SORULARLA ATATÜRK'ÜN MANEVİ DÜNYASI VE İSLAM'A HİZMETLERİ - Yazan: Ali GÜLER

SORULARLA ATATÜRK'ÜN MANEVİ DÜNYASI VE İSLAM'A HİZMETLERİ - Yazan: Ali GÜLER
29 Haziran 2019 - 12:41 - Güncelleme: 09 Kasım 2019 - 11:28

SORULARLA ATATÜRK’ÜN MANEVİ DÜNYASI VE İSLAM’A HİZMETLERİ 

Ahmet Fuat Bulca’ya göre Atatürk gerçek bir dindardı. Anlatıyor; ...Ama O’nun dindarlığı değişen zamanın önünde engel görünen şekilcilerden değildi. Dini Allah’la kul arasında kendi inhisarlarında vasıta sayanlara kaşı çıktı. O’nun laiklik anlayışının temelinde bu duygu, bir de asıl olarak kadın özgürlükleri vardır.

ATATÜRK’ÜN yakınındakilerin, “özel hafızı” Hafız Yaşar Okur’un onun manevi dünyasıyla ilgili anlattıkları arasında çok çarpıcı anılara rastlamak mümkündür. Bütün bu anlatılanlar yan yana getirildiğinde, Atatürk’ün bazen şaşırtıcı derecede “dindar”, inançlı” biri olabildiği gözler önüne serilmektedir.

Ahmet Fuat Bulca niçin “Atatürk gerçek bir dindardı” dedi? 
Atatürk’ü gerçekten tanıyanlar, O’nun kendi döneminde ve kendisinden sonra din âlimi olarak geçinen birçok kişiden “daha dindar” olduğunu söylemektedirler. Ahmet Fuat Bulca’ya göre Atatürk gerçek bir dindardı. “...Ama O’nun dindarlığı değişen zamanın önünde engel görünen şekilcilerden değildi. Dini Allah’la kul arasında kendi inhisarlarında vasıta sayanlara kaşı çıktı. O’nun laiklik anlayışının temelinde bu duygu, bir de asıl olarak kadın özgürlükleri vardır.”

Kardeşi Makbule, Atatürk’ün din anlayışı konusunda neler söyledi?
Atatürk’ü en iyi tanıyanlardan biri olan kız kardeşi Makbule, Atatürk’ün din görüşüyle ilgili şunları söylemektedir: “...Her Ramazanın bir günü ve ekseriyetle Kadir Gecesi bana iftara gelirdi. O gün imkân bulabilirse, oruç tutardı. İftar sofrasını eski tarzda isterdi. Oruçlu olduğu zaman iftara başlarken dua ederdi. Kur’an dinlemeyi sever, Kur’an yüksek sesle ancak makama aşina olanlar ve güzel sesliler okumalı derdi. Annemin ölümünden sonra ruhuna hatim okutmak istemiştim. Bu arzumu kendisine söylediğim zaman “bana, çok iyi edersin. Benim için de okut” demişti ve aradan bir zaman geçtikten sonra vaadimi yerine getirip getirmediğimi sormuştu. Ruhun ebediyetine itikadı vardı. Yine bir aile meselesi için sinirlenmiş, muhatabı için bu adam hiçbir şeyin ebediliğine inanmaz. Zaten bedbaht biridir. Nesini ıslah edelim” demişti.

 

Hasan Rıza Soyak, Atatürk ve din konusunda neler söyledi?
Atatürk’ün Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak Atatürk’ün inançlı biri olduğundan emindi. Soyak bu konuda şunları söylemektedir: “...Türk milletini Müslümanlığın öz kaynağı ile gerçek bir din anlayışına ulaştırmak, bu suretle zihin ve vicdanları cehalet ve taassubun karanlığından kurtarıp, akıl yolu ile, ilmin aydınlığına kavuşturmak için olanca gücüyle gayret sarf eden, takip edilecek yol üzerinde zulmeti devam ettirmek kastiyle, muhtelif menfaatçi ve sömürücü müesseseler tarafından vücuda getirilen perde ve engelleri birer birer ortadan kaldırmış olan büyük bir mücahidi, dinsiz telakki etmeğe imkan var mıdır?...” Bütün bu örnekler, Atatürk’ün kendine özgü bir Allah inancına sahip olduğunu kanıtlayan bazı delillerdir. Bunu ifade ederken altı çizilmesi gereken nokta, “özgün” kelimesidir. Çünkü O’nun inanç anlayışı, geleneksel anlayışın birçok yönünü benimseyen, genel itibarıyla gelenekseli sorgulayan, gelenekselin dışına taşan bir anlayıştı. Bu inanç anlayışı içinde, akılcı değerlendirmeler ve pozitivist yorumlar da vardı. Örneğin, geleneksel İslâm anlayışınca pek hoş karşılanmayan, resim ve heykel gibi sanatlarla uğraşmanın İslâm’a aykırı olmadığı görüşündeydi. Hz. Peygamber’in İslâmiyet’i yayarken, insanların kalplerine, vicdanlarına ve yaşadıkları ortama yerleşmiş olan putları toplumsal hayattan ve vicdanlardan söküp atmasının bir zorunluluk olduğunu belirten Atatürk, İslâm’ın tamamen anlaşılıp, yerleştikten sonra insanların bu taş parçalarına, İslâmiyet öncesinde olduğu şekliyle, ilahi anlamda inanmalarının ve tapmalarının mümkün olmadığını düşünmekteydi. O, böyle bir şeyi düşünmeyi bile “âlem-i İslâm’ı tahkir etmek” olarak yorumlamaktaydı. Aydın ve dindar olarak tanımladığı Türk milletinin, gelişmenin şartlarından biri olarak gördüğü heykeltıraşlığı, azami derecede ilerletmesini arzulamaktaydı.

Atatürk, üzerinde daima küçük bir Kur’an-ı Kerim taşır mıydı? 
Kur’an Atatürk’ün özel eşyaları arasında çok önemli bir yer tutuyordu. Atatürk’ün üzerinde, göğsünün üzerindeki cebinde küçük bir Kur’an-ı Kerim (halkımızın Enam dediği türden) taşıdığını biliyoruz. Daha sonra Manevi Kızı Rukiye Erkin’e hediye ettiği bu Kur’an-ı Kerim; 1980 yılında Rukiye Erkin tarafından Anıtkabir Atatürk ve Kurtuluş Savaşı Müzesi’ne bağışlanmıştır. Halen bu müzenin Atatürk’ün özel eşyalarının sergilendiği ilk bölümünde Atatürk’ün saatlerinin sergilendiği vitrin içindedir. Ön tarafında bir mercek bulunan gümüş mahfaza içindeki Küçük Kur’an-ı Kerim, 3.5 cm. uzunluğunda, 2.8 cm. genişliğinde, 1 cm. yüksekliğindedir. Çok küçük boyutlarda basılmış bir Kur’an-ı Kerim’dir. Kur’an’ın kapağı yaldız süslüdür. Gümüşten yapılmış mahfazası üzerinde bezemeler vardır. Gümüş kutunun içindeyken bile hangi sayfası açıksa gümüş kapaktaki mercek yardımıyla rahatlıkla okunabilmektedir.

Atatürk, Trabzon Lisesi’nde İnşirah Suresi’ni okuyup yorumladı mı? 
Atatürk dini konularda geniş bir bilgi birikime sahipti. Oldukça iyi derecede Arapça da bilen Atatürk özellikle, İslâm dini konusunda “ayrıntılı” denecek kadar bilgi sahibiydi. İslâmiyet’in sadece tarihsel gelişimini bilmekle kalmayıp, inanç ve ibadet boyutunu da iyi biliyordu. Yetiştiği aile ortamı, aldığı eğitim, yaptığı görevler ve kendini yetiştirme gayretleri (okuma tutkusu) onda derin bir İslâm ve Kuran kültürü meydana getirmiştir. Atatürk’ün bu “dinî bilgi dağarcığı” hep gizli kaldı. Kendisi de bu tür bilgilerini ulu orta sergilemekten kaçınmıştır. Atatürk’le ilgili anılar bize O’nun, dinî kültür dağarcığıyla ilgili de önemli ipuçları vermektedir. Bu anılardan biri şöyledir: Atatürk 16 Eylül 1924 günü Trabzon Lisesini ziyaret etmiştir. O gün öğretmenler odasında “Türk Tarih tezi” ile ilgili olarak yaptığı iki saatlik konuşmasından sonra ders dinlemek üzere birinci sınıf öğrencilerinin ders görmekte olduğu bir sınıfa girer. Sınıfa girerken yanında bulunanlardan din âlimi Tevfik Hoca’ya önce girmesini rica eder. Tevfik Hoca’nın “öncelikle siz buyurun Paşam” diye saygı göstermesi üzerine Mustafa Kemal ricasını tekrarlayarak, sınıfa Tevfik hocanın önde girmesini sağlar. Kapı açıldığında içeri giren Mustafa Kemal’i gören din dersi öğretmeni Vasıf Hoca, heyecanlanıp elindeki not defterini yere düşürür. Mustafa Kemal, Vasıf Hoca’ya dersin konusunu sorar. Gazi Mustafa Kemal, dersin konusunun “Siret-i Nebi ve Kur’an-ı Kerim” olduğunu öğrenince, bir öğrencinin Kuran okumasını ister. Hakkı Okan isimli bir öğrenci, Besmele çekerek Kuran’dan bir sure okur. Atatürk bir ara okumayı durdurarak öğrenciye; “Okuduğun Surede Semi-ü Basir sözü geçti. Bu sözcük tecvitle ne olur?” diye sormuş, öğrenci gür bir sesle: “İtlap olur Paşam” cevabını vermişti. Atatürk bu cevap karşısında gülümseyerek: “Niçin?” diye sorunca, öğrenci: “Tenvin b’ye uğradığından itlap olur Paşam!” diye bağırmıştı, Atatürk: “Doğru” diye başını sallamış ve daha sonra Vasıf Hoca’ya dönerek ondan “İnşirah Suresini okuyup, yorumlamasını” istemişti. Bir süre yutkunan Vasıf Hoca cılız bir sesle: “Yanımda yorum kitabı yok. Bu yüzden sizi memnun edecek bir yorum yapamam.” Diye boynunu bükünce bu cevaba sinirlenen Atatürk: “Birkaç satırlık bir sureyi yorumlamak için yorum kitabına ne gerek var?” diyerek, kaşlarını çatmış ve Atatürk söz konusu sureyi Tecvit kurallarına göre kendisi okuyarak, Türkçe sözlerle yorumlamıştı. Bu arada orada bulunan Tevfik Hoca’ya, “sureyi okurken ve yorumlarken bir yanlışlık yapıp yapmadığını sormuştu...” Bunun üzerine Tevfik Hoca; “Paşam İnşirah Suresini Kuran okuma kurallarına uyarak ve her kelimesinin hakkını vererek okudunuz. Yorumunu da halkımızın konuştuğu arı ve duru Türkçe ile yaptınız. Siz Allah’ın ulusumuza armağan ettiği eşsiz bir lidersiniz. Yemin ederim ki, kişiliğinize beslediğim sevgi, saygı ve güven sonsuzdur. Kısa zamanda dinimizi, dilimizi ve ekonomimizi düzlüğe çıkaracağınızdan kuşkumuz yoktur.” dedi.

SABAH EZANINI DİNLERKEN AĞLADI MI?

Atatürk’ün gizli dünyasının kapılarını aralayan anılar, O’nun zaman zaman dini motifler taşıyan olaylar karşısında çok hassaslaştığını, hatta bu olaylardan çok etkilenerek duygulandığını ortaya koymaktadır. Mithat Cemal Kuntay’ın, Atatürk’ün Dolmabahçe Sarayı’nda verdiği yemek davetinin ertesi günü sabaha doğru meydana gelen bir olayla ilgili anlattıkları, Atatürk’ün bu manevi duygu yoğunluğuna tipik bir örnek olarak gösterilebilir: “...Güneş doğarken çok müstesna bir hadise oldu. Muayede Salonu’nun büyük kapılarının parmaklıklarından doğan güneş ve deniz içeriye vuruyordu. Bu çerçevenin içinde Gazi’nin manevi kızlarından Nebile Hanım, Gazi’nin işaretiyle sandalyenin üstüne çıktı. Sabah ezanı okumaya başladı. Bir aralık baktım Nebile Hanım’ın ses damlalarına yaş damlaları karışıyordu. Gazi Mustafa Kemal ağlıyordu!” Bu olay, Atatürk’ün inanç dünyası hakkında ilginç ipuçları vermesi yanı sıra, O’nun İslâm geleneğinin aksine (fakat Hz. Muhammet dönemindeki kadınların konumuna uygun olarak), bir kadına ezan okutması, bu konuda cinsiyet ayırımı yapmaması, Atatürk’ün alışılmışın dışında bir din yorumuna sahip olduğunun tipik işaretlerinden biri olarak değerlendirilebilir.

 

Atatürk, özgün bir din anlayışına sahipti. Fakat geleneksel din anlayışını tamamen reddettiğini de söylemek doğru değil. Geleneksel din anlayışında benimsediği, olumlu bulduğu ve oldukça etkilendiği yönler vardı. Bunların başında Müslümanlar için kutsal olan aylar ve günler gelmekteydi. Oruç tutanlara özel ilgi gösterir, sofrayla bizzat ilgilenirdi.

Atatürk'ün fırsat buldukça bayram namazı kıldığını biliyoruz. Mesela, 10 Haziran 1921 günü bayram nedeniyle Ankara Hacıbayram Camii’nde bayram namazına katılmış, Antalya Milletvekili Hoca Rasih (Kaplan) Bey’in mev’izesini dinlemiş, saat 8.30’da TBMM önünde yapılan Türkçe duaya iştirak etmiştir. Mustafa Kemal Paşa daha sonra Türkiye Büyük Millet Meclisinin başkanlık odasında bayram tebriklerini kabul etmiştir.

Ramazan aylarına önem verir miydi? 
Atatürk’ün İslâm’ın kutsal ayı ramazana büyük önem verdiği açıkça görülmektedir. Atatürk, dini öneme sahip günlerde, bilhassa ramazan ayı boyunca toplumda yükselen manevi atmosferden oldukça fazla etkilenmekteydi. Kendisi ibadetler anlamında toplum kadar hassas olmasa da, kutsal günlere ve aylara sonsuz bir saygısı vardı. Örneğin, ramazan ayında Dolmabahçe Sarayı’na gelen ve oruç tutan misafirlerine özel ilgi gösterir, iftar sofrasıyla bizzat ilgilenir, ibadet etmek isteyenlere büyük saygı duyar ve bu konuda gereken tüm kolaylıkları sağlardı. Hafız Yaşar Okur da, Atatürk’ün ramazan aylarındaki davranışlarını şu şekilde gözlemlemişti: “...Ramazanların Atam için çok büyük bir önemi vardı. Ramazan gelir gelmez, ince saz heyeti Çankaya Köşkü’ne giremezdi. Kandil Geceleri de saz çaldırmazdı. Sadece beni huzurlarına çağırır, Kur’an-ı Kerim’den bazı sureler okuturdu. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır, derin bir huşu içinde dinlerdi. Ruhunun çok mütelezziz olduğu halinden anlaşılırdı. Ramazanlarda bir ay müddetle Hacı Bayram-ı Veli ve Zincirlikuyu Camiilerinde şehitlerin ruhuna Hatim-i Şerif okumamı emrederlerdi. O günlerde civar kasaba ve köylerden gelenlerle cami hıncahınç dolardı....” Atatürk, ramazan ayı boyunca alışkanlıklarından uzak dururdu. İncesaz heyetini Çankaya’ya sokmaması, Kandil Geceleri saz çaldırmaması gibi... Ayrıca, ramazanlarda Kur’an-ı Kerim okutması, bu ayın anlamını idrak etmiş, inanca saygılı bir Müslümanın davranışlarına örnek olsa gerekir.

Manevi dünyası günlüklerine nasıl yansıyor? 
Atatürk tek Tanrı’ya inanıyordu. Bu inancını, not defterlerinden birine kaydettiği bazı cümlelerle açıkça göstermektedir. Mustafa Kemal defterlerinden birinde ve pek çok notları arasında, bir Bursa ziyareti sırasında yapacağı konuşmanın madde başlarını sıralamış, bunun altına kalın bir çizgi çektikten sonra büyük harflerle eski yazıyla “Tanrı birdir ve büyüktür” ifadesini yazıp, onun da altını çizmiştir. Bir gerçektir ki, bu defterler birkaç arşiv uzmanından başka kimse tarafından görülmemiş, hiçbir politik amaçla yazılmamış ve o günlerden son yıllara kadar, herhangi bir şekilde yayınlanmamıştır. Bunlar, Mustafa Kemal’in vicdanının ve inancının temiz ve maddi çıkarlardan uzak ifadeleridir.

1. Defter: 9x7 cm boyutunda 30 yapraklı bir defterdir. Osmanlıca rik’a yazısıyla yazılmıştır. Mustafa Kemal’in 1922 yılı Mart ve nisan aylarına ait çeşitli günlük notlarını içermektedir. Defter, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Arşivi Atatürk Koleksiyonu Kataloğu, Klasör, 45, Gömlek: 6’da bulunmaktadır.

Mekân: Mustafa Kemal Paşa, Başkomutan Meydan Muharebesi öncesinde ordunun hazırlıklarını ve birlikleri yakından görmek için 6 Mart 1922 Pazartesi gece 11’de Ankara’dan hareket etti. 7 Mart sabah saat 9’da Biçer’e geldi. Sivrihisar, Aziziye (Emirdağ), Bolvadin, Çay güzergâhındaki birlikleri denetleyerek Akşehir’e 14 Mart Salı saat 2.20’de geldi.

