TÜRK – İSLÂM HARİKASI / Nurettin Topçu
TÜRK – İSLÂM HARİKASI
Karakter, ferdin ve ırkın cevheridir. Cevher bir gizli hazinedir. Ondan sonsuz değerler fışkırır, ebedilik çiçekleri açılır. Ancak onun çiçeklenmesi için, kendisine uygun hayat suyunu bulması lâzımdır. Onunla birleşince harikalar doğurur.
Tarihin başlangıçlarından beri Türklük Asya’nın, eski dünyanın bu ana kıtasının topraklarından kaynayan bir cevherdi. Onun yaşama kudreti bir kıtaya sığmıyordu. Gobi çöllerinden Hazar kıyılarına, Tiyan- şan dağlarından Ural eteklerine kadar engin bir cihanı dolduran hayat iradesi, kendine yetecek gökleri arıyordu. Asırlarca Çin sınırlarından Bizans ülkesine kadar at oynatan kahraman bir kavim, bahtiyar bir anda gök kapılarının kendisine açılmasını bekliyordu. Atını aslanca süren, kılıcını mertlikte kullanan, kalbi şefkatle dolu, canlı, neşeli bir ırk, Şamanlık denen sihirbaz ibadetinin dar ve ruhsuz kalıbında cevherini işleyemezdi. Ona sonsuzluğa açılan ümit kapıları, ebediliğe susayan iman, kendinden geçirici aşk ummanı lâzımdı. Türk bu ummanı İslâm’da buldu. İslâm dininde Türk asıl kendini buldu; kendi cevherini belirtecek hayat unsurunu buldu. İslâm’ın Türk ile birleşmesi, cihan tarihinin belki en büyük harikasını doğurdu. Medeniyet tarihinde Doğu’nun ilk çağ kavimleri tarafından hazırlanan sihirle karışık bütün bilgilerin Batı’ya doğru yürüyerek İyonya ve Mısır kapılarından eski Yunan’a geçerken, Yunan’da sihri unsurlarından ayıklanıp sırf aklî bilgiler halinde felsefe adı altında toplanmalarına Yunan harikası denilmektedir. Türk’ü İslâm’la birleştiren harika ise bir imân harikasıdır. Evvelkine çok üstündür. Dünya tarihinde böyle mesut, böyle verimli sentez görülmemiştir. Bu birleşmede İslâmiyet, Türk’e İlâhî ruhu bağışladı. Türk, İslâm’a kendisini verdi. Türk’te eşsiz bir cevher gizleyen bir vücut kendi ruhunu bekliyordu. İlâhî ruh olan İslâm, yeryüzünde kendi barınacağı vücudu arıyordu. Kutsal buluşma Maveraunnehir’de oldu. Bu mübarek bölgede Türk, kılıcını kıble yaptı. Cihana sığmayan hayat iktidarını Allah’ı arayan bir kalbe doldurdu. Büyük iradesi aşk ile hikmetin yolu oldu. Muazzam bir haritada bir kavmin kan damarlarından taşarak İslâm’ın iman hudutlarına yayılan Türk varlığı ilimlerde, felsefede, dinde ve devlette insanlık tarihinin öğündüğü büyükleri yetiştirdi. İlimlerden en fazla hukuk sahasında Türk’ün dehası büyük eserini verdi. Önce göçebe iken İslâm olduktan sonra şehirlere yerleşen köyler ve kasabalar kuran Türk’ün, değişen cemiyet düzenini idareye yeterli yeni bir hukuka ihtiyacı vardır. Türk’ün zekâsı bu yüzden ilkin hukuk âleminde işlendi. Hepsi de Maveraunnehir ülkesinin yetiştirdiği Kâşanî, Teftezanî, Pezdevî, Herevî ve Semerkandî gibi büyük hukukçular İslâm fıkhında akla hayret verecek genişlikte eserler ortaya koydular. İslâm fıkhının en başında gelen Ebu Hanife’nin de Türk olduğunu biliyoruz. Onların yanında Buharı ve Müslim gibi hadîs âlimlerinin, Necmüddîn-i Kübra gibi bir tefsircinin gelmiş olması da Türk dehasının ilim âleminde aldığı mesafeyi göstermektedir. İslâm’da felsefe hareketinin Fârâbi ve İbn Sinâ gibi önderleri de yine Türk çocuklarıdır. Tasavvufta ise Türk, İslâm ruhunun en muhteşem şahsiyetlerini yetiştirdi. Ahlâk ve fazilette atasözü olan hükümdar sultan Hüseyin Baykara’nın atının dizginini, âlim ve şair vezir Alişir Nevâi’nin üzengisini tuttuğu Molla Cami, tasavvufta sultan olmuştu. Horasan’dan Anadolu’nun mübarek toprağına kadar uzanan diyarlarda ruhlara İlâhi aşkı dolduranlar, Hoca Ahmet Yesevîlerle Yunuslardı.
