Abdullah MOLLAOĞLU

Abdullah MOLLAOĞLU

[email protected]

ENVER PAŞA'NIN MEZARI

12 Kasım 2019 - 21:36 - Güncelleme: 12 Ocak 2021 - 00:52

ENVER PAŞA’NIN MEZARI

(Hikâye)

Abdullah Mollaoğlu

Dışarıda yağmur vardı. Günlerdir şehrin üzerinde birikmelerine rağmen sonradan esen rüzgarlarla kaybolmayı âdet haline getirmiş bulunan bulutlar bu defa gitme taraftarı değil gibiydiler.

Kahvehanenin önü açık bırakılan şemsiyelerle doluydu. Müdavimler içeriye şemsiyelerini saçağın altına bıraktıktan sonra girmekteydi. Pencere camları sık sık buğulandığından mekan sahibi Mustafa Abi ikide bir kalkıp elindeki bezle tur atıyordu.

“Abi hazır ayaktayken şu televizyonun sesini açar mısın?” dedi Alper sanırım beşinci tur devam ederken.

Mustafa Abi bezini tezgaha bıraktıktan sonra uzaktan kumandayı alıp istenileni yaptı.

Televizyonda Kıraç “Kerkük Zindanı” adlı türküyü seslendiriyordu. Ses açılıp da türkü içeriye dolunca tüm başlar o yöne çevrildi ve ekrana odaklanıldı. Türkünün zaten yarısı geçmişti. Kalan kısmı ise büyük bir sessizlik içinde dinlenildi.

Türkü bitip sıra bir başka şarkıya geldiğinde Mustafa Abi sesi yine kısıp:

“Güzel söylemiş, maşallah.” dedi.

“Cem Karaca’dan da dinlemeli bu türküyü,” diyerek söze girdi Hasan Hoca ve devam etti:

“Adama yıllarca solcu dedik ama ben öyle bir yoruma denk gelmedim daha.”

O sırada İttihatçı Suphi Cemil Abi’nin birden vücudunu dikleştirdiği ve etrafına bakındığı görüldü.

“Yahu, Şerafettin Dayı nerede? Kerküklüydü o da değil mi?”

Soruya cevabı ben verdim:

“Evet abi. Fakat bir yakını vefat etmiş Almanya’da.  Yani yengenin bir yakını. Onun cenazesi gelmiş uçakla. Havalimanından alıp köye gideceklerdi.”

Suphi Cemil Abi bunu duyunca dudağını büktü. Ardından:

“Ta Almanya’dan buraya cenaze mi getirilir Allasen. Orada defnetselerdi ya!” dedi.

“E abi orası gavur memleketi. Ne işi var müslüman cenazesinin yad ellerde?”

Bu tepki Alper’den gelmişti. İttihatçı Abi ise istifini bozmadı:

“Bu benim kanaatim. Bence ölen kişi öldüğü yere gömülmeli. Ne o öyle taşımalı eğitim gibi taşımalı cenaze filan! Ölüyü oradan oraya gezdirmek de neyin nesi! Doğru olan mevtayı bir an önce toprağa kavuşturmaktır.”

“Almanya ama abi orası, onu diyor Alper de” diyerek araya girdim. Fakat:

“Almanya’da hiç mi müslüman mezarlığı yok?” diyerek savunmasını sürdürdü Suphi Abi “Hem orada ölen Alman milletine mensup müslümanlar nereye gömülüyorlar? Onları nereye götürecekler? Elbette ki Almanya’da defnedecekler. Bizim Türkler de ölünce oraya gömülsün, ne var bunda. Hem cenazenin çok geciktirilmemesi hem de temsil açısından. Almanya’nın toprağındaki müslüman mezarları şüphe yok ki dinimizi de temsil edecektir. Evet, orası acı vatandır. Ama sonuçta yarım asırdan fazla bir süredir milyonlarca Türk evladının da ekmek yediği ve bir daha da ayrılmayı düşünmediği yerdir.”