Notlar:  9 Mart Perşembe: “… ondan sonra Hafıza Kur’an okuttuk..” (45, 6ap). 
10 Mart Cuma: “… Hafıza Kur’an okuttum… Biraz kitap okuduktan sonra yatacağım…” (45, 6aq). 
17 Mart Cuma: “… Hafıza okuttuk. İsmet Bey de geldi…” (45,6au). 
20 Mart Pazartesi: “… İsmet Paşa’ya gittim. Beraber bize geldik. Fahrettin Paşa ile kurmay subayını yemeğe davet etmiştim. Hafız Kur’an okudu.” (45, 6av). 
24 Mart Cuma: “Cuma namazında hafıza okutacaktık. Mevlit okudu…” (45, 6ava)

Rüyalarla ilgilendi mi? 
Atatürk, hayatının değişik dönemlerinde, tıpkı Milli Mücadele yıllarında olduğu gibi, rüyaya inanır hale gelmişti. Atatürk’ün hayatı iyi incelendiğinde aslında rüya konusunda özel bir ilgisinin olduğu görülecektir. En ilginci, Atatürk’ün gördüğü “haberci rüyaların” gerçekleşmiş olmasıdır. Halide Edip Adıvar, Milli Mücadele yıllarında Atatürk’ün hemen her gün gördüğü rüyaları yanında bulunanlara anlattığını ve yanında bulunanlara rüya görüp görmediklerini sorduğunu belirtmektedir. Örneğin, Atatürk o günlerde İkinci İnönü Savaşı’nın kazanılacağını rüyasında görmüş ve bu rüyayı Dr. Reşit Galip Bey’e anlatmıştı. Atatürk, Reşit Galip Bey’e sadece gördüğü rüyayı anlatmakla kalmamış, bu rüyanın gerçekleşeceğinden emin olduğunu da ifade etmişti. Atatürk’ün gerçekleşen bir başka rüyası annesinin ölümüyle ilgilidir. Atatürk, annesinin öleceğini rüyasında gördüğünü, annesinin ölüm haberini almadan önce çevresindekilere söylemişti. Son günlerde yanında bulunanlar Atatürk’ün gördüğü rüyaları çevresindekilere anlatarak, kendince bu rüyalarla ilgili yorumlar yapmaya çalıştığını anlatmaktadırlar. Atatürk ölümünden bir süre önce gördüğü bir rüyayı Yaveri Salih Bozok’a anlatmıştı. Bozok, Atatürk’ün rüyasını şu şekilde anlatmaktadır. “Büyük bir otelin salonunda Atatürk oturuyormuş, ben de yanında imişim. Salonun köşesinde bir bilardo masası varmış.

Masanın başında, arkası kendine dönük olan bir zat oturuyormuş. Tam bu sırada odanın kapısı açılmış ve iri yarı 30 kadar adam içeri girmişler. Bunlardan biri eline bilardo masasından bir ıstaka alarak, masanın önünde oturan Atatürk’ün teşhis edemediği zatın omzuna bütün kuvvetiyle indirmeye başlamış. Omuzuna vurulan zat ayağa kalkarak, kendini müdafaa etmekte ve ‘bana niye vuruyorsun?’ diye hiddetle haykırmakta iken, ben bu meçhul mütecavize karşı ne yapmak lazım geleceğini Atatürk’ten göz ucuyla sormuşum. Atatürk ise ‘sakın kıpırdama’, manasına gelen işaretle, sukut ve suküna davet etmiş. Bu sırada eli ıstakalı adam, bize doğru yaklaşarak karşımıza tehditkâr bir vaziyet almış. Bu sefer ben yine müdahale etmek istemişim ve aynı sessiz işaretle ‘ne yapayım’ diye sormuşum. Atatürk, bana tekrar ‘sus’ işareti verdikten sonra, o azılı herife dönerek “sen kimsin, ne istiyorsun” diye sormuş, fakat adam bu suale cevap vereceği yerde, cebinden bir tabanca çıkararak iki kurşun sıkmış, biri Atatürk’e, öteki bana. Sonra bu adam bize ‘kalkın dans edelim’ emrini vermiş. İkimiz de kalkıp, onun huzurunda dans etmişiz.

Bu karmaşık rüya Atatürk’ün yine buhranlı bir gece geçirdiğine delalet ediyordu. Kendisine: “Bu bir şey değil, dedim. Ben daha korkunç rüyalar görmüşümdür. Hele bir tanesini hiç unutmam. Müsaade ederseniz anlatayım: “Anlat bakalım...” Atatürk, gördüğü son rüyayı Afet İnan’a anlatmıştı. Bu olay 26 Eylül 1938 tarihinde, Atatürk’ün ilk defa rahatsızlığıyla ilgili bir koma atlattığı gece meydana gelmişti. Afet İnan, olayı şöyle anlatmaktadır: “O gece rahatsız geçirdi. İlk hafif komayı o zaman atlatmıştı. Ertesi sabahki açıklamasında ‘Demek ölüm böyle olacak’ diyerek, uzun bir rüya gördüğünü anlattı. ‘Salih’e söyle, ikimiz de kuyuya düştük, fakat o kurtuldu’ dedi.” Atatürk’ün burada ‘kuyuya düşme” sembolü ile gördüğü rüya vizyonu, kendisinin de söylediği gibi, ölüm habercisiydi. Salih Bozok’un kuyudan kurtulması ise, Atatürk’ün vefat ettiği gün, buna çok üzülen Salih Bozok’un intihar etmesi ve sonunda kurtarılmasını simgeliyordu.

ATATÜRK ORUÇLUYKEN ÖNCE DUA EDER SONRA İFTARINI AÇARDI

Atatürk’ün kız kardeşi Makbule Hanım, bir anısında şunları söylemektedir: “...Her ramazanın bir günü ve ekseriyetle Kadir Gecesi bana iftara gelirdi. O gün, imkan bulabilirse oruç da tutardı. İftar sofrasını tam eski tarzda isterdi. Oruçlu olduğu zaman, iftara başlarken dua ederdi...” Kısacası, klasik bir Müslüman’ın neredeyse bütün davranışlarını ramazan ayı boyunca Atatürk’te de görmek mümkündü. Atatürk’ün ramazan ayında kız kardeşi Makbule’ye: “-Ramazan geliyor, annemize hatim okutmayı ihmal etme!” diye hatırlatmada bulunup, hatim okuyacak hafıza hediye edilmek üzere bir zarf içinde para verdiği bilinmektedir.

Mustafa Kemal’in resmi anlamda Edirne’ye ilk gelişinde, rütbesi binbaşıdır. İtalyanların 29 Eylül 1911’de Trablusgarp’a saldırmaları üzerine, Osmanlı yönetiminin görevlendirmesini beklemeden, gönüllü olarak o yöreye giden ve o toprakları “Osmanlılarındır! Vermeyiz” inancıyla savunan az sayıdaki subay arasında Mustafa Kemal de vardır.

MUSTAFA Kemal Atatürk, hayatı boyunca Edirne’ye üç kez ziyarette bulunmuş, Edirne halkı her gelişinde O’nu bağrına basmıştır. Mustafa Kemal’in resmi anlamda Edirne’ye ilk gelişinde, rütbesi binbaşıdır. İtalyanların 29 Eylül 1911’de Trablusgarp’a saldırmaları üzerine, Osmanlı yönetiminin görevlendirmesini beklemeden, gönüllü olarak o yöreye giden ve o toprakları “Osmanlılarındır! Vermeyiz” inancıyla savunan az sayıdaki subay arasında Mustafa Kemal de vardır. Çok zor ve ağır savaş koşulları altında, amaçlarına ulaşma uğraşı içindeyken patlayan Balkan Savaşı’nın Edirne’yi de yuttuğunu ve düşman ordularının Çatalca’ya yöneldiklerini duyduklarında, tüm subaylar İstanbul’a döner. Bu arada, Trablusgarp’tan dönen Mustafa Kemal, Viyana’da bir göz tedavisi görür ve Bolayır Kolordusu Hareket Şube Başkanı olarak görevlendirilir. Edirne’de de 15. Kolordu bulunmaktadır ve merkezi Dimetoka’dır. Mustafa Kemal, Bolayır Kolordusu ile Doğu Trakya ve Edirne’ye yönelenler ile 21 Temmuz 1913’te Edirne’nin geri alındığı gün şehre girenler arasındadır. Mustafa Kemal Edirne’de Kaleiçi’nde, bugünkü adıyla İnönü Caddesi üzerinde, İstiklal Okulu yakınındaki Sarı Pansiyon’da 20 gün kadar kalmış, 10 Ağustos 1913’te Edirne’den ayrılmıştır.

Atatürk’ün Edirne’ye üçüncü ve son gelişi

Atatürk, Edirne’ye son ziyaretini cumhurbaşkanı sıfatıyla 21 Aralık 1930 yılında gerçekleştirdi. Mustafa Kemal Atatürk Edirne’de kaldığı süre içerisinde belediye başkanlığı hizmet binasında konakladı. Atatürk bu gelişinde Edirne’de 4 gece 5 gün kaldı. Kubilay’ın Menemen’de katlediliş haberini de belediye başkanlığı meclis salonunda aldı ve çok üzüldü. 21 Aralık 1930 tarihinde Edirne’ye gelmeden önce Hasköy’de vali ile vilayet heyeti tarafından karşılanan Atatürk, zaman zaman köylerde durarak vatandaşlarla sohbet etmiştir. Bu nedenle şehre gelmesi bir hayli uzun sürmüştür. Her tarafı “Hoş geldin Gazi, büyük halaskârımız” gibi yazıların yer aldığı taklarla süslenmiş ve bayraklarla donatılmış olan şehre ise 21 Aralık 1930 günü akşamüstü (17. 30’da) gelmiştir. Soğuk havaya rağmen Edirneliler tarafından büyük bir coşku ile karşılanmıştır. Bu esnada kendisine şehir adına “hoş geldiniz” diyen Belediye Başkanı Ekrem Bey’e, “Edirne’nin yabancısı olmadığını ve halkın tezahüratından dolayı son derece mutlu olduğunu” söylemiştir. Karşılama töreninin ardından kalacağı belediye binasına geçmiştir. Ertesi gün (22 Aralık 1930) şehirdeki incelemelerine Cumhuriyet Halk Fırkasını ziyaret ederek başlamıştır. Fırka (Parti) ziyaretinde üyelerin yanı sıra köy ve ilçelerin heyetlerini kabul ederek mahalli ihtiyaçlarla ilgili bilgi almıştır. Atatürk’ün 23 Aralık günü öğleye doğru otomobille Edirne’nin batısında bulunan Kemalköyü merasının Meriç sahiline giderek çeltik ekimi için merayı yerinde incelemiş ve ardından da köy sakinleriyle bir süre sohbet etmiştir. 24 Aralık günü ise Edirne’nin eğitim kurumlarını ziyaret etmiştir. Bu doğrultuda öğleden önce kız ve erkek öğretmen okulları ile erkek lisesini, öğleden sonra ise kız ve erkek şehir yatılı okullarını, ortaokul ile sanayi mektebini (Endüstri Meslek Lisesi) gezmiştir. Girdiği sınıflarda dersleri dinleyerek öğrencilere sorular sormuş, Sanayi Mektebinde ise imalat atölyelerini dolaşarak usta ve çıraklarla yaptıkları işler hakkında konuşmuştur. Atatürk, 25 Aralık sabahı ise Türk Ocağı’nı ziyaret etmiştir. Ocak Başkanı Mehmet Edip Bey’den (Ağaoğulları) faaliyetleri hakkında bilgi aldıktan sonra gençlerle çay içerek sohbet etmiştir. Ocaktan ayrıldıktan sonra konserve fabrikasını, Çanakkale Savaşı’ndan (Anafartalar’dan) döndükten sonra kaldığı ev ile Jandarma Okulu’nu ziyaret etmiştir. Ardından eski eserleri ve camilerini gezmiş, öğle yemeğinden sonra da Babaeski’ye doğru hareket etmiştir.

Üç Şerefeli Cami’yi ziyaretinde neler oldu?

Gazi Üç Şerefeli Camii’ni ziyarete geliyorlar. Cami imamı Fereli Ahmet Efendi kavuğunu çıkarıp eline alıyor. Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı öyle karşılıyor. Gazi imam efendinin elini sıktıktan sonra: “-İmam efendi, Müslümanlıkta kavuk çıkarmak var mıdır?” diye soruyorlar. Bunun üzerine imam, “-Müsaade buyurunuz Paşa hazretleri, Müslümanlar Arafat’ta başı açık dururlar, mahşerde de başımız açık duracağız. Bir de bu dünyada senin karşında başı açık duracağız” diyor. Gazi teşekkür ediyorlar. Caminin ünlü kapısı önünde duran Atatürk, kapı üzerindeki kitabeye bakıyor, orada yaldızlı yazıların üzerine koyu renkle yazılmış bir ayeti okuyor. İmam efendiye manasını soruyorlar. Edirne’nin tanınmış kişilerinden tarihçi Arif Dağdeviren: “- O yazıları bakar bakmaz okumak herkesin harcı değildir. Atatürk o, zor örnekleri bile kolayca okuyabiliyordu. Camileri gezdiğimiz o gün hayretle gördük” demiştir. Edirne’nin çok şakacı ve hazırcevaplığı ile ünlü, herkes tarafından çok sevilen bir Rüstem Hoca’sı vardı. Gazi Üç Şerefeli Camii’ni ziyarete geldiklerinde Rüstem Hoca heyecandan şapkasını çıkarmayı unutuyor. Etrafındakiler hocaya işaret ederek şapkasını hatırlatmaya çalışıyorlar, hoca kırdığı potu anlıyor, nasıl dönüş yapacak. Hocayı bilenler bekliyorlar. Sonradan hoca ile alay edecekler, hoca öfke ile biraz da yüksekçe bir sesle:

“Hiç işaret edip durmayın. Ben bu şapkayı paşamın emriyle giydim. Sizin demenizle çıkaracağım ha... Çıkarmayacağım işte! Diyerek etrafındakilere bakıyor. Rahmetli Gazi de gülüyor. “-Sağ ol hoca sağ ol” diye iltifatta bulunuyor.

Selimiye Camii ziyaretinde neler yaşandı?

O sene, 26 Temmuz günü, Edirne’yi altüst eden kasırgada Selimiye camii ile birlikte birçok cami hasar görmüş, birçoğunun minaresi yıkılmıştır. Atatürk Selimiye Camii’nde minberle avize arasında durur ve etrafındakilere “Beyler, hiçbir dine bağlı olmayan kalp istirahatten mahrumdur” diyerek söze başlar, “Bakınız ecdadımız İstanbul’un fethinden tam 125 sene sonra, bu şaheser camiyi İstanbul’da değil de Edirne’de yaptırmış; böylece Edirne’ye mührünü basmış, tapulaştırmıştır. Dâhi Mimar Sinan, sanat ve din aşkıyla bu eseri bina etmiştir” der ve mihrapla avize arasında durur. Avize üstünde olan yarım kubbedeki yazıyı okuduktan sonra müftüye “Hocam, bu ayet, tövbe süresinin 18. Ayeti değil mi?” der. Müftüden “Evet Paşa Hazretleri” cevabını aldıktan sonra tekrar müftüye döner ve “Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?” diye sorar. Müftü efendi “Bildiğim kadarıyla bu ayette Allah’ın mescitlerini, camilerini yapan ve imar edenler, Allah’a ve ahiret gününe iman edip, namazlarını kılan, zekâtlarını veren ve ancak Allah’tan korkanlardır, onlar doğru yoldadır” der. Atatürk “Evet ben de öyle biliyorum,” der. Orada bulunan Bayındırlık ve Vakıflar Müdürlerine hitaben, başta Selimiye olmak üzere, Edirne’nin hasar gören bütün camilerinin tamiri için gerekli keşfin yapılarak bilançosunun üç gün içinde kendine verilmesini ister. Atatürk 25 Aralık 1930 günü Edirne’den ayrılır. Kısa bir süre sonra ödenekler Edirne’ye gelir ve bununla hasarlı bütün camiler onarılır.

ÇANAKKALE ZAFERİ, MUSTAFA KEMAL ATATÜRK’E 3 TERFİ BİRDEN GETİRDİ

Yıl 1916... Ve Anafartalar kahramanı Mustafa Kemal Edirne’de… Çanakkale Zaferi’nin kazanılması, İngiliz ve Fransız donanmasının Çanakkale Boğazı’nı geçemeyeceğinin anlaşılması üzerine, askeri ve siyasi anlamda yeni bir durum oluşmuştu. Bu yeni durumun ortaya çıkardığı yeni koşullar ışığında Gelibolu’da yoğunluk kazanmış olan birlikler yeni bir yapılanma amacıyla merkez Edirne olmak üzere Trakya içlerine çekilmiştir. Çanakkale’de kazandığı zafer üzerine üç terfi birden alan Albay Mustafa Kemal, Kolordu merkezi olan Edirne’ye 16. Kolordu Komutanı olarak gelmiştir. Osmanlı tarihinde bir komutana gösterilmeyen olağanüstü bir tezahüratla karşılanmış, adeta yer yerinden oynamıştır. Atatürk 1916 yılında ikinci kez Edirne’ye gelişinde çalışmalarını o günün Müşirlik Dairesi olan şimdiki Tümen Karargâhı’nda sürdürmüştür. Bu gelişinde Edirne’de bir buçuk ay kalan XVI. Kolordu Komutanı Mustafa Kemal, İskender Köylü Mahmut (Pilevneli) Ağa’nın evinde kalmıştır. Gazi Mustafa Kemal, 25 Aralık 1916 günü büyük bir törenle doğu cephesine uğurlanır.