Diyebilirim ki insanlık tarihinde siyasi faziletle, devleti hakka hizmet idealiyle birleştirenler Türkler olduğu gibi, dünya nimetleri için savaşmayı Allah uğrunda cihad yapmakta ön safta olanlar yine Türklerdir. Büyük Selçuklu Alpaslan’ın, Malazgirt’te esir ettiği Bizans imparatoru Romen Diyojen e karşı kullandığı af, rahmet ve âlicenaplık, insanoğlunun ulaşabildiği kalp hareketlerinin en ulularındandır Ertuğrul Beyin torunu Fatih’te tekrarlarlanan âlicenaplıklar, İslâm’ın tanıttığı rahmet sevgisinin eserleridir. Büyük İslâm ülkesinde Anadolu’yu çelikten kale yaparak haçlılara karşı koyan Kılıç Arslanlarla Plevne kalesinin kahraman müdafii Gazi Osman Paşaları yetiştiren Türklük, Kuzey Kafkasya’dan bir İmam Şamil de çıkarmıştı. Rus Çarlığının istibdadına karşı sönmez bir kıvılcım gibi saldıran bu müslüman Türk kahramanı bizdeki din ve millet birleşmesinin yine bir harikasıdır.
Tarihin bütün bu lûtufları ile Islam dini Türk’e ilim ve hikmet getirmiş, ruh ve ahlâk sunmuş, ebedîlik sevdası aşılamıştır. Hayatın mânasını tanıtmıştır. Bu mâna kendini ebedîliğe adamaktır. Ferdi ruhlarımıza ebedî hayatı ve ebedîlik inancını İslâm sunduğu gibi milletimizin ebedî hayata sahip olması yine İslâm sayesindedir. Dünya için devletler çabuk yıkılırlar. Allah için devletse ebedi olacaktır. Türk’ü İslâm’dan ayırmak isteyenler, bu hareketleri ile milletimizin felâketlerine ve feci yıkımlara sebep oldular. Üç asırdan bu yana İslâm ahlâkının çiğnenmesi ile milli varlığımızda yol alan çöküntüler, İslâm ruhunu Türklüğün bünyesinden kökten sıyırıp atma yolundaki katledici ellerin menhus denemeleri ile tamamlanarak varlığımıza son vermek istemektedir. Bunların yıkıcı gayretlerine rağmen bütün dünya biliyor ki Türklüğü yeryüzünde büyük varlık yapan kudret, İslâm’ın ebedîliği fethedici ruhu ile yoğurulmuştur.
Türk dünyası birlik içinde kurtuluşunu ararken İslâm’ın birleştirici ruhuna sığınmaktan başka yol bulamayacaktır. Irk sade kendi varlığı ile birlik yapamaz. Maddî unsurların esaslı karakteri, daima bölünebilmek, sonsuz parçalara ayrılabilmektir. Ruh cevherinin temel yapısı birliktir, çokluk içinde birlik yaşatmaktır. İslâm olmazdan önce Türk dünyasında kavgalar eksik değildi. Bir hakanın ölümünden sonra devleti oğulları arasında parça parça bölünürdü. Müslüman Türk’ün Allah adında birliğe ulaşma idealini güden devleti devamlı olmuştur.