Suphi Cemil Abi sözün burasında durdu ve Mustafa Abi’ye eliyle işaret edip bir bardak çay istedi. Ardından devam etti:

“Tabii bundan daha fena yanlışlar da var. Mesela Türkiye dışındaki mezarları Türkiye’ye taşımak gibi. Bu noktada Enver Paşa çok üzücü bir örnektir. Her düşündüğümde efkârlanırım.”

Enver Paşa’nın ismi geçince gençler arasında bir hareketlenme oldu. Suphi Cemil Abi şimdi ilgiden memnun olduğunu belli edecek şekilde gülümseyerek konuşuyordu:

“Ne yaptık biz? Enver Paşa’nın kabrini ta Türkistan’dan aldık buraya taşıdık. Yetmiş senelik mezarı bozduk bunu yaparken. Peki Enver Paşa orada ne arıyordu? Öyle ya, bir Osmanlı paşası Türkistan’ın en uç noktasına neden gitmişti? Gezmeye dolaşmaya değil elbette! Oraya Türkistan’ın istiklalini sağlamak için gitmişti. Açık konuşalım, Turan için gitmişti!”

Dikkatle baktım. Suphi Cemil Abi’nin gözleri kıvılcımlanmıştı.

“Öyle bir mücadelenin içindeyken şahadet şerbetini içmişti. Ta Türkistan’da! Bugünkü Tacikistan’ın sınırları içinde. Ve oraya gömülmüştü. Bir semboldü artık Enver Paşa. İstiklal arzusunun bir nişanesiydi o kabir. Ve Türkiye ile Türkistan’ın kopmaz bağlarla birbirinin içine girdiğinin de resmiydi. Ama biz ne yaptık? Söktük Enver Paşa’yı Türkistan’ın bağrından ve İstanbul’a getirdik!”

Hasan Hoca birden kolunu sandalyesinin arkasına attı ve:

“Bence fena olmadı be abi. Bak ziyaret edebiliyoruz şimdi.” dedi.

Fakat sözlerinin devamında:

“Törenler de yapılıyor ne güzel, Fatiha okuyoruz.” da diyen Hasan Hoca’nın İttihatçı Suphi Cemil’in karşısında ihtiyatlı olduğu her halinden belli olmaktaydı.

Suphi Cemil Abi ise cevabını sol kaşını kaldırıp verdi:

“Fatiha için mekan sınırı yoktur hoca! Ölü isterse Merih’te olsun, Fatiha okursan o Fatiha’dan ölünün ruhu haberdar edilir. Ve burada bak ben sembol bir şahıstan bahsediyorum. Enver Paşa diyorum. O zaman Gül Baba’yı da taşıyalım Türkiye’ye! Onun ne günahı var da ta Macaristan’da yatıyor asırlardır!”

Bu çarpıcı bir örnekti. Kahvehane birden derin bir sessizliğe gömüldü.

“Evet, Gül Baba orada bizi temsil ediyor. Hem Türklüğü hem de müslümanlığı. Değerlerimizi ve dahi hayallerimizi temsil ediyor. Ve bugün resmî sınırlarımızın dışında pek çok yerde eren evliyanın, şehitlerin kabirleri var. Bunların her biri birer hece taşı Yunus’un deyimiyle. Ve o hece taşları birleşince uzun bir cümle oluyorlar. O uzun cümlede ise bizim medeniyetimizin kodları yazılı. Sarı Saltuk’un tüm türbelerinde de böyledir bu. İsterseniz Saltuk’un türbelerini de bozup taşıyalım Türkiye’ye!”

Kahvehane iyice sessizliğe gömüldü. Müdavimlerin duydukları bu cümlelerden sonra düşüncelere daldıkları belli oluyordu. Ancak hiç beklenmedik bir anda Göktuğ konuşup çetin bir soru sordu: “

Abi öyle diyorsun ama Kanuni Sultan Süleyman’ın cenazesi de İstanbul’a getirilmiş. Murat Hüdavengidar da aynı şekilde Kosova’da şehit edilmiş ama şu an Bursa’da!”

Suphi Cemil Abi önüne konulmuş olan yeni çayından bir yudum alıp gülümsedi. Gülümsemesindeki istihza tonu kendini hemen belli ediyordu.