Atatürk’e göre, Kur’an’ın gönderiliş amacı insanlara bilgi vermek ve onların davranışlarını yönlendirmektir. Oysa Türkler dini bilgilerini Kur’an’dan öğrenmek yerine çevrelerindeki birtakım insanlardan öğrenmeyi tercih etmektedirler. Başkalarının anlattıklarına bakarak davranış geliştirmektedirler.

HATTAT, Hafız ve Bestekâr Kemal Batanay (1893-1981) Ocak 1916’da askerliğini yaptığı sırada Albay Mustafa Kemal ile Edirne’de tanışmıştır. XVI. Kolordu Komutanlığı görevine atanan ve Çanakkale’den Edirne’ye gelen (ikinci gelişi) ve bir buçuk ay kalan Mustafa Kemal ile burada yaşadığı ve Mustafa Kemal’in manevi dünyası ile ibadetler konusundaki duyarlılığını gösteren önemli anlar anlatmıştır. Hep birlikte okuyalım: “Müttefik kuvvetlerinin Çanakkale’den çekilmelerini müteakip birliğimiz de istirahat için Edirne’ye sevk edildi (Ocak 1916)... Çok sıkıntılı ve zor günlerdi... Savaşın acıları dinmemişti... Bir gün erkenden Üç Şerefeli Cami’ye gittim... Müezzinlere hâfız olduğumu ve Kur’an okumak istediğimi söyleyip izin istedim. ‘Bir subay, hem de hâfız’ diyerek çok sevindiler... Cemaat huşû içinde sessizce beni dinliyordu. Cuma saati gelince de, Hicaz makamında müessir bir ezan okudum.

Namazdan sonra bir er bana yaklaşarak, ‘Efendim, kumandanım sizi istiyor’ deyince, ‘Eyvah resmî elbise ile okuduğum için usule aykırı bir iş yaptık galiba’ diye endişe ve korkuya kapıldım. Kumandana yaklaştım. Bu Anafartalar’da savaşın akışını değiştiren dahi, efsane kumandan Albay Mustafa Kemal idi. Bana; ‘Oğlum terbiye görmüş güzel bir sesin var. Okuduğun ezanı çok beğendim ve duygulandım. Seni tebrik ederim...’ dedi ve devam etti:

-İsmin?
-Kemal Efendim.
-Adaşmışız. Hangi kıtada bulunuyorsun?..
-Efendim, 16. Telgraf Bölüğü’nün hesap memuru olarak tayin edildim.

Yaverine, ‘İsmini ve kıtasını yaz’ dedi, sonra bana dönerek, ‘Oğlum! Edirne’de kaldığımız süre içinde ben cuma namazına hangi camiye gidersem sen de o camiye gelecek iç ezanı okuyacaksın’ dedi. Hafta içinde yaveri Ali Rıza Bey beni aradı. Mustafa Kemal’in cuma namazı için Selimiye Camii’ne gideceğini söyledi. Bu mabette Kur’an ve ezan okumayı ne kadar çok arzu etmiştim...

Cuma vakti girinceye kadar Kur’an okudum. İç ezanı da aynı hâl içinde aşkla okudum. Namaz çıkışı yine avluda maiyeti ile beni bekleyen Mustafa Kemal’e selâm verdim. Elini uzattı, hemen elini öptüm. Bana; ‘Oğlum! Bugün yine bizi yaktın. Gelecek haftaya hangi camiye gidersem sen de oraya geleceksin.’ Ertesi hafta Eski Cami’ye gitmem emredildi. Orada da Kur’an ve ezan okudum. Hafta arası görev başındayken bir telefon geldi. Yüzbaşı Ali Rıza Bey, Mustafa Kemal Paşa’nın yatsı namazından sonra ikametgâhında beni beklediğini, kendisinin de bana refakat edeceğini bildirdi. Ali Rıza Bey’le buluşarak Mustafa Kemal’in huzuruna çıktık.

Oturmamı ve rahat olmamı söyledi. Sonra söz musikiden açıldı. Musikiyi kimlerden ve hangi eserleri meşk ettiğimi sordu. Sonra bana, ‘Birkaç eser oku da dinleyelim’ dedi. ‘Efendim, daha çok klâsik formda eserler geçtim’ dedim... Sonra Tab’î Mustafa Efendi’nin bayatî nakış ağır semaisini okudum: ‘Çıkmaz derûn-ı dilden efendim muhabbetin, Kurbanın olduğum, bize yok mu mürüvvetin.’ Mustafa Kemal de hafif bir sesle hatasız, usul vurarak bana eşlik etti. Kendisi, Leyla Hanım’ın (Saz), hüzzam makamında; ‘Harab-ı intizar oldum aman gel aman gel Yeter üzme efendim her zaman gel heman gel’ Şarkısını usul vurarak okumaya başladı. Onun musiki bilgisi, zevki ve eserlere hâkimiyeti bende büyük hayranlık uyandırdı. Bende derin izler bırakan bu hatırayı hiç unutamam. Onun Osmanlı kültürü içinde yetişmiş, yoğrulmuş bu şahsiyetine daima hayranlık duymuşumdur.”

Atatürk, Türkçe Kur’an meali ve Kur’an tefsiri Kur’an’ın anlaşılması meselesi nedir? 
Bilindiği gibi Kur’an, insanlara belli değerler ve ilkeler önerirken öncelikle bu değerlerin bilgisini haber vermeyi, bildirmeyi amaç edinmiştir. İnsanlara Allah’tan mesaj getiren peygamberler, bilinmeyen gerçekleri, özellikle de yalnız vahiy yoluyla bilinebilecek gerçekleri öğretmişlerdir. Kur’an’da “Nitekim kendi içinizden, size ayetlerimizi okuyan, sizi temizleyen, size Kitab’ı ve hikmeti getirip size bilmediklerinizi öğreten bir elçi gönderdik.” (Bakara, 2/151) buyruluyor. Elçi yalnız vahiy yoluyla bilinebilecek fikir ve düşünceleri, görüşleri öğretmektedir. Onları, önceleri bulundukları bilgisizlik seviyesinden çıkarıp, bilgin/bilen insanlar seviyesine yükseltmektedir. Elçi/peygamber bu iletişim sayesinde hem bilgi vermeyi, hem de etkilemeyi amaçlamaktadır.

Bireylerin topluma ait değerleri ve davranış kalıplarını kazanmalarında toplumun uyumlu birer üyeleri haline gelmelerinde şüphesiz iletişimin büyük bir önemi vardır. Kur’an’ın öngördüğü ideal toplumda iyi ve doğru değerlerin (inançların ve davranış kalıplarının) nesilden nesile aktarılmasında belli bir iletişim ve etkileşim sürecinin varlığı zorunludur. Bu kapsamda bakıldığında Kur’an’ın gönderiliş amacı, insanların sağlıklı inanç ve tutarlı davranış kalıplarına dayalı kişilik oluşturabilmelerini sağlamaktır. Her birey sadece kendi doğru inanç ve tutarlı eylemlere dayalı kişilik sahibi olmakla yetinmemeli, başkalarının da erdemli bir insan kimliğine sahip olması yönünde çaba sarf etmeli, bu amacı gerçekleştirmek için başkalarıyla iletişim kurmalıdır.

Atatürk’e göre, Kur’an’ın gönderiliş amacı insanlara bilgi vermek ve onların davranışlarını yönlendirmektir. Oysa Türkler dini bilgilerini Kur’an’dan öğrenmek yerine çevrelerindeki birtakım insanlardan öğrenmeyi tercih etmektedirler. Başkalarının anlattıklarına bakarak davranış geliştirmektedirler. Kur’an’ın gönderilişinin en önemli amacı olan bilgi edinme ve davranış geliştirme boyutunu ihmal etmektedirler. Türkler Kur’an’ı düşünmek ve öğrenmek için değil, onunla duygulanmak için okumaktadırlar. Oysa Kur’an’ın muhtevası, ilahi mesajlardan oluşmaktadır. Hazreti Peygamber’in sözleri (Hadisler) ve davranışları (Sünnet) da Kur’an’ın içeriği desteklemekte ve ona açıklık getirmektedir:

“İlahi öğütler Kur’an’ın içindedir. Hz. Peygamber’in sözlerinde ve hareketlerindedir. Biz Kur’an’ı duvara asmışız ancak tören olarak okuyoruz. Vaazlarda da, din derslerinde de, mukabelelerde de, ölülerin ruhları için de onu hep musıki ile duygulanmak için okuyoruz. Aklımızla anlayıp davranış geliştirmek için ise, başkalarının bize anlattıklarına bağlanıyoruz.” Kur’an ayetleri birer mesaj şeklinde onun ilk muhatapları olan Arap toplumuna iletildiğinde onların anlayabileceği türden kodlama sistemine sahip bulunuyordu. Yüce Allah, Arap toplumunun anlayıp çözebileceği söz kalıplarını Kur’an mesajını iletmede kullanmayı dilemiştir. Hz. Peygamber, vahiy bilgisini onların anlayabileceği dil aracılığıyla iletmeye (tebliğe) çalışmıştır. Allah, göndermiş olduğu diğer peygamberlerin mesajlarını da toplumlarının konuştuğu dil ile iletmeyi bir ilke olarak kabul etmiştir:

“Biz, her elçiyi kendi kavminin diliyle gönderdik ki, onlara (emredildikleri şeyleri) açıklasın.” (İbrahim, 14/4.). Allah insanlara, kendilerine ne iletildiğini anlayabilmeleri için onların diliyle mesaj getiren elçiler göndermiştir. Başka bir dille mesaj gönderseydi ne söylendiğini anlayamazlardı. “Biz onu Arapça bir Kur’an olarak indirdik ki, anlayasınız.” (Yûsuf, 12/12). “Senin kalbine; uyarıcılardan olman için apaçık Arapça bir dille, O’nu Ruhu’l-Emin indirdi.” (Şuarâ, 26/193-195). “Biz sana böyle Arapça bir Kur’an vahyettik ki, kentlerin anası (Mekke)yi ve çevresinde bulunanları uyarasın…” (Şûrâ, 42/7). Bütün bu ayetlerden anlaşılmaktadır ki, Yüce Allah, Kur’an’ı Hz. Peygambere açık seçik bir şekilde anlaşılır olsun diye düzgün, kusursuz ve kapsamlı bir biçimde Arapça olarak indirmiştir.

“Eğer biz onu yabancı (dilde) bir Kur’an yapsaydık derlerdi ki; ‘ayetleri (anlayacağımız biçimde) açıklanmalı değil miydi? Arap’a yabancı söz mü (geliyor?).” (Fussilet, 41/44). Ayetin mesajı çok açıktır: Hz. Peygamberin insanlara okumakta olduğu Kur’an, Arapçanın dışında başka bir dil ile gönderilseydi, Arap toplumu bizim dilimizle açıklanmalı değil miydi, biz Arap’ız ve yabancı dil bilmeyiz derlerdi.

KUR’AN’I ANLAMA BAKIMINDAN TÜRK MİLLETİNİN DURUMU NEDİR?

Kur’an’ın muhatabı elbette sadece Araplar değildir. Çünkü İslam dini evrensel, yani bütün insanlığa hitap eden bir dindir. Arapça konuşmayan, bilmeyen ama Kur’an’a muhatap olan sayısız insan topluluğu vardır. Bunlardan birisi de Türk Milletidir. İslam’la tanışan, Türkçe konuşan, okuyan ve yazan Türklerin önünde iki seçenek vardı: Bunlardan biri Arapça öğrenmek; diğeri de adına ister “tercüme” isterse “meal” denilsin Kur’an’ı Türkçeye çevirmek. İlk seçeneğin herkes için mümkün olmayacağı baştan bellidir. Geriye Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi kalmaktadır. Nitekim İslam düşünürleri, Arapça bilmeyenlerin anlayabilmeleri için Kur’an’ın Arapça dışındaki dillere tercüme edilebileceği konusunda görüş birliğine varmışlardır. Kur’an’ı anlamak, manasına nüfuz edebilmek için çevirisinin yapılması uygun görülmüştür. Tercüme olmadan Kur’an’ı anlama imkânı bulunmayan kimseler için Kur’an meali hazırlamanın yararlı olacağı düşünülmüştür. Osmanlı Devleti’nde Türk halkının dini ilimler alanında uzman olmayan avam tabakası, Kur’an’ı sevap kazanmak düşüncesiyle bir şey anlamadan Arapça olarak okurdu. Kur’an’ın Türkçe anlamını okuyup, onun inceliklerine inmeye çalışıp, onu bir yol gösterici yapmanın da sevap olduğu bilinci yaygın değildi. Sevap ancak onun Arapça orijinal metnini okumakla kazanılır kanaati hâkimdi. Tarih boyunca Türk halkının dini ilimlerle uğraşmayan genel kesimi sözlü kültürün normları çerçevesinde Kur’an’la ilişki kurmuştur. Bilginler, halkı vaazlar aracılığı ile aydınlatmışlar, isteyenlere dini konuları camilerde öğretmişlerdir. Âlimler doğrudan Kur’an’la ilişki kurarlarken, halkın ilişkisi ise onu yüzünden okumakla sınırlı kalmıştır.

Anadolu’da ilk Kur’an tercümeleri “Beylikler Dönemi”nde yapılmıştır. İlk Kur’an tercümelerinden biri Türkçeye büyük önem veren ve Türkçeyi yeniden devlet dili haline getiren Karamanoğlu Mehmet Bey (öl. 1277) Dönemi (1261-1277)’nde Konya’da yapılmıştır. Bu tercümelerden biri Konya Sadrettin Konevi Türbesi’ndedir.

TÜRKLER tarihte birçok din ve inanç sistemini tercih etmişlerdir. Bugün tarihçilerin “Eski Türk Dini” veya “Gök-Tanrı Dini” olarak ifade ettikleri Türk inanç sistemi Türkler arasında yaygın olarak 10. yüzyıla kadar devam etmiştir. Bu arada Uygurlar çağında “Maniheizm” ve “Budizm” gibi inanç sistemlerinin de Türkleri etkilediğini biliyoruz. Fakat bu dinlerin daha çok yönetici sınıf ve aydın-bürokrat kesim üzerinde etkili olduğu, halka yansımadığı görülmektedir. 10. yüzyıldan sonra özellikle “orta göç yolu” olarak bilinen bölgedeki geniş Türk kitleleri Müslüman olmuşlardır. Fakat eski Türk inanç sistemini devam ettiren Türk boyları olduğu gibi, Hristiyanlık ve Musevilik inançlarını seçen Türk kavimleri de olmuştur. Mesela, Hazarlar Musevi’dir. Hazar bakiyesi Karay Türkleri günümüzde bile Musevi olarak hayatlarını devam ettirmektedirler. Yakutlar, Çuvaşlar, Gagauzlar, Karamanlılar gibi bazı Türk boy ve toplulukları Ortodoks Hıristiyan inancına mensupturlar. Kafkasya’da Gregoryen Hristiyan olarak yaşayan etnik Türk boyları halen mevcuttur.

Bütün bu Türk boyları ve kavimlerinin inanç konusundaki en önemli özelliklerinden biri, mensup oldukları dinin kaynaklarını alfabeleri farklı olsa da kendi dillerinde yani Türkçe olarak okumuş olmalarıdır. İbadet dilleri Türkçe olmuştur. Mesela Peçenekler İncil’i Türkçeye çevirmişlerdir. İlk basılı eser olan “Algış Bitigi” Ermeni harfli Kıpçak Türkçesi ile yazılmış Gregoryence dua kitabıdır. Ortodoks Karamanlı Türkleri Türkçe İncil ile ibadet ederler, Anadolu’nun değişik yerlerindeki mezar taşları bile Grek harfli Türkçedir. Kırım ve Litvanya’daki Karay Türkleri Tevrat’ı Türkçe olarak okurlar. Türkler Müslüman olduktan sonra da İslam’ın kutsal kitabı Kur’an’ı anlamak istemişler ve bu nedenle Kur’an’ı Türkçeye tercüme etmişlerdir.

Anadolu’da ilk Kur’an tercümeleri “Beylikler Dönemi”nde yapılmıştır. Örneğin ilk Kur’an tercümelerinden biri Türkçeye büyük önem veren ve Türkçeyi yeniden devlet dili haline getiren Karamanoğlu Mehmet Bey (öl. 1277) Dönemi (1261-1277)’nde Konya’da yapılmıştır. Besim Atalay’ın verdiği bilgiye göre bu tercümelerden biri Konya Sadrettin Konevi Türbesi’ndedir. Kastamonu ve civarında hüküm süren İsfendiyaroğulları da Kur’an’ı “Cevahirü’l-Esdaf” adıyla Türkçeye tercüme ettirmişlerdir. Yine Kur’an-ı Kerim 1338 yılında Çağatay lehçesiyle Türkçeye çevrilmiştir.

Osmanlı Devleti döneminde hazırlanmış Türkçe Kur’an mealleri ve tefsirleri var mıdır?