Müslüman milletler gerçekte İslâm ruhunu kaybetmiş olduklarından parça parça perişan yaşıyorlar. Birliğe kavuşmak için içtimai ideallerin hepsi yetersizdir. Bunun için maddi varlığımız yine millet kalarak, ruh dünyasında birlik halinde olmamız lâzım geliyor. Millet vücudunun maddî sınırları vardır, lâkin bu vücut ebedî olmak için millet ruhunun bu sınırlara kapanmayarak sonsuzluğa uzanması lâzımdır. Türklük madde ve mekân içinde bir bölgenin ve bir ırkın realitesidir. Ancak Türk ruhu İlâhî bir cevher halinde sonsuzluğa uzanmadıkça ebedî olmayacaktır. Arzımızı fetheden Batı milliyetçiliği vaktiyle Hıristiyan ruhundan kaynayarak bir kıtayı aydınlatmış ve dünyaya hâkim kılmıştı. Lâkin zamanla takip ettiği hatalı bir evrimlenme sonunda maddenin ve maddeye bağlı hırsların hâkimiyetine sığındı. Millî kinler ve ihtiraslar, bahusus büyük sanayi ve büyük kazanç emel ve dâvalarına her gün yeni bir hayat vererek bugün Batı dünyasını buhranlar ve kâbuslarla kıvrandırmaktadır. Yalnız maddenin hayranlığına dayanan Batı milliyetçiliği, mesut devrini yaşatmamaktadır. Bu medeniyetin bugünkü hayat sahnesinde çok dünyalık üretenlerle büyük pazarlarda birbirlerine saldıran canavarların macerası yaşatılıyor. Hayatın mânası unutulmaktadır. İnsan denen muammanın kendi varlığını bile durup düşünecek huzuru yoktur. Kalplerde ebedîlik sevdası çekebilecek kuvvet kalmamıştır.
Batı milliyetçiliğinin hayranları, ruhî hayat kaynakları kurumuş, ruhların yaşamaya takati kalmamış otomatlardır. Maddeyi göklere yükselten füze devri ruhlarımızı iskelete çevirdi. Hayalleri Himalayalara tırmanan gençliklerin yerinde şimdi bir köhne direksiyon demirine yapışmış eller görüyoruz. Batılının bugünkü kaderini hazırlayan barbar milliyetçilikle İslâm ruhunun inceliklerine sahip olan milliyetçiliğin mukayesesini yaptırtacak en güzel örnek Selâhaddin-i Eyyubî ile Arslan yürekli Rişar’ın kılıç yarışmalarıdır. Rişar, koca bir çelik külçesi olan kaba kılıç ile demirden direği ikiye biçtikten sonra Selâhaddin’e döner, «sen bunu yapabilir misin?» der. Selâhaddin, havaya fırlattığı incecik tülü bölen narin kılıcının hüneri önünde hayran kalan Rişar’a tatlı tebessümü ile çevrilir ve sorar: «Ya sen bunu yapabilir misin?» Haçlıların ardı arkası gelmez kuvvetlerini kıran ve kılıç hünerinde sembolleşen bu incelik, yalnız İslâm’ın getirdiği ruh inceliğidir. Mesut bir insanlığın ümitlerini biz ancak bu ruhta bulacağımıza inanıyoruz. Arslan yürekli Rişar’ın kaba kılıcının sembolleştirdiği bugünkü Batı milliyetçiliğine hayran olanlar, Türk – İslâm dünyasının yıkımını arayanlardır. Batı medeniyeti, dünyanın çocuklarına gözler kamaştıran parlak oyuncaklarla şifasız acılar ve iç yaraları getirdi. Hep birbirine düşman, hayata düşman, ruha düşman yaptığı çocuklarını bu oyuncaklarla avutmak istiyor. Kalpler ve vicdanlar acılarla kıvranırken eller ve gözler cicili bicili parıltılı eşya ile oyalanmaya çalışılıyor. Aşk ile dostluk idealleri yan yana yaşayanlarda bile yok olduktan sonra taşıt vasıtaları, yeryüzündeki yalnızlığında kıvranan zavallıları sür’atle uzak mesafelere aşırıyorlar. Yirminci asrın sihirbazı olan teknisyen, çaresiz bir ruh hastalığına mahkûm yaşayan ümitsiz insanlığımızın teselli sanatkârıdır.
