Ergül ALTAŞ

Ergül ALTAŞ

[email protected]

GÖNÜL NE İSTER?

16 Aralık 2018 - 20:05

 

GÖNÜL NE İSTER?

            Pazar sabahlarını severim. Uyanır uyanmaz çıkmam yataktan. Günün eşiğinde durup yataktan çıkmak, hayata karışmak için bahaneler ararım. Bulursam ne âlâ! Bulamazsam gam değil. Hayat öyle ya da böyle devam ediyor nasıl olsa.

            Bizimkiler geç kalkar. Beklemem onları. Yalnızlığımı bir kabadayı ceketi gibi omuzlarıma atıp çıkarım. Ceketin ceplerinde kâğıt, kalem ve deste deste dertlerim.

Yine öğle yaptım. Yolumun üstünden simit aldım çayın yanına. Yağmur yağıyor ince ince. İstasyon Kahvesi’ne vardığımda ıslanmıştım ipince. İyidir burası. Ne kadar kalabalık olursa olsun hissedilen havası hep tenha. Başını alıp bir yerlere gitmek, buralarda bulamadığını oralarda aramak fikri düşer akla.

Masaların hemen hepsi boş. Yağmur altında ıslandıkça parlayan demir soğukluğuyla uzaklara uzayıp giden rayları en iyi gören masaya oturdum. Müşteri kıtlığından olsa gerek oturur oturmaz garson tepeme dikildi. Çay, dedim.

Yağmur hızlandı sanki. Toprağa kavuşamayan damlalar betonun sert yüzeyine çarpıp sağa sola sıçrıyor. Camın kaypak yüzeyine düşenler ise neye uğradığını şaşırıyor. Burası neresi sorusuna cevap bulamadan dağılıyorlar gözlerimin önünde. Onlar gidiyor, ben arkalarından bakakalıyorum. Yağmurun müziği teselli makamında.

Camın buğusunu elimle sildim. Pencere içinde pencere. Demiryolu boyunca duman gibi bir sis akıp geliyor. Rayları, bankları, şemsiyeler altında bekleşen yolcuları, iki yanda uzanıp giden elektrik direklerini içine alıyor. Dışarıda bir ben kalıyorum. Nereye gideceğimi, ne yapacağımı kestiremedim. Baktım çay bitmiş, simit duruyor. Hayret çayın tadı yok damağımda. Bu çayı ben mi içtim? Sıcaklığını, kokusunu yitirmiş, çay olmaktan çoktan çıkmış, bardağın dibinde kalan son yudumu aldım. Hayatın kekremsi tadı damağıma yapıştı, yüzümü ekşitti.

Uzaklara dalıp gitmişim. Kulağımın dibinde bir ses. İrkildim. “Oturabilir miyim?” diyor. “Buyrun oturun,” dedim demesine de kafamın içindeki ses, her yer boş, oturacak başka yer mi bulamadın, diyor. Başında kahverengi yün bir takke var. Alın geniş, kaşlar gür. Gözlerinde dalgalanmış da duruşmuş, görmüş geçirmiş insanların oturmuş huzuru ışıyor. Apak sakalı yetmiş voltluk ampul gibi aydınlık. Selam verip oturdu. “Ve aleyküm selam. Çay…” dedim. Tatlı bir tebessümle, olur anlamında başını eğdi.

Bilirim ben bu tavırları. Ne kadar inandırıcı olursa olsun, yutmuyorum işte. Çayını yudumlarken dereden tepeden konuşacak. Lafı döndürüp dolaştırarak en uygun kıvama getirdiğinde “İki gündür açım, bir çorba parası Allah rızası için,” diyecek. Ya da yolda kalmıştır. Memlekete gitmek için bilet parası ister. Üçüncü bir ihtimal, hastası vardır, tedavileri çok pahalıdır. Hiç şaşmaz. Yüzüne bakan böyle bir adam olduğuna dünyada inanmaz. Ben inanırım. Çok gördüm böylelerini. Yoksa bunca boş masa dururken ne diye benim masama otursun. Kara kaşım, kara gözüm, güleç yüzüm çekti desem. Sirke satan yüzümü gören on adım geri kaçar.

“Ne güzel yağıyor mübarek,” diye yağmurdan girdi sözü. “Güz kurak geçti, kış iyi başladı maşallah! Allah tarlasını susuz bırakmaz.” Su gibi dökülüyor sözler ağzından. İpek gibi yumuşacık, pürüzsüz sesi yağmurun şıpırtısına güfte gibi uyuyor.

Bakalım ne isteyecek? Ne uyduracak? Nasıl söyleyecek? Her şeyi söylüyor, benim ha şimdi söyledi, söylececek diye beklediğimi söylemiyor, söyleyemiyor. Tava gelmediğimin farkında demek.

Birer çay daha içtik. Simit, dedim. Teşekkür etti. Kahvaltısını yapıp da çıkmış. Yaklaşan yerel seçimlerden konuştuk. Belediyenin altyapı dışında kalan görevleri konusunda hayli kafa patlattık. Her yağmur sonrası oluşan sellere, değişen mevsimlere bağlamadan, çareler aradık. Daldan dala atladık lakin dayı istediği dala bir türlü konamadı.

İçi gülen gözleri gözlerimde tatlı tatlı anlattı. Güneş görmüş kar gibi eridi içimin buzları konuştukça. Unuttum ne idi derdim. İstesin, her ne istiyorsa. Cebimdeki paranın son kuruşuna kadar vermeye hazırım artık.

Baktım, ben baktıkça başka dala atlıyor. Cesaretlendireyim, sözün önünü açayım bari diye, “Benden bir şey mi isteyecektin dayı?” dedim.

“Ne isteyeyim yeğenim,” dedi. “Haktan iyilik, güzellik isterim. Baktım masada çayı, simidi unutmuş; kararmış, karalar bağlamışsın; selam vereyim dedim, selamet bulur belki. İki kelam edelim istedim. Erenler der ki sohbet her derde devadır.”

Bu peşin hükümler, ön yargılar gözbağı adama. Selamın ardında menfaat arayan pazarlıkçı zihniyet çöreklenmiş zihnime. Vah bana, vahlar bana! Başım önümde “Hakkınızı helal edin,” dedim.

“Sen de helal et evladım. Çayını içtim, başını ağrıttım.”

“Estağfirullah,” dedim. “O nasıl söz! İçime serin sular serptiniz. Yundum kıyandım, ferahladım. Sohbetinizde şifa buldum.”

“Çayın yanına simit, poğaça, börekten çok sohbet yakışır evlat,” dedi.

“Bildim,” dedim, “gönül sohbet ister.”