Ancak, bu eldeki Kur’an tercümeleri Osmanlı Türklerinin ihtiyacını karşılamaktan oldukça uzaktı. Cumhuriyet dönemine kadar gerçek anlamda bir Kur’an tercümesi yapılamadı. Osmanlı Devleti döneminde, Kur’an çevirisi yanında uzun süre Kur’an tefsiri de hazırlanmamıştı. 1841’deki Tefsir-i Ayıntabi, 1865 yılındaki Tefsir-i Mevâkib ve 1875 yılındaki Tefsir-i Züptetü’l Ahtar gibi tefsir çalışmaları da bilimsellikten uzak ve hurafelerle doluydu. Bu dönem tefsirleri hakkında, Kamil Miras şunları söylemektedir: “Cumhuriyet devrine kadar bizde matbu iki Kur’an tercümesi vardı: Tibyan, Mevâkib. Tibyan tam bir tercüme değil, tefsir ile karışıktır ve çok eski bir üslup ile yazılmıştır. Mevâkib daha yeni ve daha sade bir kalem eseridir. Sultan Mecit zamanında o devrin tanınmış âlim ve ediplerinden Ferruh Efendi tarafından yazılmıştır. Mushaf-ı Şerif kenarında basılmış güzel bir nüshası da vardır…”

XIX. asrın sonlarına doğru, Kur’an’ın Türkçeye çevrilmesi yönünde küçümsenemeyecek derecede bir arzu ve temayülün ortaya çıktığı bilinmektedir. Fakat hem devletin takip siyasetle (İttihad-ı İslam siyasetiyle) çatışır bir hususiyeti haiz olması, hem halkın, hem ulemanın bu cereyana iltifat etmemesi ve hem de basının çok sıkı bir denetime tabi tutulması gibi nedenlerden ötürü bu temayülün kuvveden fiile çıkması mümkün olmamış ve Kuran çevirilerinin yayımı bir süre gecikmiştir. Ne var ki 1908’de II. Meşrutiyet ilan edilince, yeni dönemin mümkün kıldığı hürriyet ortamından istifade ile bu yöndeki temayüller kuvvet kazanmakla kalmamış, basında şiddetli tartışmalar da meydana gelmiştir. Ahmet Mithat Efendi bizzat bu tartışmalardan hareketle II. Meşrutiyet’in ilanının ardından şunları söyleyecektir: “Türkçe bir tefsir lüzumundan bahsolunuyor. Bu lüzumu tasdikte efkâr-ı ümmet hemen hemen müttehiddir.” Bu ihtiyaç Mehmet Akif’i de etkileyecek ve arkadaşlarının baskılarıyla Akif, Sebilürreşat dergisinin (1912’ye kadar Sırat-ı Müstakim) “Tefsir” bölümünde yazdığı yazılarda ve yaptığı bazı çeviri eserlerde pek çok ayet ve sureyi Türkçeye çevirecektir. Mesela 1919’da arkadaşı Mehmet Şevket’in (vefatı nedeniyle) yarım bıraktığı Abdülaziz Çaviş’in “Esrâr’ul-Kuran” (İstanbul, 1331) adlı tefsirinin çevirisini üstlenmiştir. Bu eserde Akif’in Türkçeye aktardığı ayet sayısı 138’i bulmuştur. Dergideki tefsir yazılarında mükerrerlerle birlikte 32 sureye ait 100’ü aşkın ayet çevirisine yer veren Akif, sadece Esrâr’ul- Kur’an’dan sonra Türkçeye çevirdiği aynı yazarın “Angilikan Kilisesine Cevap” (İstanbul, 1339) adlı kitabın tercümesinde 54 sureye ait 184 ayetin Türkçesini vermiştir.

Osmanlı Devleti’nde Meşrutiyet döneminde Kur’an tercümelerine ilginin arttığı görülmektedir. Bu dönemde beş, altı tercüme yapılmıştır. Kimi Fransızcadan, kimi eski tercümelerden, kimi şöyle, kimi böyle, çok tercümeler yapılmış basılmıştır. Ancak bu tercümelerin çoğu şeyhülislam emriyle toplatılmış veya basılmadan yasaklanmıştır. Örneğin İbrahim Hilmi’nin “Kur’an-ı Kerim Tercüme ve Tefsiri” adlı ayetlerin Arapça metinleri olmadan hazırlanan tercüme ve tefsiri hükümet tarafından yasaklanmıştır.

Meşrutiyet’ten sonra Şeyhülislam Musa Kâzım Efendi “Saffetü’-l Beyan”, Temyiz Mahkemesi üyelerinden Bereketzade İsmail Bey de “Envarü’l- Kur’an” adlarında birer Kur’an tercümesi ve tefsiri yapmışlardır. 1914’te Zeki Manganiz’in Kur’an Tercümesi basılıp piyasaya sürülmüştür. Ancak o sırada Osmanlı Devleti’nden ayrılıp bağımsız olmak isteyen ayrılıkçı Araplar bu tercümeyi “Türkler İslam dininden ayrılıyorlar, Kur’an’ı terk ediyorlar!” propagandasına alet etmişlerdir. 1919 yılında Çağatay lehçesi ile bir Türkçe Kur’an tercümesi yapılarak yayınlanmıştır.

Cumhuriyetin ilk Kur’an tercümeleri hangileridir hangi tartışmalar yaşanmıştır?

Cumhuriyetin ilanından kısa bir süre sonra (Nisan-Eylül 1924) üç Kur’an çevirisi yayımlanmış ve bu çeviriler hem şikâyet hem de ciddi eleştiri konusu olmuştur. Kamuoyu, Diyanet İşleri Reis’ini göreve çağırıyor, kendisinden bu keşmekeşe müdahale etmesi isteniyordu.

Her önüne gelenin Kur’an’ı tercüme etmeye kalkışması ve bu suretle hatalı çevirilerle halkın zihnini karıştırması nihayet Diyanet İşleri Reisi Mehmet Rıfat Börekçi’yi (29.11.1860-05.03.1941) harekete geçirdi. Börekçi, iki beyanname yayınlamış ve halkı çevirilere karşı dikkatli olmaya çağırmıştır. Nitekim Hüseyin Kâzım Kadri’nin (1870- 1934) “Şeyh Muhsin Fânî” müstear ismiyle yayımladığı “Nûr’ul-Beyan” adlı Kur’an tercümesi aleyhinde Diyanet İşleri Reisi’nin gazetelerde yayımlanan beyannamesi kamuoyunda fevkalade etkili olacak ve bu nedenle ikinci baskısını yapamayacaktı.

Çok geçmeden, aynı yılın eylül ayında Cemil Said (Dikel) adlı bir Albay tarafından, Kasimiriski’nin Fransızca çevirisinden (Le Koran) Türkçeye aktarılan yeni bir çevirinin yayımlanması, yine basında büyük bir tepkiyle karşılandı ve peşi sıra eleştiriler yağmaya başlar. “Diyanet İşleri Riyaset-i Aliyyesi’nden, Türkçe Kur’an-ı Kerîm namıyla ve Cemil Said imzasıyla intişar eden (yayımlanan) eser tedkik olundu (incelendi). Kur’an-ı Azîmüşşân ile karşılaştırıldığı zaman serapâ muharref (baştan sona değiştirilmiş, bozuk) olduğu anlaşılan bu esere Türkçe Kur’an demek esasen caiz olmadığı gibi, Kur’an-ı Kerîm’in tercümesi diye itimad etmek (güvenmek) de caiz değildir. Binaenaleyh günâgûn (çeşit çeşit) maksatlarla neşredilen bu gibi eserlere aldanmamalarını, Müslümanlara tavsiye etmeyi bir vazife addederiz.

BAZI TERCÜMELER PEK ÇOK İSLAM ALİMİNDEN BÜYÜK TEPKİ ÇEKTİ

Mesela Eşref Edip, Sebilürreşat’ta yazdığı “Yeni Kur’an Tercümesi” başlıklı yazıda, “Kur’an-ı Kerîm’i Fransızcadan Türkçeye tercüme etmek cüretinde bulunanlar, Kur’an’a karşı yaptıkları fenalığın derecesini acaba takdir edemeyecek kadar idrakten mahrum mudurlar?.. Tercüme diye ortaya koydukları şey, baştanbaşa hata ve tahrifat! Bu adamlar bunu mahsus mu yapıyorlar? Kur’an’a karşı bu ne büyük bir suikasttır?” diyerek çok sert bir tepki ortaya koymuştur. Mehmet Akif’in damadı Ömer Rıza Doğrul da 5 Ekim 1924 tarihli Tevhid-i Efkâr’da yayınlanan “Yeni Kur’an-ı Kerîm Tercümesi” başlıklı yazısında “bir müsibet” olarak gördüğü bu çeviri teşebbüsünden rahatsız olan ehl-i imanın harekete geçerek sağlıklı bir tercüme için kolları sıvayabilecekleri ümidini dile getirmekten kendisini alamayacaktır. Nûr’ul-Beyan hakkında sert bir eleştiri yazısı kaleme alan Diyanet İşleri Reisliği Müşavere Heyeti üyesi Ahmet Hamdi Akseki (1887-1951) Cemil Said’in çevirisi hakkında da bir eleştiri yazar ve Ö. Rıza Doğrul’un eleştirisine atfen, “Buna Kur’an tercümesi demek için ne kadar cür’et lazımdır!” der. Diyanet İşleri Reisliği’nin hatalarla dolu böyle bir çeviri hakkında susması düşünülemezdi. Bu yüzden Rifat Börekçi, bu çeviriye aldanmamaları için halkı ikaz etmek lüzumunu hissetmiş ve gazetelere bir açıklama göndermiştir:

Diyanet İşleri Reisi Rifat, 1 Teşrinievvel 1340 (1 Ekim 1924)” Gerek Diyanet İşleri Reisi Rifat Börekçi Bey’in bu ikazları, gerekse basında çıkan eleştiri yazıları neticesinde, işin ehli ve erbabı olmayan bazı fırsatçıların Kur’an tercümesi işini istismar etmelerini engelleyecek bazı tedbirlerin alınması lüzumu kendini iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı. Öyle ki devletin, dolayısıyla Diyanet İşleri Reisliği’nin bu meseleye el atması ve böylece halka işin erbabı uzmanların hazırlayacağı bir Kur’an meâlinin sunulması hususunda güçlü bir kamuoyu oluşmuştu. Basında Kur’an çevirilerinden her söz edildiğinde bu husus gündeme getiriliyor ve yetkililer göreve çağrılıyordu. Öneriler daha çok tercüme işinin “ehil bir heyet” tarafından yapılması yönünde idi.

1924 yılında Cemil Said’in Kur’an çevrisi ile Hüseyin Kazım Kadri ve arkadaşlarının hazırladığı “Nuru’l-Beyan” adlı tercüme böylesine büyük tepkiler görmüştü. Buna rağmen tercüme tefsirlerin devam ettiği görülmektedir. 1927 yılında Süleyman Tevfik Efendi’nin “Tercüme-i Şerife” adlı meâli yayımlanmış ve oda anlaşılır bulunmamıştı. Özellikle 1927 yılından sonra Kur’an çevirilerinin sayısında artış görüldü. 1927’de Osman Reşit başkanlığındaki heyet tarafından bir çeviri yapılmış; aynı yıl İsmail Hakkı İzmirli de bir meâl hazırlamıştır. İzmirli’nin meâli diğerlerine göre daha fazla beğenilmiş ve yaygınlaşmıştır. Bu arada Konya Milletvekili Mehmet Vehbi Efendi (1861-1949) de “Hülasatü’l- Beyan Fi Tefsirü’l- Kur’an” ismiyle on beş ciltlik bir tefsir hazırlamıştır.

TBMM Türkçe Kur’an meâli ve tefsir hazırlanması konusunda neler yapmıştır?

Bu mevcut durum ve tartışmaların sonucunda Kur’an tercüme meselesi 1925 yılının başlarında Meclis’in gündemine geldi. 21 Şubat 1341/1925 tarihinde TBMM.’nde Diyanet İşleri Reisliği’nin bütçe görüşmeleri yapılırken, Eskişehir Mebusu ve Şer’iye ve Evkaf Vekâleti eski vekili, ilmiyeden Abdullah Azmi Efendi (Torun) Meclis Başkanlığı’na 53 imzalı bir takrir (önerge) vererek; gerek Kur’an’ı Kerim’in, gerekse bazı âsâr-ı İslamiye’nin (İslami eserlerin) Türkçeye tercüme edilmesi amacıyla 214. Fasla 8. Madde olarak 20.000 liranın zam ve tahsisini teklif etti. Önerge ve imzalayan 53 milletvekilinin isimleri ve seçim çevreleri şu şekildeydi:

“Riyaset-i Celileye,

Bazıları tarafından Kur’an-ı Kerîm’in hata- âlud bir surette lisanımıza tercüme ve neşredildiği görülmektedir. Bu Kitab-ı Celîl’in elyevm mevcut olan Türkçe tefsirleri dahi ihtiva ettiği meâni-i dakikayı ifade kâsır olduğu cihetle, mütehassıs bir heyet-i ilmiye tarafından Kur’an’ı Azimüşşaân’ın lisanımıza tercüme ve Türkçe tefsiri ve keza lisanımıza tercümesi elzem olan bazı âsâr-ı İslamiye’nin nakil ve tercümesi ve din-i İslam aleyhinde intişar eden âsâr-ı ecnebiyeye mukabeleten neşriyatta bulunmak üzere 214. Fasla 8. Madde olarak 20.000 liranın zam ve tahsisini teklif ederiz.”

Abdullah Azmi (Eskişehir), Rasih (Antalya), İhsan (Ergani), Ali (Urfa), Derviş (Mardin), Murat (Antalya), Hulusi (Karesi), Mehmet Vehbi (Karesi), Emin (İçel), Mehmet Fuat (Kastamonu), Ahmet Muammer (Sivas), Ali Sururi (Karesi), Hüseyin Hüsnü (Isparta), Haydar Adil (Karesi), Besim (Mersin), Abdürrezzak (Mardin), Mustafa Fehmi (Bursa), Halet (Erzurum), Hilmi (Artvin), Halid (Kayseri), Sabit (Kayseri), Mehmet Ata (Niğde), Naci (Elaziz), Abdülgani (Mardin), Halil (Ertuğrul), Nafiz (Amasya), Ziyaeddin (Erzurum), Ferit (Gaziantep), Raif (Erzurum), Cazim (Erzurum), Münir Hüsrev (Erzurum), Hacı Kamil (Tokat), Nazmi (Hakkâri), Mehmet (Biga), Ziya (Kangırı), Mehmet Rifat (Kangırı), Naim Hazım (Konya), Eyüp Sabri (Konya), Mustafa (Çorum), Musa Kâzım (Karahisar), İzzet Ulvi (Karahisar), Cavit (Canik), Ahmet Şükrü (Dersim), Şahin (Gaziantep), … (Ordu), Mehmet Münip (Van), Tevfik (İçel), Süleyman Sırrı (Yozgat), Mahir (Kastamonu), Kamil (Karahisar), Süleyman Sırrı (Trabzon), Yahya Galip (Kırşehir), Osman Niyazi (Karesi), Ethem (Saruhan).

Reisliği Ali Sururi Bey’in, Katipliği Ruşen Eşref (Karahisar-ı Sahip) ve Hakkı Bey (Van)’in yaptığı oturumda önerge sahibi Abdullah Azmi Efendi’nin konuşmasından sonra önerge okununcaya kadar konuyla ilgili olarak şu milletvekilleri söz aldılar: Ahmet Mahir Efendi (Kastamonu), Hamdullah Suphi Bey (İstanbul), Yahya Galip Bey (Kırşehir), Vehbi Bey (Karesi), Süleyman Sırrı Bey (Bozok), Ali Bey (Rize), Refik Bey (Konya), Mazhar Müfit Bey (Denizli), Şeyh Safvet Efendi (Urfa), Başvekil Ali Fethi Bey (İstanbul), Hüseyin Hüsnü Efendi (Isparta), Raif Efendi (Erzurum), Ahmet Hamdi Efendi (Diyanet İşleri Reisi Namına), Halid Bey (Kastamonu), Hasan Fehmi Efendi (Kastamonu), Reis.

Reis Ali Sururi Bey’in önergeyi okutmasından sonra önerge üzerinde tartışmalar başlamıştır. Bu kapsamda da şu vekiller söz almıştır: Ali Şuuri Bey (Karesi), Abdullah Azmi Efendi (Eskişehir), Yahya Galip Bey (Kırşehir), Mazhar Müfit Bey (Denizli), Şahin Efendi (Gaziantep), Mükerrem Bey (Isparta), Kamil Efendi (Karahisar-ı Sahip), Kazım Vehbi Bey (Ergani), Hüseyin Hüsnü Efendi (Isparta), Hasan Bey (Trabzon), Vehbi Bey (Karesi), Feridun Fikri Bey (Dersim), Ahmet Hamdi Bey (Bozok), Tunalı Hilmi Bey (Zonguldak), Muhtar Bey (Trabzon), Besim Atalay (Aksaray), Eyüp Sabri Efendi (Konya), Süleyman Sırrı Bey (Bozok).

Bu görüşmelerde milletvekilleri mevcut Kur’an tercümeleri ve tefsirleri konusunda eleştirilerini ve düşünülen tercüme ve tefsirin nasıl yapılması gerektiği konusunda görüşlerini dile getirmişlerdir. Bütün bunlara Hükümet adına Başvekil Ali Fethi (Okyar) Bey ve Diyanet İşleri Reisi adına Heyet-i Müşavere Üyesi Ahmet Hamdi (Akseki) Hoca cevap vermiştir. Hemen hemen bütün konuşmacılar; “yayınlanmış olan Kur’an tercümelerin hatalarla dolu olduğundan” bahsederek doğru bir tercüme ve tefsir hazırlanmasının “elzem ve ehem bir mesele olduğundan” söz etmişlerdir. Bu arada tercüme ve tefsirin kimler tarafından ve nasıl yapılıp, yayımlanacağı konusu da gündeme getirilmiştir. Konuşması sırasında Mazhar Müfit Bey’e cevap verirken Başbakan Ali Fethi Bey’in, “Kur’an’ın yanlış tercümeleri hakkında ne tedbir aldınız? Diye bir sual sordular. Zannederim buna karşı alınacak yegâne tedbir, Kur’an’ın bir heyet-i ilmiye tarafından, erbab- ı ihtisastan mürekkep bir heyet tarafından, sahih bir surette tercüme ve neşrinden ibarettir.” Şeklindeki sözlerinden hükümetin bu konuda kararlı olduğu anlaşılmaktadır.

Meâl ve tefsir hazırlama görevleri kimlere verilmiştir?

Bu önergenin görüşüldüğü ve kabul edildiği günler esasında genç Türkiye Cumhuriyeti’nin içerde ve dışarda büyük gailelerle boğuştuğu günlerdir. Musul ile ilgili Haliç Konferansı’nın yapıldığı, Hakkâri’de Nesturi İsyanı’nın çıktığı ve nihayet Şeyh Sait İsyanının baş gösterdiği bir dönemden geçilmektedir. Türkçe Meal ve Tefsir görevlendirmesi işte böyle bir ortamda yapılacaktır.

10 Ekim 1925’te Diyanet İşleri Riyaseti, Elmalı Hamdi Yazır ve Mehmet Akif’le Türkçe Kur’an Meali ve Tefsiri konusunda bir sözleşme imzalayacaktır. “Çok ağır ve sorumluluk isteyen bir iş olduğu” için verilecek görevi kabul etmek istemeyen Akif’i, ikna etmek için çabalayan arkadaşları arasında Ahmet Hamdi (Akseki), Naim Bey, Kamil Miras yanında Eşref Edip de vardı.

TBMM.’nin kararından sonra Diyanet İşleri Reisliği Türkçe Kur’an-ı Kerîm Tercümesi (Meâl) işini Mehmet Akif’e, Türkçe Kur’an-ı Kerîm Tefsir işini Elmalılı Hamdi Yazır’a ve Zebîdî tarafından hazırlanmış bulunan Buhari’nin muhtasar hadis külliyatı Tecrîd-i Sarîh’in Türkçeye çevrilmesi işini de Babanzade Ahmet Naim’e görev olarak verildi.

MEAL VE TEFSİR SÖZLEŞMESIİNDE NELER BULUNUYOR?

Bu görev taraflar arasında bir sözleşme ile kayıt altına alındı. Orijinali Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nde bulunan sözleşmenin, 10 Ekim 1925 tarihinde, Elmalılı Hamdi Bey ve Mehmet Akif ile Diyanet İşleri Riyaseti adına Aksekili Ahmet Hamdi Efendi arasında imzalandığını göstermektedir. Ali Ziya Bey, Aydın bin Hüseyin Hüsnü ve Abdülkadir Rıza Beyler şahit olarak bulunmuşlardır.

Beyoğlu 4. Noteri’nde yapılan sözleşmede, Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır’ın yanı sıra Diyanet İşleri Riyaseti adına Aksekili Ahmed Hamdi Efendi’nin imzaları bulunuyor. İlginç bir durum da o sırada Beyoğlu 4. Noteri Akif’in yakın arkadaşlarından Midhat Cemal (Kuntay) Bey’dir. Sözleşme onun huzurunda yapılmıştır.

Sözleşmeye göre Diyanet İşleri Başkanlığı’nca, Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır’a biner lirası peşin olmak üzere 6 bin lira ödeme yapılması taahhüt ediliyor.

Atatürk, Müslüman Türk milletinin anlayamadığı Kur’an-ı Kerim’i tefsir ve tercüme ettirmek istemiştir. İlgili teşebbüslerin ve çalışmaların arka ve ön planında Atatürk vardır. Öyle ki, Atatürk, Elmalılı Hamdi Yazır ve Mehmet Akif Ersoy ile yapılan Kur’an tefsir ve tercümesi sözleşmesinde yer alan teknik ayrıntılar ile bizzat ilgilenmiştir.

PEK çok bakımdan önemli olan bu sözleşme aynı zamanda Atatürk ve arkadaşlarının İslam’ın anlaşılması konusundaki hassasiyetlerini göstermesi bakımından önem taşımaktadır. Sözleşmenin tam metni şu şekildedir: “Türkiye Cumhuriyeti Diyanet İşleri Riyaseti ile dersiamdan (medrese hocalarından) Elmalılı Muhammed Hamdi Efendi ve Şair Mehmed Akif Bey arasında mün’akid (yapılmış, imzalanmış) mukavelenamedir (sözleşmedir).

1- Kur’an-ı Kerim’in tercümesiyle muhtasar (özet) bir surette tefsirini Mehmed Akif Bey ile Hamdi Efendi deruhde etmişlerdir (üstlenmişlerdir).
2- Riyaset-i müşarünileyha (bahsedilen Başkanlık) Hamdi Efendi ile Mehmed Akif Bey’den her birine altışar bin lira te’diye edecektir (ödeyecektir).
3- İşbu meblağın (miktarın) te’diyesi (ödemesi) şu suretle olacaktır: Her birine biner liradan cem’an (toplam) iki bin lirası peşin verilecek ve mütebaki (kalan) miktar birinci cüz ihayetinde yüz seksen altışar, diğer cüzlerden beheri (her biri) nihayetinde yüz altmış altışar lira verilmek suretiyle muksitan (hakedildikçe) te’diye edilecektir (ödenecektir). 
4- Tarz-ı tahrir (yazım tarzı) şekl-i atide (aşağıdaki şekilde) olacaktır. Ayet ve ayat-ı kerime yazılarak altına meal-i şerifi ve bunu müteakip tefsir ve izah kısmı yazılacaktır. 
5- Tefsir ve izah (açıklama) kısmında bervech- i ati nukat (aşağıdaki noktalar aynen) nazar-ı dikkate alınacaktır. 
a) Ayat-ı kerime nisbetindeki (Ayetler arasındaki) münasebat (ilişkiler), 
b) Esbab-ı nüzul (iniş sebepleri), 
c) Kıraat (ki aşereyi tecavüz etmemek lazımdır). 
d) İktizasına göre (gerektiğinde) terkib (sentez) ve hükemanın izahat-ı lisaniyesi (âlimlerin diliyle açıklaması,) 
e) İtikatça Ehl-i Sünnet mezhebine ve amelce Hanefi mezhebine riayet olunarak ayatın mütazammın olduğu (ayetlerin içerdiği) ahkam-ı diniye (dini hükümler), şer’iyye (dinî) ve hukukiyye (hukukî), ictimaiyye (toplumsal) ve ahlakıyye (ahlakî) işaret veya alakadar bulunduğu mübahis-i hikemiyye ve ilmiyeye (ilmi ve hikmet bahisleriyle) müteallik (alakalı) izahat (açıklama) bilhassa (özellikle) tevhid ve tezkir-i meva’ıza müteallik (Allah’ın birliği ve emirlerini hatırlatan) ayatın (ayetlerin) mümkün mertebe basit izahı (açıklaması), alakadar (ilgili) ve yahut münasebattar (ilişkili) olduğu bazı tarih-i İslam vukuatı (İslam Tarihi olayları), f) ... müelliflerince (yazanlarınca) yanlış veya tahrif yollu şeyler dermeyan edildiği (olduğu) görülebilen noktalarda tenbihatı muhtevi (ikazları içeren) notlar, g) İnde’l-iktiza (gerektiğinde) nasih (hükümsüz bırakan) ve mensuh (hükmü kaldırılmış) ve muhassas (ayrılmış), h) Baş tarafa mühim bir mukaddime tahririyle (önsöz yazımıyla) bunda hakikat-i Kuran’ın (Kur’an gerçeklerinin) ve Kur’an’a müteallik mesail-i mühimmenin izahı (Kur’an’a ilişkin önemli meselelerin açıklanması), 
6- Peyderpey takarrür eden (parça parça yazılıp kararı verilen) müsveddeler üçer nüsha olarak tebyiz edilerek (temize çekilerek) biri Hamdi Efendi’de biri Akif Bey’de diğeri de riyaset (Başkanlık) namına heyet-i müşavere azasından Aksekili Hamdi Efendi’de bulunacaktır. 
7- Müsveddelerin tebyiz (temize çekilmesi) ve inde’l-iktiza (gereken) kütüphanelerden bazı eserlerin istinsah (kopya, çoğaltma) ettirilmesi için mumaileyhimin (ismi geçenlerin) emrinde ücret-i maktu’a (belirlenen ücret) ile güzel yazılı bir yahut icab ederse iki zat istihdam olunacak ve bunlara takdir edilecek ücret riyasetten te’diye kılınacaktır (Başkanlıktan ödenecektir). 
8- İlk tab’ı (baskısı) Diyanet İşleri Riyaseti’nin hakkı olup on bin adet olarak güzel kâğıda ve nefis bir surette tab ettirilecek (bastırılacak) ve fakat yüzde yirmisi müelliflere ait olacak ve tabın (baskının) şeklini müellifler tayin edecektir. 
9- Eser-i mezkûrun (söz konusu eserin) esna-yı tabında (baskısı sırasında) formaların tashih (düzeltme) ve tab’ına müteallik (basımına ilişkin) bütün iştigalat (uğraşlar) riyaset-i müşarunileyhaya (bahsedilen Başkanlığa) aittir. 
10- Sahifelerin istertopisi (bugünkü ozalit) alınacak ve bilâ-bedel (bedelsiz) müelliflere verilecektir. 
11- Birinci tabından (baskıdan) sonra hakk-ı tab (baskı hakkı) yalnız müelliflere ait bulunduğu cihetle müellifler dilediği miktarda eser-i mezkûru (söz konusu eseri) tab edebilecektir (bastırabilecektir). 
12- İş bu mukavelename (sözleşme) iki nüsha olarak tanzim ve teati kılındı (düzenlendi ve karşılıklı verildi) İmzalar: Ahmed Hamdi, Muhammed Hamdi, Mehmed Akif.

Dairede kıraat ve meâli tefhim olunan (okunan ve anlamı bildirilen) bu mukavelename (sözleşme) zirine mevzu’ (aşağısına atılmış) imza/şahıs ve hüviyeti marufumuz (kimlikleri tarafımızdan bilinen) Şair Mehmed Akif Bey ile Elmalı Muhammed Hamdi ve Diyanet İşleri Riyaseti’ni temsil eden Aksekili Ahmed Hamdi Efendi’nin olup münderecatı (içeriği) tamamen kabul ve ikrar eyledikten sonra muvacehemizde vaz’ eylediğini (huzurumuzda imzaladıklarını) beyan ve tasdik ederiz. Bin üç yüz kırk bir senesi Teşrinievvel (Ekim) ayının yirmi altıncı günü (26. 10. 1925) Aksaray’da Yusufpaşa civarında Kuyulu Sokak’ta 1 numarada mukim (oturan) akârat- ı vakfiye konturat memuru Ali Ziya ve Aydın bin Hüseyin Hüsnü. Üsküdar’da Ayazma’da Sermed Paşa Konağı’nda mukim (oturan) Abdülkadir Rıza Bey. Bu mukavele (sözleşme) zirine mevzu’ (aşağısında bulunan) imzalar: Şair Mehmed Akif Bey ile Elmalılı Muhammed Hamdi ve Türkiye Diyanet İşleri Riyaseti’ni temsil eden Aksekili Ahmed Hamdi Efendi’nin olduğu isim ve hüviyetleri balâda muharrer (yukarıda yazılı) şahid ve muarriflerin (bilirkişilerin) ifade ve tasdiklerinden anlaşıldığından aynen defter-i mahsusuna (özel defterine) kayd ve tasdik olundu. Bin üç yüz kırk bir senesi Teşrinievvel (Ekim) ayının yirmi altıncı pazartesi günü. 26 Teşrinievvel 1341 (26 Ekim 1925) Midhat Cemal Beyoğlu Dördüncü Katib-i Adli Bu mukavelename (sözleşme) suretinin dairemde defter-i mahsusundaki 26 Teşrinievvel 1341 tarih 12042/263 numaralı resmi kaydına mutabık (uygun) olduğunu tasdik ederim (onaylarım). Resmi mühür, kaşeler ve pullar. Adres: Galata Haraççı Sokak, Dar Han, Telefon Beyoğlu 3447.”

Atatürk bu işin neresinde? 
Hem TBMM’de alınan bu; Diyanet İşleri Riyaseti tarafından bir Türkçe Kur’an meâli ve tercümesi hazırlatılması kararı, hem de özellikle meâli hazırlama görevinin Mehmet Akif’e verilmesi konusunda acaba Mustafa Kemal Paşa’nın rolü var mıydı? Yok muydu? Varsa bu rol veya etki ne idi? Konuyla ilgili yayınlarda bu konu sürekli olarak tartışılmaktadır. Mehmet Akif’in Millî Mücadele için Ankara’ya çağrılması veya gelmesi meselesinde de gördüğümüz üzere bugün bazı muhafazakâr yazarlar bu tip tartışmalarda “Mustafa Kemal’in etkisinin olmadığı” gibi akıllara zarar iddialar ortaya atmaktadırlar. Daha önceki bir çalışmamızda merhum Mehmet Akif’i Ankara’ya bizzat Mustafa Kemal Paşa’nın çağırdığını ve M. Akif ve arkadaşlarının o dönemde M. Kemal Paşa’nın kontrolündeki, Yenibahçeli Şükrü Bey’in istihbarat yapılanması tarafından Ankara’ya ulaştırıldıklarını Genelkurmay Arşiv Belgesi ile ispatlamış idik. Bazı muhafazakâr araştırmacılar aynı tavrı bu defa TBMM.’nin kararı için sergilemektedirler. Alınan bu kararda Mustafa Kemal’in bir etkisinin olmadığını, “dindar mebusların verdiği altmış imzalı bir kanun teklifi” ile bu işin olduğunu söylemektedirler.

ATATÜRK BU KONUDA ÇOK CİDDİ ÇALIŞMALAR YAPTIRMIŞTIR

Türk toplumunun bilimsel bir bakışla gerçekleştirilecek Kur’an tefsir ve tercümesine olan ihtiyacını gören Atatürk, bu konuda hiçbir dönemde olmadığı kadar ciddi çalışmalar yapmış, yaptırmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren Kur’an’ın, hadislerin, hutbenin Türk milleti tarafından anlaşılabilmesi amacıyla Türkçeleştirilmesi konusunda din adamlarıyla, devlet adamlarıyla ve halkla görüş alışverişinde bulunduğunu biliyoruz. Konuşmalarında bu konulara sık sık dikkat çektiğini de yukarda gördük. Ziya Gökalp, Seyit Bey ve Reşit Galip ile bu konuda uzun sohbetler etmiştir. Atatürk öncelikle Müslüman Türk milletinin anlayamadığı Kur’an-ı Kerim’i tefsir ve tercüme ettirmek istemiştir. Bütün konuyla ilgili teşebbüslerin ve çalışmaların arka ve ön planında Atatürk vardır. Öyle ki, Atatürk, Elmalılı Hamdi Yazır ve Mehmet Akif Ersoy ile yapılan Kur’an tefsir ve tercümesi sözleşmesinde yer alan teknik ayrıntılar ile bizzat ilgilenmiştir. Mehmet Akif (Ersoy) merkezli olarak Türkçe Kur’an Meali konusunda en kapsamlı çalışmayı yapmış bulunan Sayın Dücane Cündioğlu; “Bu vesileyle Meclis kararı ardındaki asıl iradenin Reisicumhur Mustafa Kemal Atatürk’e ait olduğunu ve Kur’an-ı Kerim’in resmen Türkçeye tercüme edilmesi veya tercümenin Mehmet Akif tarafından yapılması talebinin bizzat kendisinden gelmiş bulunduğunu gösterir bazı açıklamalardan söz etmek isteriz.” Diyerek Atatürk’ün konuyla ilgili tavrını yansıtan bazı örnekler vermektedir.

 

Mustafa Kemal Atatürk, Türk toplumunun İslâm dinini daha iyi anlayabilmesi için Kur’an’ın yanında sağlam bir hadis kaynağına da ihtiyaç olduğunu görmüştür. Bu sebeple, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in hadisleri, belli temel kaynaklarda toplanmıştır. Bu kaynaklardan söz edildiğinde ise ilk akla gelen, Buharî’nin “Sahîh”idir.