Ruhun ve aşkın eseri olmayan milliyetçilik barbarlıkla yaşatılmaya, parçalanmaya ve yıkılmaya mahkûmdur. Vaktiyle ruh hayatının sayısız tecellilerini yaşatan Türk milliyetçiliği bizi ebedîliğe namzet kılmıştı. Bugün ulu devlette Türk milliyetçiliğini yeniden gerçek yapmak istiyorsak, muhteşem mazimize dönmeli, ondan ders almalıyız. Gelecekteki büyük Türk milletinin ve selâmet yoluna sığınmasını bilecek dünya milliyetçiliğinin öncülüğünü, ancak milli tarihimizin sahneye koyduğu sayısız örnekleri tekrarlamak suretiyle yapacağız.
Kendi iç esaretinden kurtuluşunu arayan bütün insanlıkla beraber, dış ve iç esaretlerden kurtuluşuna susayan Türk dünyasının özlemlerini hayalimizin yardımı ile dile getirelim. Bu dünya geçmişteki ebedî hayat kaynaklarının tekrar harekete geçmesini bekliyor. O bekliyor ki Selâhattin-i Eyyubi Kudüs şehrini bir daha haçlılardan alsın ve evvelce şehre sinen haçlıların büyük küçük bütün müslümanları kılıçtan geçirmiş olmasına karşılık bir Allah kulunun bile burnunu kanatmasın. O bekliyor ki, Anadolu Türk -devletinin kurucusu, misafir olduğu evde Allah kitabının huzurunda yatmayıp sabaha kadar ayakta dursun. O istiyor ki Türk birliğine âşık padişah, İslâm ülkelerinin fatihi olarak seferden dönerken, kendi üzerine kazaskerin atının sıçrattığı çamurla övünsün de, tabutuna örtülmesini vasiyet ettiği kaftanını çıkarıp teslim ederken «ulemanın atının ayağından sıçrayan çamur dahi bizim için şereflidir» diyebilecek seviyeye yükselsin.
O istiyor ki ilim ve irfan kapıları aç gözlü bir takım esnafa, özel üniversiteciye ve onların kazanç emelleri üzerinde pazarlık yapanlara siyaset ve ihtiras kapısı olmak için bütün bir gençliğin ve bütün bir milletin hürmet ve itibarını kaybetmekten kurtulsun da âlim ve hâkimin atının üzengisini vezir, dizginini hükümdar tutsun.
O istiyor ki Türk ülkesinde yalnız devlet kapılarında dağıtılan, ticaret meydanında vurgun ve yağmalarla elde edilen dünya nimetleri ve haksız saadetler fakirlerle hak sahiplerinin ahından çalınmış olmasın. Zenginin hakkını fakir dağıtsın, fukaranın ahını zengin sustursun, zaifler kanunu yapsın, kavîler onu tatbik ile mes’ul ve mükellef olsun. Etraflarında şahıs ve zümre emellerine bomba olacak anarşist gençlik arayan vurguncu devlet adamları sahneden silinip yok olsun da, vatan yolunda seferberken çadırını kurşunlayan âsilere, «isteyen karısının yanına dönsün, ben tek başıma giderim!» diyen hükümdarın iradesi, ulu devlette tekrar dile gelsin. Bugün yurdu baştanbaşa saran sahtekâr din istismarcıları ortadan kaldırılsın da Kur’an hikmetinden hayatın mânasını çıkarmasını bilen İstiklâl şairimizin,
«Hakkıdır Hakka tapan milletimin İstiklâl!»
diyerek gürleyen sesi dünyayı dolaşsın.
Özlediğimiz Türk milliyetçiliği, ne Amerikan yardımının, ne de Rus himayesinin eseri olabilir. Birinin yardımına veya öbürünün himayesine ister istemez muhtaç durumda olduğumuzu söyleyenlerse Türk milletinin ve dâvasının içteki düşmanlarıdır. Onlar dıştakilerden daha tehlikelidir. Bir ferdin kendine yeterli olmadığını söylemek, onu mazisiyle, iktidariyle, imaniyle beraber gömmek demektir. Biz bu millet mezarcılarından uzakta hakikat güneşinin doğmasını beklerken, yarınki büyük Müslüman – Türk dünyasının insanlığa öncü olacağına inanmaktayız.
Nurettin Topçu
(Milliyetçiliğimizin Esasları Dergâh Yay. İst. 1978, s. 24)
FACEBOOK YORUMLAR