“Birader, Osmanlı hatadan münezzeh miydi? Onlar hata yapmazlar mıydı? Elbette yaparlardı! Hata yaptıkları içindir ki imparatorluk yıkıldı! Hata yapmasalardı imparatorluk da yaşardı! Bu manada Kanuni’nin de Sultan Murat’ın da taşınması yanlıştı! Oralara gömüleceklerdi her ikisi de! Oralara gömülecekler ve bulundukları toprağın vatan olma kıymetini arttıracaklardı!”

“Abi gözünü seveyim, Kanuni’nin geride mezarını mı bırakırdı orada elin gavuru! Cenazeye olmadık hakaretler ederlerdi.”

Konuşan yine Hasan Hoca’ydı. Az önceki Fatiha bahsinin intikamını almak ister gibiydi:

“Bak Bursa işgal edildiğinde bir Yunan subayı Osman Gazi’nin sandukasına ayağıyla basmadı mı? Nasıl da gururumuza dokunuyor aklımıza gelince. Bir de düşünsene elin keferesinin Kanuni’nin gurbetteki mezarına neler yapacağını!”

Suphi Cemil Abi hafiften kaşlarını çattı:

“Hiçbir şey yapamazlardı! Neden dersen, orada bir padişah mezarı olsaydı oraları bu kadar kolay elimizden çıkarmazdık! Belki Viyana’yı da alırdık! Düşünsene, oradaki bir türbe bile askerimizin motivasyonunu nasıl da arttırırdı. Neden? Çünkü vatan olurdu orası bağrında bir Türk padişahı olunca. Hele ki o padişah Kanuni gibi yarım asır saltanat sürmüş demir kuşaklı bir cihangir olursa. Ve belki de Balkan Harbi’nde münhezim olmazdık Sultan Murat orada yatsaydı. Öylesine rezilce çekilmezdik yani! Haya ederdik padişahın naaşından. Keşke oralara iç organmış, böbrekmiş bağırsakmış filan bırakmakla yetinmeseydik de gerçek türbeler inşa etseydik!”

“Doğru,” diyerek destek verdi Mustafa Abi tezgahın gerisinden:

“Bugün Kanuni’nin türbesini bulmak için kazılar yapılıyor Macaristan’da. Yani iç organlarının gömüldüğü yeri arıyorlar. Bir yandan da Turan çerçevesinde yakınlaşıyoruz Macarlar’la. Türbe olsaydı çok daha başka olurdu ilişkiler.”

“Peki Enver Paşa’nın eski mezarı ne durumda şu an?” diye sordum.

“Anıt yapılacaktı,” dedi Alper, “Anıt ve yol. Ancak yapılmış değil hâlâ. Neredeyse otuz sene olacak, yapılmadı.”

O ana kadar anlatılanları sessizce dinlemekte olan Matruş Veli Abi masanın çuhasının üzerindeki bir şeker tanesini çay tabağına koyarken mırıldandı:

“Cenaze tekrar Tacikistan’a gitmeyeceğine göre o anıt mutlak surette yapılmalı.”

Derken şiddetli bir gök gürültüsü duyuldu. Yağmur şiddetini arttırmıştı. 

“Şemsiye de kâr etmez, mahsur kaldık burada.” diye mırıldandı Hasan Hoca.

“Benim için hava hoş!” diyerek küçük bir kahkaha attı bunun üzerine kahveci Mustafa Abi.

Ortamın biraz yumuşamasından olsa gerek Alper başını uzattı ve:

“E peki hiç mezarı olmayanlar var abi, mesela Lenin. Adam hâlâ toprak yüzü göremedi! Onlara ne buyrulur?” dedi.

Suphi Cemil Abi halden anlayan adamdı. Gülümsemekten çekinmeyip:

“Rus deyip geçme birader,” dedikten sonra çayından bir yudum aldı ve ardından son cümlesini patlattı:

“Evet, Ruslar zeki adamlar. Lenin keferesini toprağın da kabul etmeyeceğini bildikleri için cesedini de mumya halinde teşhirde tutuyorlar!”