CÜNDİOĞLU, Atatürk’ün Vossische Zeitung muhabirine verdiği demeç (1929) ile K. Karabekir (1923), Yunanlı Gazeteci Yorgi Pesmezoğlu (1937), Emin Erişirgil (1956), Y. Hikmet Bayur (1968), F. Altay (1968)’ın anlattıklarını nakletmekte ve şöyle demektedir:

“Bu belgelerdeki, ‘Kur’an’ın tercüme edilmesini emrettim’, ‘Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettireceğim’, Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettirmekle…’, ‘Kur’an’ın iyi bir dille tercüme edilmesini çok istiyordu’, ‘Kur’an’ı … tercüme etmesini çok istemişti’ şeklindeki ifadeler, Mustafa Kemal Atatürk’ün – nedeni ne olursa olsun- Kur’an-ı Kerim’in Türkçeye tercüme edilmesi konusundaki niyet ve ısrarını, hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak derecede dile getirmektedir. Fakat TBMM’de yapılan 21 Şubat 1341/1925 tarihli bütçe müzakerelerinde bu aktarımları doğrulayacak hiçbir ima ve işarete –ne gariptir ki- rastlanılmamaktadır. Oysa Kur’an-ı Kerim’in Diyanet İşleri Reisliği gözetiminde Türkçeye tercüme edilmesi konusunda herhangi bir görüş ayrılığı içerisinde olmadıkları anlaşılan mebusların, cumhuriyetin bânîsi ve reisi bulunan Mustafa Kemal Atatürk’ün adını anmak suretiyle bu yöndeki taleplerine kuvvet ve meşruiyet kazandırmaya çalışmalarından daha tabii ne olabilirdi?”

Sayın Cündioğlu’nun bu değerlendirmelerinden anlaşılıyor ki, onun hassasiyeti sadece Meclis müzakereleri sırasında Atatürk’ten bahsedilmemiş olmasından kaynaklanmaktadır. Kaldı ki bu da teknik bir konudur. Bu durum, çalışmaların arkasında Atatürk’ün olduğu ve çalışmaları baştan beri yönlendirdiği gerçeğini ortadan kaldırmaz. Biz sadece Atatürk’ün kütüphanecisi Nuri Ulusu’nun tefsir çalışmaları hakkında neler söylediğine ve Atatürk’ün Vossische Zeitung muhabirine verdiği demeçte ne dediğine bakalım:

“Atatürk yapılacak tefsirle bizzat ilgilenmiştir. Nitekim benim dönemimde de bu çalışmalar süratle devam etti. Sonuçta yedi ana maddeyle bu işi sonuçlandırttı. Tabii şimdi tafsilatlı olarak bu maddeler pek hafızamda değil. Ana hatlar, hatırladığım kadar ayetlerin inişlerinin sebepleri belirtilecek, kelimelerin dil izahları olacak, ayetlerin anlatmak istediği din, hukuk, sosyal ve ahlaki konular hakkında bilgiler verilecek, bunlarla ilgili eski tarihi olaylar uzun uzun anlatılacak, vs.” Ulusu’nun bahsettiği yedi maddenin yukarıda tam metnini verdiğimiz Diyanet İşleri Riyaseti ile Elmalı Hamdi ve Mehmet Akif arasında noterde imzalanan sözleşmenin 5. Maddesindeki içerikle ilgili konular olduğu açıktır.

Atatürk 30 Kasım 1929’da Vossische Zeitung muhabirine şu demeci vermiştir: “Ahiren Kur’an’ın tercüme edilmesini emrettim. Bu da ilk defa Türkçeye tercüme ediliyor. Muhammed’in hayatına ait bir kitabın (Sahih-i Buhari) tercüme edilmesi için de emir verdim. Halk tekerrür etmekte bulunan bir şey mevcut olduğunu ve din ricalinin derdi ancak kendi karınlarını doyurup, başka bir işleri olmadığını bilsinler.” Cumhuriyetin ilk Kur’an tefsiri, Atatürk’ün isteğiyle hazırlatılan, Konya Hadimli Mehmet Vehbi Efendi’nin “Hülasatü’l Beyan Fi Tefsir’l-Kur’an” adlı eseriydi. Ayrıca, yine Atatürk’ün isteği ile Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır’ın “Hak Dini Kur’an Dili” adlı eseri, 1925 yılında Meclis kararından sonra hazırlanmaya başlanmış ve 1936 yılında basılmıştı. Bu eser, 8 ciltlik 6433 sayfalık dev bir eserdi. Bu eser, o dönemin Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından Türkiye’nin her yerine ücretsiz olarak dağıtılmıştı.

Yukarıda adı geçen eserler başta olmak üzere, cumhuriyetin ilk 15 yılında Kur’an-ı Kerim’in tefsir ve tercümesi ile ilgili 9 eserin yazılıp yayınlandığı görülmektedir. Atatürk’ün İslâm’ın temel kaynağı Kur’an-ı Kerim’i Türkçeye tercüme ettirmiş olması, Kur’an’ın mantığına da uygundur. Atatürk Kur’an’ı Türkçeye tercüme ettirerek, yüzyıllardır ihmal edilmiş bir Kur’an hükmünü, “Biz onu anlaşılsın diye... indirdik” uygulamıştır. Üstelik o, bu konunun ne kadar önemli olduğunu bilerek Kur’an tefsir ve tercüme görevini Elmalılı Hamdi’ye vermiştir. Ve Elmalılının yaptığı Kur’an tefsiri bu gün bile aşılamamış, mükemmel bir tefsirdir. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk bu konuda şu değerlendirmeleri yapmaktadır:

“Cumhuriyeti kuran irade (Atatürk) imparatorluğu içeriden kemirerek yıkan hurafenin (Kur’an dışı uydurma dincilik) tabelalarını devirdikten sonra, en güzel dinin esasını kitleye tanıtmanın ilk ve en önemli adımını hayranlık verici bir basiret ve dirayetle atmıştır. O adım, çağın en büyük müfessiri (yorumcusu) Elmalılı Hamdi Yazır’a, TBMM’nin karar ve isteğiyle hazırlatılan Kur’an tercüme ve tefsiridir. Yani dokuz ciltlik o aşılamamış Elmalılı tefsiri. Atatürk, hep görmezden gelinen, ama temel çözümün hareket noktası olan bu icraatında, sadece aklının değil, gönlünün de işin içinde olduğunu vurgulamak için, tefsirin finansmanına bizzat katkıda bulunmuştur... Türkiye’de İslâm konusunun her seviyede en güvenilir, en değerli başvuru kaynağı halâ Elmalılı Tefsiri’dir. Elli yılı aşkındır, amansız bir din sömürüsü ile ülkenin anasını ağlatan politikalar ve engizisyona taş çıkartma noktasına gelen din ticareti, sövüp durdukları devir ve kişilerin vücuda getirdiği, o, dokuz ciltlik eserin değil yerine, yanına bile koyabileceğimiz bir şey henüz üretilememiştir.”

ATATÜRK VE HADİS ÇEVİRİSİ

Atatürk, Türk toplumunun İslâm dinini daha iyi anlayabilmesi için Kur’an’ın yanında sağlam bir hadis kaynağına da ihtiyaç olduğunu görmüştür. Hz. Peygamberin hadisleri, belli temel kaynaklarda toplanmıştır. Bu kaynaklardan söz edildiğinde ilk akla gelen Buharî’nin “Sahîh”idir. Aslen Buharalı bir Türk olan ve esas adı Ebû Abdullah Muhammed b. İsmail b. İbrahim el-Cu’fî el-Buharî olan Muhammed b. İbrahim Buharî, Kur’ân-ı Kerîm’den sonra en güvenilir kitap kabul edilen “el-Câmi’u’s-Sahîh” adlı eseriyle tanınmış büyük bir muhaddis (Hadis âlimi) idi. 20 Temmuz 810’da Buhara’da doğmuş, 870 yılında ölmüştür.

Buharî’nin 600.000 hadis rivayeti arasından seçerek hazırladığı hadis kitabı bir bütün olarak veya bir kısmını içerecek şekilde birçok yerde ve tarihte basılmıştır. Atatürk’ün emriyle ve TBMM kararıyla Türkçeye çevrilen Buharî’nin hadis külliyatı; “Muhtasar” (kısaltılmış) baskılarından birisi olan “et-Tecrîdü’s-Sarîh” ismiyle Ahmed b. Ahmed ez-Zebîdî’nin (ö. 893/1488) hazırladığı eserdir. Zebîdî’nin bu meşhur eseri Bulak’ta (1287) ve Kahire’de (1312) basılmış, üzerinde muhtelif çalışmalar yapılmış idi. Zebîdî, Buharî’nin el-Câmi’u’s- Sahîh’indeki mevcut 9.082 rivayetten et- Tecrîd’e 2.230 hadisi almıştır.

Atatürk’ün talimatıyla bu konudaki çalışmalara 1925 yılı şubat ayında başlandı. 21 Şubat 1925 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisinde Diyanet İşleri Riyâseti bütçesinin görüşülmesi sırasında Kamil Miras (1875- 1957)’ın da aralarında bulunduğu elli üç milletvekilinin verdiği bir önergeyle yeni bir Kur’an tercüme ve tefsirinin hazırlatılması, ayrıca uygun bir hadis kitabının Türkçeye çevrilmesi teklif edildi. Oturum sonunda her iki faaliyet için bütçeye ödenek konulması kararlaştırıldı. Meâl işi Mehmet Akif’e, Tefsir işi Elmalılı Muhammed Hamdi (Yazır)’ye, hadis kitabı olarak seçilen Buhârî’nin el- Câmi’u’s-Sahîh’inin muhtasarı (kısaltılmışı) et-Tecrîdü’s-Sarîh’in tercüme ve şerhi görevi Babanzâde Ahmet Naim (1872- 1934)’e verildi. Ahmet Naim’in vefatı üzerine (13 Ağustos 1934) müsvedde halindeki III. cildin basıma hazırlanması ve kalan kısmın tamamlanması işini Kâmil Miras devraldı ve on yıl içinde bu çalışmayı bitirdi.

SAHÎH-I BUHARÎ TÜRKİYE’DE 60 BİN ADET ÜCRETSİZ DAĞITILMIŞTIR

Babanzâde Ahmet Naim tarafından hazırlanan “Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercümesi ve Şerhi”nin ilk üç cildi İstanbul’da 1928 (1346)’de yayımlandı. Babanzâde Ahmet Naim’in Tecrid tercümesine giriş mahiyetindeki bir ciltlik mukaddimesi son derece önemli ve oldukça geniş bir hadis usulü kitabıdır. Ahmet Naim ve Kâmil Miras, anlaşılır bir tercüme yapabilmek için zaman zaman Buhari’nin el-Câmi’u’s-Sahîh’inden ilâvelerde bulunma gereğini duymuştur. Babanzâde Ahmet Naim - Kâmil Miras tarafından hazırlanan “Sahîh-i Buhârî Muhtasarı Tecrîd-i Sarîh Tercemesi ve Şerhi”; et-Tecrîdü’s-Sarîh’in Türkçedeki en önemli tercümesi ve şerhidir. Ahmet Naim, et-Tecrîdü’s-Sarîh’in baş tarafından 199 hadisi Sırât-ı Müstakîm (sayı: 120-151, 1326 r./1328-1327 r./1329) ve Kelime-i Tayyibe (sayı: 1-8, 1328/1330) dergilerinde neşretmişti. Diyanet İşleri Reisliği adına tercüme görevi resmen kendisine verildikten sonra eseri tercüme ve şerhetmeye başlamış, 477 hadisi hadis usulüne dair önemli bir mukaddimeyle birlikte iki cilt halinde yayımlamıştır (İstanbul 1346/1928). Hazırladığı III. cilt neşredilmeden vefat etmiştir (1934). Bunun üzerine tercümeyi tamamlama görevi kendisine verilen Kâmil Miras III. cildi gözden geçirip yayımlamış, geri kalan kısmın neşri 1948’de tamamlanmıştır. III. cilttekiler dahil Ahmet Naim’in tercüme ettiği hadis sayısı 589’dur; ancak bazı hadisler birleştirilerek verildiğinden bu sayı neşirde 574 olarak görünür. Türkçeye çevrilen ve toplam 12 cilt olan Sahih-i Buhari (Tecrid-i Sahih), 1928-1950 yılları arasında 60.000 (altmışbin) adet basılarak bütün Türkiye’de ücretsiz dağıtılmıştır. Buharî’nin bu hadis kitabının Babanzâde Ahmet Naim tarafından hazırlanan ilk üç cildi Atatürk’ün özel kütüphanesinde bulunmaktadır. Atatürk bu eseri satırlarını çizerek ve paragraflara dikey işaretler koyarak okumuştur. Atatürk’ün çizerek ve not alarak okuduğu Sahîh-i Buharî şu anda Anıtkabir Atatürk Özel Kitaplığı’nda muhafaza edilmektedir.

Cumhuriyet öncesinde Türk toplumu cuma hutbelerinde okunan metinlerin anlamını bilmiyordu. Sadece bunları ibadet niyetiyle, anlamadan dinlemekle yetiniyordu. Oysa Atatürk’e göre hutbelerin okunmasından maksat, cuma namazına gelen Müslümanların, “İslam’ın umumuna ait meseleleri hakkında dertleşmesidir.”

ATATÜRK, zaman zaman çevresindeki insanlarla cuma namazı sırasında okunan hutbelerin anlaşılıp anlaşılamadığını konuşmuştur. Bunlardan birisi de Konya’da görüştüğü Hacı Hüseyin Ağa arasında şöyle bir konuşma geçer: “Atatürk Hacı Hüseyin Ağa’ya sorar: - Hutbeden ne anlıyorsun Hacı? Doğru söyle! - Ne anlayayım oğlum; okuyorlar, biz de dinliyoruz. Ben cahil adamım. Tabi anlayan anlar. Sizler anlarsınız. - Ben de anlayamıyorum. -Nasıl anlamazsın? Geçenlerde, ‘Elham’ın, ‘Kulhü’nün manasını bana verdin. O günden beri düşündükçe hep ağlarım. İki üç gün önce hocalara gittim. Onlara dedim ki, haydi bakalım… Düşün önüme! Sizi Paşa’ya imtihan ettireceğim. Bak korkularından yanına yanaşamadılar, gelemediler.”

Atatürk’ün halkla yapmış olduğu bu konuşmadan anlaşıldığına göre, cumhuriyet öncesinde Türk toplumu cuma hutbelerinde okunan metinlerin anlamını bilmiyordu. Sadece bunları ibadet niyetiyle, anlamadan dinlemekle yetiniyordu. Oysa Atatürk’e göre hutbelerin okunmasından maksat, cuma namazına gelen Müslümanların, “İslam’ın umumuna ait meseleleri hakkında dertleşmesidir.” Cumhuriyetin ilk yıllarına kadar, ibadetlerin yapıldığı camilerde, mescitlerde hutbede verilen bilgiler Arapçaydı. Bütün Türk toplumu tarafından bu durum açıkça fark edilmesine rağmen herhangi bir düzenlemeye gidilmemişti. Bu konuda yazılmış, konuşulmuş fakat bunlar uygulamaya konulamamıştır. Atatürk ise, Türk milleti daha iyi anlasın diye, hutbelerin öğüt ve nasihatlerden oluşan bölümünü Türkçeleştirmiştir. Bu durum aşağıda ayrıntılı bir şekilde ortaya konulacaktır. Atatürk, baştan beri o döneme kadar Arapça olan hutbelerin dilinin Türkçe olması ve hutbelerin içeriğinin işlevsel olması gerektiği konusunda ciddi bir hassasiyet göstermiştir. Değişik zamanlarda yaptığı konuşmalarda bu konuyu vurgulamıştır.

Atatürk’ün hutbenin Türkçeleştirilmesi ile ilgili gayretlerinin temelinde, hem İslam’ın Türk milleti tarafından anlaşılmasının sağlanması, hem de hutbelerle halkın aydınlatılması düşüncesi vardı. Mustafa Kemal Paşa, 1 Mart 1922’de Meclisin 3. Toplantı Yılı’nı açarken; Şeriye Vekaleti’nin hizmetlerini değerlendirirken şunları söylüyor: “Umur-u Şeriye Vekâletimizin bir senelik mesaisini kemal-i ehemmiyetle tetkik ettim. Muhassalayı şayan-ı takdir buldum. Teşekkür ve tebrik ederim. Umur-u Şeriye’nin temşiyeti (yürütmesi) hakkında nokta-i nazar serdine esasen mahal yoktur. Çünkü bu husus nusus-u Kur’aniye (Kur’an hükümleri) ile hâsıldır. Yalnız vârid-i hâtır olan (aklıma gelen) bir noktayı söylemeden geçmeyeceğim: Efendiler! Camilerin mukaddes minberleri halkın ruhanî, ahlâkî gıdalarına en âli, en feyyaz menbalardır (kaynaklardır). Binaenaleyh camilerin ve mescitlerin minberlerinden halkı tenvir (aydınlatacak) ve irşat edecek (doğru yolu gösterecek) kıymetli hutbelerin muhteviyatına halkça ittilâ (ulaşılması) imkânını temin, Şeriye Vekâleti celilesinin mühim bir vazifesidir (şiddetli alkışlar, bravo sadaları). Minberlerden halkın anlayabileceği lisanla ruh ve dimağa hitap olunmakla ehl-i İslâm’ın vücudu canlanır, dimağı saflanır, imanı kuvvetlenir, kalbi cesaret bulur (alkışlar). Fakat buna nazaran huteba-i kiramın (şerefli hatiplerin) haiz olmaları lâzım gelen evsaf-ı ilmiye (ilmi vasıflar), liyakat-ı mahsusa (özel ehliyet) ve ahval-i âleme (dünyanın durumuna) vukuf haiz-i ehemmiyettir. Bütün vâiz ve hatiplerin bu ümniyeye (istek ve arzuya) hadim olacak (hizmet edecek) surette yetiştirilmesine Şeriye Vekâletinin sarf-ı mukderet (güç sarfetmek) edeceğini ümit ederim.” diyerek bu konuda atacağı adımların sinyalini vermiştir.

Zağnos Paşa Camii’ndeki hutbede neler söyledi? 
Atatürk 7 Şubat 1923 günü öğle vakti namazını kalabalık bir cemaatle Balıkesir Zağnos Paşa Camii’nde kılmıştır. Namazdan sonra mevlit okunmuş ve İstiklâl Savaşı şehitleri anılmıştır. O sırada Atatürk, caminin minberinde hutbenin Türkçeleşmesi hakkında örnek bir hutbe irat etmiştir. Atatürk’ün hutbesinde, Allah’ın bir ve büyük olduğunu, Peygamberimizin Allah tarafından İslam’ı insanlığa tebliğ etmek üzere görevlendirildiğini ve onun elçisi olduğunu, dinimizin son din olduğunu, camilerin taat ve ibadetin yanında din ve dünya işlerinin görüşülerek meşveret edilecek yerler olduğu gibi konuları işlemiştir. Atatürk’ün hutbesi şu şekildedir:

“Ey millet, Allah birdir. Şanı büyüktür. Allah’ın selâmeti, âtifeti (sevgisi) ve hayrı üzerinize olsun. Peygamberimiz efendimiz hazretleri, Cenab-ı Hak tarafından insanlara hakayık- ı diniyeyi (dini gerçekleri) tebliğe memur ve resul (peygamber, elçi) olmuştur. Kanun-u esasisi, (esas kanunu) cümlemizce malûmdur ki, Kur’an-ı azimüşandaki nusustur (naslardır). İnsanlara feyz ruhu vermiş olan dinimiz, son dindir. Ekmel (mükemmel) dindir. Çünkü dinimiz akla, mantığa, hakikata tamamen tevafuk (uygun) ve tetabuk (uyumlu) ediyor. Eğer akla, mantığa ve hakikata tevafuk etmemiş (uygun olmamış) olsaydı, bununla diğer kavanin-i tabiiye-i ilâhiye beyninde (ilahi tabiat kanunları arasında) tezat olması icabederdi. Çünkü bilcümle kavanin-i kevniyeyi (kâinatla ilgili kanunları) yapan Cenab-ı Haktır.

Arkadaşlar; Cenab-ı Peygamber mesaisinde iki dara, iki haneye (eve) malik bulunuyordu. Biri kendi hanesi, diğeri Allah’ın evi idi. Millet işlerini, Allah’ın evinde yapardı. Hazreti Peygamberin isr-i mübarekelerine (mübarek yoluna) iktifaen bu dakikada milletimize; milletimizin hal ve istikbaline ait hususatı görüşmek maksadıyla bu dar-ı kutside (kutsal evde, mekânda) Allah’ın huzurunda bulunuyoruz. Beni buna mazhar eden Balıkesir’in dindar ve kahraman insanlarıdır. Bundan dolayı çok memnunum. Bu vesile ile büyük bir sevaba nail olacağımı ümit ediyorum. Efendiler, camiler birbirimizin yüzüne bakmaksızın yatıp kalkmak için yapılmamıştır. Camiler taat ve ibadet ile beraber din ve dünya için neler yapılmak lâzım geldiğini düşünmek yani meşveret (danışmak, konuşmak) için yapılmıştır. Millet işlerinde her ferdin zihni başlı başına faaliyette bulunmak elzemdir, işte biz de burada din ve dünya için, istikbal ve istiklâlimiz için, bilhassa hâkimiyetimiz için neler düşündüğümüzü meydana koyalım. Ben yalnız kendi düşüncemi söylemek istemiyorum. Hepinizin düşündüklerinizi anlamak istiyorum. Âmâl-i milliye (milli emeller), irade-i milliye (milli irade) yalnız bir şahsın düşünmesinden değil, bilumum efrad-ı milletin (millet fertlerinin) arzularının, emellerinin muhassalasından (toplamından) ibarettir. Binaenaleyh benden ne öğrenmek, ne sormak istiyorsanız serbestçe sormanızı rica ederim.”

Müşarünileyh (Atatürk) badehu (daha sonra) minberden aşağıya inmişler ve muhtelif zevat (çeşitli kişiler) tarafından irat edilen yirmiyi mütecaviz (aşkın) suali tespit ettikten sonra cevaplarını vermişlerdir. Hutbeler hakkındaki ilk suale cevaben demişlerdir ki: “Hutbeler hakkında irad edilen (sorulan) sualden anlıyorum ki, bugünkü hutbelerin tarzı, milletimizin hissiyat-ı fikriyesi ve lisan (düşünce, duygu ve dil) ile ve ihtiyacat-ı medeniye (medeni ihtiyaçlar) ile mütenasip (uyumlu) görülmemektedir. Efendiler, hutbe demek insanlara hitabetmek, yani söz söylemek demektir. Hutbenin manası budur. Hutbe denildiği zaman bundan bir takım mefhum ve manalar istihraç edilmemelidir (çıkarılmamalıdır). Hutbeyi irat eden (söyleyen) hatiptir. Yani söz söyleyen demektir. Biliyoruz ki, Hazreti peygamber zaman-ı saadetlerinde (kutlu zamanında) hutbeyi kendisi irad ederlerdi. Gerek Peygamber Efendimiz ve gerek Hulefa-yı Raşidin (dört halife) hutbelerini okuyacak olursanız görürsünüz ki, gerek Peygamberin, gerek Hulefa-yı Raşidinin söylediği şeyler o günün meseleleridir, o günün askerî, idarî, malî ve siyasî, içtimaî (toplumsal) hususatıdır.

Ümmet-i İslamiye tekessür (çoğalmaya) ve memalik-i İslamiye (İslam ülkeleri) tevessüa (genişlemeye) başlayınca, Cenabı Peygamberin ve Hulefa-yı Raşidinin hutbeyi her yerde bizzat kendilerinin irat etmelerine imkân kalmadığından halka söylemek istedikleri şeyleri iblâğa (tebliğ etmeye, bildirmeye) bir takım zevatı memur etmişlerdir. Bunlar herhalde en büyük rüesâ idi. Onlar camii şerifte ve meydanlarda ortaya çıkar, halkı tenvir (aydınlatmak) ve irşat (doğru yolu göstermek) için ne söylemek lazımsa söylerlerdi. Bu tarzın devam edebilmesi için bir şart lâzımdı. O da milletin reisi olan zatın halka doğruyu söylemesi, halkı dinlemesi ve halkı aldatmaması! Halkı ahval-i umumiyeden (genel durumdan) haberdar etmek son derecede haiz-i ehemmiyettir (önemlidir). Çünkü her şey açık söylendiği zaman halkın dimağı, hal-i faaliyette (durum hakkında faaliyette) bulunacak, iyi şeyleri yapacak ve milletin zararına olan şeyleri reddederek şunun veya bunun arkasından gitmeyecektir. Ancak millete ait olan işleri milletten gizli ettiler. Hutbelerin halkın anlayamayacağı bir lisanda olması ve onların da bugünkü icabat (gerekler) ve ihtiyaçlarımıza temas etmemesi, Halife ve Padişah namını taşıyan müstebitlerin arkasından köle gibi gitmeye mecbur etmek içindi. Hutbeden maksat ahalinin tenvir (aydınlatılması) ve irşadıdır, başka şey değildir. Yüz, iki yüz, hattâ bin sene evvelki hutbeleri okumak, insanları cehl (cahillik) ve gaflet (vurdumduymazlık) içinde bırakmak demektir. Hutebanın (hatiplerin) herhalde nâsın (halkın) kullandığı lisanla görüşmesi elzemdir (çok lazımdır).

Geçen sene Millet Meclisi’nde irat ettiğim bir nutukta demiştim ki, minberler halkın dimağları, vicdanları için bir menba-ı feyiz (aydınlanma kaynağı), bir menba-ı nur (ışık kaynağı) olmuştur! Böyle olabilmek için minberlerden aksedecek sözlerin bilinmesi ve anlaşılması ve hakayik-i fenniye ve ilmiyeye (ilmi ve fenni gerçeklere) mutabık (uygun) olması lâzımdır. Huteba-yı kiramın (şerefli hatiplerin) ahval-i siyasiye, ahval-i içtimaiye ve medeniyeyi her gün takip etmeleri zaruridir. Bunlar bilinmediği takdirde halka yanlış telkinat verilmiş olur. Binaenaleyh hutbeler tamamen Türkçe ve icabat-ı zamana (zamanın gereklerine) muvafık (uygun) olmalıdır. Ve olacaktır…”

CUMA NAMAZININ İŞLEVLERİ KONUSUNDA NELER SÖYLEMİŞTİR?

Atatürk, cuma namazının işlevlerini değerlendirirken, onun daha çok sosyal hayat üzerindeki düzenleyici rolüne işaret etmiştir. Cuma namazının sadece ruhani âlemde değil, maddi yaşamda da önemli işlevleri olduğuna dikkat çekmiştir. Müslümanların cuma namazlarında bir araya gelmelerinin, sosyal hayattaki meseleler hakkında konuşmak için fırsat yarattığını düşünmüştür: “Cuma namazından maksat, herkesin dükkânlarını kapatarak, işlerini bırakarak bir arada toplanmaları ve İslam’ın umuma ait meseleleri hakkında dertleşmeleridir.”

Türkçe Hutbeler isimli kitabın içinde metinleri bulunan toplam 51 hutbenin konu başlıkları incelendiği zaman genç cumhuriyetin, İslam’ın kaynaklarından halka öğretilmesi için ve halkın bireysel ve toplumsal ihtiyaçları konusunda bilgilendirilmesi için ne kadar hassasiyet gösterdiği anlaşılmaktadır.

HUTBENİN Türkçe okunması konusunda kararlı olan Atatürk bir gün Rıfat Börekçi Hoca’ya şöyle der: “Hocam! Camilerimizde okunan hutbelerden milletimiz tam aydınlanıyor mu? Senden istediğim, ayetlere dayanan bir hutbe kitabının hazırlanması. Çünkü bizim dilimiz Türkçedir. Okunan hutbeler de siz daha iyi bilirsiniz ki Arapça aktarılmaktadır. İyi anlaşılması için açık bir Türkçe ile vatandaşımıza seslenilmesini istiyorum. Bu büyük milletin diniyle, kültürüyle daha iyi büyüyeceğine inanıyorum. Yalnız dinimiz bilginin ışığında, müspet ilimler yolunda ele alınmazsa vatanımız ve milletimiz için bir felakettir. Rıfat Börekçi cevaben şunları söylemiştir: Paşam! Tespitinizin çok büyük ve önemli olduğuna inanıyorum. Nelere değinmemiz gerektiğine bu çalışmayla birlikte karar verelim.” Bunun üzerine Atatürk ve Rıfat Börekçi Hoca aşağıda tamamını başlıklar halinde vereceğimiz 51 adet hutbe konusu belirlediler. 25 Şubat 1925’te TBMM’de bir grup milletvekili hutbelerin Türkçeleştirilmesini gündeme getirmişlerdi. Daha sonra beş uzmandan oluşan bir komisyon çalışmalara başladı. Muhtemelen Atatürk ve Rıfat Börekçi’nin konularını belirlediği hutbe metinlerini oluşturmak için toplanan komisyon bu çalışmayı 1926 yılı sonunda tamamladı. Diyanet İşleri Başkanlığına 58 örnek hutbe sundular. Rıfat Börekçi hutbelerdeki Kur’an ve hadis metinlerinin Arapça, nasihat bölümlerinin ise Türkçe olmasını istemişti.

Hazırlanan bu hutbe metinleri 1927 yılında Diyanet İşleri Başkanı Rıfat Börekçi’nin “Önsöz”ü ile “Türkçe Hutbeler” ismiyle yayımlandı. Rıfat Börekçi Hoca kitaba yazdığı Önsöz’de, cuma namazının mahiyeti ile hutbenin esasları ve kuralları konusunda bugün de önem taşıyan şu açıklayıcı bilgileri vermiştir:

“Dinimizin farz kıldığı ibadetler incelenince, görülür ki, Halik’a ibadet etme ve boyun eğme, yaratılmışlara şefkat ve eşitlik gibi ahlaki kurallar ve manevi değerlerden başka, bir milletin olgunlaşması ile ilgili birtakım toplumsal esasları da içermektedir. Cemaatle kılınan namazların yalnız kılınan namazlar üzerine olan erdemi ve üstünlüğü, haftada bir defa cemaatle cuma namazının farz olması, Müslümanlığın yalnız ferdi değil, aynı zamanda sosyal bir din olduğunu da gösterir. Müslümanlıkta cemaatin, cumanın pek büyük önemi vardır. Beş vakit namazı cemaatle kılmak vacip derecesinde olduğu gibi, cuma namazı da farzdır. Cuma namazının farz oluşu: ‘Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın.’ (Cum’a, 62/9). Ayet-i kerimesiyle sabittir. Bu ayet-i kerime gereğince her Müslümanın cuma ezanı okunduktan sonra işini gücünü terk ederek cami-i şerife koşması farzdır. Özrü yok iken cuma namazını terk edenler hakkında çok şiddetli korkutma vardır: ‘Ey iman edenler! Cuma günü namaza çağrıldığı (ezan okunduğu) zaman, hemen Allah’ı anmaya koşun ve alışverişi bırakın.’ (Cum’a, 62/9). Ayet-i kerimesindeki ‘zikrullah’ (Allah’ın anılmasını) fıkıh âlimlerinin ve Kur’an’ı hakkıyla tefsir eden âlimlerin çoğuna göre hem hutbeyi, hem de cuma namazını kapsar. Namaz, zikrullahı kapsadığı gibi hutbe de zikrullahı içerir. Bu yönüyle ikisine de ‘zikir’ denmiştir. Bundan dolayı cuma namazı nasıl farz ise cuma hutbesi de öylece farzdır. Farz olan hutbe okunmadıkça namaz düzgün değildir.

Hutbenin esasları ve kuralları şunlardır:

Öğle vakti girdikten sonra ve cuma namazından evvel okunmak, 

‘Elhamdülillah’ cümlesiyle başlamak,

Ulu ve Yüce Zat hazretlerinin (Allah’ı) ilahlığına layık biçimde yüceltmek,

Vahdaniyet-i bari (Cenab-ı Hakk’ın birliğine) ve Hazret-i Peygamber’in risaletinin (Peygamberliğinin) doğruluğuna şehadet eylemek,

Resul-i Ekrem Efendimiz Hazretlerine salat ü selam, 

Takva ile vasiyet,

Öğüt ve nasihat,

Hutbeyi ikiye ayırıp birinci hutbede ayet-i kerime okumak,

İkincisinde Allah’a hamd ve Resulüne salat ü selamdan sonra Müslümanlara dua etmektir. Hutbelerin pek uzun olmaması da lazımdır. Aleyhi’s-salatü ve’s-selam efendimiz durumun gereğine göre hutbe söylerdi. Bununla beraber bütün hutbeleri ortalama bir halde bulunurdu. Hatta bir hadis-i şerifinde:

‘Bir adamın namazı uzatması ve hutbeyi kısa okuması zekâsının, dini hükümleri bildiğinin delilidir. Buna göre namazı uzatınız, hutbeyi kısa yapınız.’ buyurmuştur. Sözün özü, bu hususta Efendimizin yaptıkları gibi, hikmet ve maksada göre hareket olunur. Hutbe duruma, zamana, sebep ve olaylara göre bazen kısa bazen de bir dereceye kadar uzun olabilir. Buraya kadar vermiş olduğumuz açıklamadan anlaşılacağı üzere hutbeler de zikrullahı (Allah’ı anmayı) içeren bir ibadettir. Bununla beraber İslam ehlinin, Müslüman cemaatin gözünün açılmasına vesile olacak öğütleri de içerecektir. Hutbede bir de öğüt kısmı bulunacak ve öğüt kısmında durumun gereklerine göre, halka, dünyada ve ahrette muhtaç oldukları şeyler açıklanacak, hükümler ve İslami yollar kendilerine anlatılacaktır. O halde hutbeler hangi lisan ile okunmalıdır ki esaslarına ve kurallarına uyulmuş ve bununla beraber dine uygunluğundaki hikmet de belirmiş olsun! Hutbenin tamamen Arapça okunması, hutbelerdeki öğütlerden yararlanmak isteyen; ama Arapça bilmeyen Müslümanların bu bir dindara yakışır emelinin gerçekleşmesine imkan vermemektedir. Ondan dolayı hem İslam’ın yüce mezheplerine ve gün boyu Müslümanların arasında geçen uygulama birlikteliklerine muhalefet etmemek, hem de temenni edilen gayeyi elde edebilmek için hutbelerin zikrullah, salat ve selam gibi kuralları içeren kısmı dini lisan olan Arapça ile yerine getirilerek hutbe kuralları tamamlandıktan sonra öğüt kısmının memleketimizde Türkçe okunması, daha doğrusu okunan ayet-i kerimeler ve hadis-i şeriflerin mealleri Türkçe izah edilmesi uygun görülmüş ve fakat her hatip bu yolda hutbe düzenleme gücünde olamayacağından dolayı hatiplerimize bir rehber olmak üzere dinin kabul ettiği halleri toplamış olarak elli kadar hutbe örneği düzenlenmiştir. Ümit ederiz ki, milletimiz bu tarzdaki hutbelerden faydalanacaktır. Herhalde yardım ve doğruluk yalnız Cenab-ı Allah’tandır. 17 Şubat sene 927 Diyanet İşleri Reisi Rıfat” Türkçe Hutbeler isimli bu kitabın içinde metinleri bulunan toplam 51 hutbenin konu başlıkları incelendiği zaman genç cumhuriyetin İslam’ın kaynaklarından halka öğretilmesi için ve halkın bireysel ve toplumsal ihtiyaçları konusunda bilgilendirilmesi için ne kadar hassasiyet gösterdiği anlaşılmaktadır. Konu başlıkları şu şekildedir:

“1. Çalışan Mükâfatını Görür, 2. Vatan Müdafaası, 3. Tayyare Cemiyeti’ne Yardım, 4. Temizlik, 5. Sağlığın Başı Temizliktir, 6. Temizlik, 7. İman, Amel, 8. Mümin-i Kamil, 9. Namazın Geçerli Hikmeti, 11. Peygamberimiz Efendimizin Ahlakı, 12. Anaya, Babaya İtaat, 13. Anaya, Babaya Hürmet, 14. Evlenmek, Evlat Yetiştirmek, 15. Herkes Kazancına Bağlıdır, 16. İslam Dininde Çalışmanın Kıymeti, 17. Gayret ve Çalışma, 18. Ticaret, 19. Ticaret, 20. Sanat, 21. Ziraat, 22. İnsanlara Hürmet ve Yardım, 23. Öksüzlere Yardım, 24. Öksüzleri Himaye Etmek, 25. Allah’ın, Peygamberin Hayat Verecek Emirleri, 26. Allah’ı Sevmek, Peygambere İtaat Etmek, 27. Ramazan-ı Şerif ve Oruç, 28. Oruç ve Önemi, 29. Kötü Huylardan Sakınma, 30. Kötü Niyet, Merak, Gıybet, 31. Alay, Kötü Söz, Kötü Lakap, 32. Eksik Ölçenler, Yanlış Tartanlar, 33. Dünya ve Ahret İçin Çalışmak, Fesat Çıkarmamak, 34. İkiyüzlülük ve Kıskançlık, 35. Allah’tan Korkmak, İnsanlarla Hoş Geçinmek, 36. Emanete Saygı, 37. İçkinin Fenalığı, 38. İçkinin Fenalığı, 39. İşretin Toplumsal Zararları, 40. Kumarın Fenalığı, 41. Hekim, İlaç, Hastalık, 42. Herkes Yaptığının Cezasını Bulacak, 43. Kardeşlik, Dargınlık, 44. Tevazu, Kibir, 45. Mevlid, 46. Miraç, 47. Kadir Gecesi, 48. Ramazan Bayramı, 49. Kurban Bayramı, 50.Ramazan Bayramı Haftası, 51. Askerliğin Şerefi.”

