REFİA NUR GÜZEL: ŞAH&SULTAN ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

İskender Pala’nın Şah&Sultan adlı kitabı bugün Türkiye’de hala güncel bir tartışma konusu olan Alevi-Sünni tartışmasını Yavuz Sultan Selim Osmanlısı üzerinden anlatırken,

REFİA NUR GÜZEL: ŞAH&SULTAN ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME
25 Ekim 2015 - 11:13

ŞAH&SULTAN ÜZERİNE BİR DEĞERLENDİRME

Refia Nur Güzel/

 

Tarih geçmişin geleceğe rehberlik etmesi, içinde bulunulan dönemin/çağın doğru okunması ve değerlendirilmesi, hatta ulusal ya da daha farklı alanlarda bir kimlik oluşturulması gibi konularda çok önemli bir araç olagelmiştir asırlardır. