye çıkmış olmasına rağmen insanına korku, umutsuzluk ve sefâletten başka bir şey verememiş ve bu yüzden de çağdaşlığın gerçek kriterlerini yakalayamamış bir ülke örneği de yıllar boyu komünizmin pençesinde kıvranan Sovyet Rusya idi. 1990 öncesi Rusya’sı tam bir kültür ve sanat ülkesiydi. Rahmaninov’dan Çaykovski’ye, Borodin’den Korsakov’a kadar dünyanın en meşhûr opera ve senfoni yazarları bu ülkeden çıkmıştı.  Çağdaş sanatlar, özellikle opera ve bale oldukça gelişmişti. Fakat yetmiş seneden beri bütün ekonomik faâliyyetleri tek elde toplayan merkezi planlamanın çarkları altında ezilen bu ülke insanının midesi zil çalıyordu. Uçsuz bucaksız topraklara ve sınırsız kaynaklara rağmen yıllarca çağdışı bir ekonomik sistemin silindiri altında ezilen Rus halkı, ancak köhnemiş Sovyet mantığını devreden çıkardıktan sonra suni solunumdan kurtulup rahat bir nefes alabildi. Emsâlsiz zenginliklere sahip olan bir ülke yıllarca çağdışı olan bir ekonomik sistemin ilkelliği altında ezildi. Çağdaş sanatlardaki üstünlük ve hüneri, onu hür ve müreffeh bir ülke olarak yaşatmaya yetmedi. Doksanlı yıllarda vatandaşı akşam vakti sıraya girip mahalle çeşmesinden evine kovayla su taşımaya mahkûm eden İstanbul’da belediye başkanlığı yapmış bir eski siyâsetçi de gayet güzel vals yapıyordu ama onun devrinde İstanbul’da yaşayanlar hayâtlarından bezmişti. 
        Çağdaşlık bir medeniyyetin hayât üslûbunu ithal edip zevk ve eğlence kültürünü kutsayarak sahip olunabilecek bir nitelik değildir. Ne Beethoven’in 9.senfonisine giderek çağdaş olabilirsiniz ne de Dede Efendi’nin Ferahfezâ âyînini dinleyerek.
        Çağdaşlık en kısa ve net tarîfiyle hayâta rasyonel bir gözlükle bakabilme sanatıdır. Paradigmaya köle olmaktan kurtulmuş hür tefekkürün, bilim ve aklıselimin pusulasında meseleleri teşhîs ve tefrîk edebilme yeteneğidir. Aileden millete uzanan silsile içinde en küçüğünden en büyüğüne kadar insanları ve kurumları başarılı bir şekilde sevk ve idâre edebilme kabiliyyetine hâiz olmaktır. Bir insan bunları ne ölçüde başarıyorsa o ölçüde çağdaştır.
        Aydınımızın gerçek kamburu; varlığını medyun olduğu Türk halkı değil, Batı karşısında benliğini teslîm alan aşağılık duygusudur. Dimağına bir kene gibi yapışan şartlanmışlıklarıdır. Tekrarlamaya alıştığı ezberleri ezelî ve ebedî bir hakikatmişçesine benimsemek gafletine düşmüş olmasıdır. Kalıplara îmân etmiş zihniyet dünyasıdır. Asıl bu defolarla hüküm sürmeye alışmış olan aydın, bu milletin sırtına vurulmuş kocaman bir kamburdur.
        Oligarşinin önünde mâzisini unutup; “İşte, çağdaş Türkiye!” diye tempo tutanların, bir zamanlar yola çarıkla çıktığını bu millet unutmamıştır da çağdaşlığı monşer olmaktan ibâret zanneden nûrdan mahrûm aydın müsveddeleri, acaba kavramı ancak istihzâ ile bakılan komik bir derekeye düşürmüş bu hezeyânların ilelebed bu millet tarafından yutulacağına inanmış mıdır? Heyhat!
        Aydınımızın artık uzun kış uykusundan uyanması ve komplekslerinden arınması gerekiyor. Halkımız önce kendisiyle sonra da sahip olduğu imtiyâzları kendisine bağışlayan kitleyle barışık bir aydın profili görmek arzusundadır bundan böyle. Zîrâ artık bu ülkenin ne yeni bir 28 Şubat sendromu yaşamaya ve ne de yeni bir Süleyman Demirel klasiği seyretmeye tahammülü vardır.