Hutbenin siyasi ve toplumsal boyutu nedir?

Öncelikle dini bir konu olmakla birlikte hutbenin, siyasi ve toplumsal bir boyutu da vardır. Hutbe, Türk-İslam devlet geleneğinde hükümdarı hükümdar yapan manevi bir unsur idi. Türk devletlerinde cuma hutbesi, bir hâkimiyet sembolü idi. Hutbe hükümdarın hâkim olduğu sahalardaki camilerde cuma namazları sırasında adının, unvanlarının ve lakaplarının zikredilmesidir. Mesela Selçuklu devrinde hutbe okuna cami, vasıtasız hâkim olunan bir ülkede, yani doğrudan merkezden tayin edilen bir valinin idare ettiği ülkede ise, önce Bağdat Abbasi halifesinin, sonra da hükümdarın adı bütün unvan ve lakaplarıyla zikredilir ve kendilerine dua edilir. Hutbe okunan cami vasıtalı hâkim olunan bir ülkede yani bir vasal (bağlı) devlet ülkesindeyse bu takdirde vasal hükümdar, hutbede ancak halifenin ve metbû (bağlı olunan) hükümdarın adlarından, unvanlarından ve lakaplarından sonra kendi adını, unvanını ve lakabını zikrettirebilirdi. Bu yönüyle hutbe Türk-İslam devletlerinde uluslararası ilişkiler açısından da çok önemliydi. Bağlı hükümdar, eğer bağlı olduğu hükümdarın adını hutbelerde okutmaz ise isyan etmiş sayılırdı.

BAŞKA TÜRKÇE HUTBELER KİTABI YAYIMLANDI MI?

1927 yılında Türkçe Hutbeler kitabı yayımlanmadan önce 1926 yılında bir başka Türkçe hutbe kitabının daha basılmış olduğunu biliyoruz. İsmi “Hutbe Hocası” olan bu eser, İstanbul’da Ahmet Kamil Matbaası’nda basılmıştır. Yazarı Fatih müderrislerinden İstanbullu Hacı Hayri Efendi olarak bilinen meşhur bir vaizdir. Bu hutbe kitabı Cumhuriyet’in ilanından üç yıl sonra basılmıştır. Bu kitabın 9. Sayfasında yer alan bir hutbe örneğinde, geleneksel Türk-İslam devletlerindeki hutbelere uygun olarak Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal Paşa ve Başbakan İsmet Paşa’nın isimlerinin zikredilmiş olduğu görülmektedir: “Ayet, Fecr Suresi, Aziz Müslümanlar, okuduğum Ayet-i Kerimede, Cenab-ı Hak gecelerin seyr ü sefer edeceğini bildirmiştir. Zulmetmesine yemin etmiştir (and olsun fecre). Zulmetlerin (karanlıkların) gitmesi, bir olan Kadir-i Mutlak’ın iradesine vabestedir. Surî ve manevi karanlıkları ancak Allah-ü Tealâ giderir. Bizim için büyük bir nimet olan Gazi Mustafa Kemal Paşa’yı ve İsmet Paşa’yı ancak Allah yetiştirdi. Onlar ile Türk Müslim topraklarını, aydın ve temin etti. Harp planlarını hazırlamayı o arslanlara nasip etti. Binaenaleyh, onlara o şecianede teşekkür, Allah-ü Tealâ Hazretlerine teşekkür etmektir. Türkiye Cumhuriyeti dünya durdukça dursun, Cenab-ı Hak Gazi Mustafa Kemal Paşamızı ektar-ı maneviye ve maddiyeden masun ve mahfuz eylesin.”

Kur’an’ı Türkçeye çevirten ve bilimsel tefsirini yaptıran Atatürk, bu eserleri bastırdı ve ücretsiz dağıttırdı. İmam Buhari’nin sağlam hadislerinin çevirisini yaptırdı. Arapça okunan ve dinleyenin anlamadığı hutbeyi Türkçeye dönüştürdü. Ezanı Türkçeleştirdi. Camilerin din görevlisi ihtiyacı için imam-hatip okulları açtı.

Atatürk’ün hazırlattığı diğer İslami kitaplar: Ahmet Hamdi Akseki Hangi Kitapları Yazmıştır? Cumhuriyet Hükümeti, toplumun bütün kesimlerinin “doğru İslam’ı” ana kaynaklarından anlaması için Kur’an-ı Kerîm’in Türkçe meali ve tefsirinin hazırlanması, Peygamberimiz Hz. Muhammed’in hadis külliyatının Türkçeye kazandırılması, cuma hutbesinin Türkçeleştirilmesi ve bir “Türkçe Hutbeler Kitabı” hazırlanması gibi çok önemli ve kapsamlı çalışmalara imza atmıştır. Bunun yanında “ilmihal” tarzı daha basit, anlaşılması daha kolay “din” ve “ahlak” kitapları da hazırlatarak kitlelerle buluşmasını sağlamıştır. Bu konudaki çalışmaların Diyanet İşleri Riyaseti tarafından 1920-1928 yılları arasında gerçekleştirildiği görülmektedir. TBMM’nde 21 Şubat 1925 günü Türkçe Kur’an meâli ve tefsiri konusu görüşülürken Başvekil Ali Fethi (Okyar) Bey, Eskişehir Mebusu Abdullah Azmi Efendi’nin Diyanet İşleri Riyaseti ile ilgili eleştiri ve taleplerine cevap verdiği konuşmasında şunları söylemiştir: “Şunu da arzetmek isterim ki: Heyet-i Müşavere namı altında 75’er lira maaşla sekiz kişiden mürekkep bir heyet vardır. Bu heyet, mülahaza buyurdukları, tasavvur buyurdukları birçok işleri yapabilir ve bu heyet bu maksatla teşkil olundu. Bir ilmihal yazılmasından bahis buyurdular. Erkân-ı Harbiye-i Umumiye Riyaseti’nin gösterdiği lüzum üzerine, Diyanet İşlerince böyle basit ve efradın anlayabileceği bir şekilde bir İlmihal (Askere Din Dersleri) yazılmış ve Erkân-ı Harbiye Riyaseti’ne gönderilmiştir. Tab’ ve tevzi olunacaktır (basılacak ve dağıtılacaktır). Bundan başka Diyanet İşleri Riyaseti, halkın anlayabileceği bir tarzda, Din Dersleri namı altında gayet açık lisan ile yazılmış bir kitap telif etmiştir. Din esasâtı muhtasaran bu kitapta dercolunmuştur. Bu da tab’ ve tevzi olunacaktır. Kezalik, Ahlâk Dersleri namıyla ayrıca bir kitap yazılmıştır. Yakında tab’ olunacaktır…” Başvekil Ali Fethi Bey’in bu konuşmasında bahsettiği kitaplar, Diyanet İşleri Riyaseti adına Müşavere Heyeti Üyesi Ahmet Hamdi Akseki (1886-1951) tarafından hazırlanmıştır. A. Hamdi Akseki’nin bu ve diğer bazı kitaplarının isimleri ile baskı yılları şöyledir:

1. Dinî Dersler I-II. (1920-1923).
2. Ahlâk Dersleri (1924).
3. Askere Din Dersleri (Kitabı) (1924, 1925, 1945).
4. İslâm Dini Fıtrîdir (1925)
5. Köylüye Din Dersleri (1928).
6. Ve’l-asr Suresinin Tefsiri (1928).
7. İslâm’da İktisad ve Tasarruf (1932).
8. Peygamberimiz Hz. Muhammed ve Müslümanlık (1934).
9. Yeni Hutbelerim (1936, 1937).
10. Ramazan Armağanı (1937).
11. Yavrularımıza Din Dersleri (1941, 1948).
12. İslâm Dîni Tabiî ve Umumî Bir Dindir (I-IV., I. Cilt: 1943, 1966; II. Cilt: 1981).
13. Namaz Sûrelerinin Türkçe Terceme ve Tefsiri (1949).

İslam’ın temel kaynaklarının basılması ve halka dağıtılması için neler yapılmıştır?
Atatürk, İslâm’ın temel kaynaklarını Türkçeye çevirtmekle kalmamış, bunları bastırarak geniş halk kitlelerine ulaştırılmasını da sağlamıştır. O, Türkiye’de bir bakıma dinsel aydınlanma başlatmıştır. İslâm’ın temel kaynakları üzerinde yaptırdığı çalışmalarla Türk-İslam dünyasında uzun zamandır ihmal edilmiş bir konu üzerine eğilme ihtiyacı duymuştur. Çok sayıda dini kitap bastırarak, halkın kulaktan dolma, yanlış ve eksik İslâmî bilgilerini, kitabî bilgilerle düzeltip, din konusuna daha bilinçli yaklaşılmasına çalışmıştır. 1924 yılından 1950 yılına kadar, 352.000 takım dini kitap bastırılmış ve bunlar Atatürk döneminden başlayarak yurdun en ücra köşesine kadar dağıtılmıştı.

Bu kitapların dağılımı şöyledir:

1. 45.000 adet Kur’an-ı Kerim tercüme ve tefsiri (19’ar Cilt).

2. 60.000 adet Buhari Hadisleri tercüme ve izahı (12’şer Cilt).

3. 247.000 adet din kültürü eserleri. Bütün bu rakamlar, Atatürk döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin dine karşı kayıtsız kaldığını, “negatif” yaklaşımlar sergilediğini ileri sürenlere, anlamlı bir cevap niteliğindedir. Atatürk Türkiye’sinin “dinsel aydınlanmayı” hedefleyen bu icraatlarını görmemezlikten gelen zihniyet sahipleri, Osmanlı Devleti’nde 15. yüzyıldan itibaren basılan dini eserlerin sayısını merak edip araştırma ihtiyacı duymuş olsalardı, genç Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Atatürk’ü daha iyi anlayacaklar ve takdir edeceklerdi.

Osmanlı Devleti’nde, 1400 ile 1730 yılları arasında; yani yaklaşık 300 yıllık bir dönemde, telif olarak 14 tefsir, 48 fıkıh, 25 akid ve kelâm, 11 ahlâk ve sadece 1 tane de hadisle ilgili, yani kısaca dini içerikli olmak üzere toplam 99 eser yazılmıştı. Ayrıca “Funun-ı Aliye” ibaresinden dini nitelikli oldukları bilinen 30 ve sayıları belirsiz en az 14 çalışma yapıldığı görülmekteydi. Toplam 234 telif eserden 143’ü dini nitelikli idi. Bu tablo, Osmanlı Devleti’nin 300 yıllık sürede dini eser yazımı ve basımı konusunda oldukça kısır olduğunu ortaya koymaktadır. 300 yıllık zaman süresinde hadisle ilgili sadece bir çalışmanın yapıldığı Osmanlı Devleti’ne karşılık, Atatürk’ün genç Türkiye Cumhuriyeti, 10 yıllık gibi kısa bir sürede çok önemli hadis çalışmalarına imza atmıştır. Ayrıca, Osmanlı Devleti’nde dinsel alandaki kitabî çalışmaların azlığı yanında, bu çalışmaların halka ulaşmasının da ne kadar güç olduğu tahmin edilebilir. Osmanlı Devleti 1727 yılında matbaayla tanışmasına rağmen, çıkar amaçlı gerici zihniyet, İslam’ın kitabî olarak halka ulaşmasına, yani matbaada dini kitap basımına karşı çıkmıştı. Bundan dolayı, Osmanlı halkının zaten sınırlı olan bu dinsel yapıtlarla tanışması neredeyse imkansızlaşmıştı. İşte bu eksikliği fark eden Atatürk, İslâm’ın temel kaynakları başta olmak üzere, birçok dinsel nitelikli eseri tefsir ve tercüme ettirerek, halkın dini konulardaki kitabi bilgi eksikliğini gidermeye çalıştı. İslâm dinini gerçekten bilen pek çok yerli ve yabancı bilim adamına göre Atatürk, Hz. Peygamber’den sonra İslâmiyet’e en büyük hizmetleri yapan kişidir. Atatürk’ün İslâm Dini’ne yaptığı hizmetleri özet olarak şu şekilde sıralayabiliriz:

*Kur’an’ı, ilk kez Türkçeye çevirtti, bastırdı ve ücretsiz dağıttırdı. “Ben Müslüman’ım” diyen Türk insanı dinini anlamaya başladı. (1927, İsmail Hakkı İzmirli’nin çevirisi.) * Kur’an’ın bilimsel tefsirini yaptırdı, bastırdı ve ücretsiz dağıttırdı. (“Hak Dini Kur’an Dili” ismi ile 1936’da Elmalılı Hamdi Yazır) * İmam Buhari’nin sağlam hadislerini çevirisini yaptırdı ve aynı şekilde halka ulaşmasını sağladı. (1932, Ahmet Naim, Kamil Miras) * Arapça okunan, dinleyenin anlamadığı, hutbe okuma işini Türkçeye dönüştürdü.( 1932) * Ezanı Türkçeleştirdi.(1933) * Camilerin din görevlisi ihtiyacını karşılamak için imam-hatip okulları açtı. Kur’an’ı Türkçeye çevirten ve bilimsel tefsirini yaptıran Atatürk, bu eserleri bastırdı ve ücretsiz dağıttırdı. İmam Buhari’nin sağlam hadislerinin çevirisini yaptırdı. Arapça okunan ve dinleyenin anlamadığı hutbeyi Türkçeye dönüştürdü. Ezanı Türkçeleştirdi. Camilerin din görevlisi ihtiyacı için imam-hatip okulları açtı. BİTTİ

SEÇİLMİŞ KAYNAKÇA

CÜNDİOĞLU, D., Bir Kur’an Şairi, Mehmet Akif ve Kur’an Meâli, Etkileşim Yayınları, 3. Baskı, İstanbul, 2007. DEMİRER, E., Din, Toplum ve Atatürk, Toplumsal Dönüşüm Yayınları, 2. Baskı, İstanbul, 1999. DÜZDAĞ, M. Ertuğrul, Mehmet Âkif, Mısır Hayatı ve Kur’ân Meâli, Şule Yayınları, 4. Baskı, İstanbul, 2011. GÜ- LER, A., Anadolu’da Bir Nefes: Hacı Bayramı Veli, Halk Kitabevi, İstanbul, 2018. GÜLER, A., Bayraklaşan Akif, Halk Kitabevi, İstanbul, 2017. GÜLER, A., Atatürk ve İslamiyet, Halk Kitabevi, İstanbul, 2017. KASAPOĞLU, A., Atatürk’ün Kur’an Kültürü, 6. Baskı, İlgi Yayınları, İstanbul, 2006. KASAPOĞLU, A., Kur’an-ı Kerim ve İletişim, Nursan Yayınları, İstanbul, 2000. MEYDAN, S., Atatürk, Modernizm, Din ve Allah, Bir Ömrün Öteki Hikâyesi, 3. Baskı, İstanbul, 2004. MEYDAN, S., Öteki Mehmet Akif: Vaiz, İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2015. USTA, E. Ş., Atatürk’ün Hazırlattığı Türkçe Hutbeler, Hoşgörü Yayınları, İstanbul, 2010.

Kaynak: Türkgün Gazetesi

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum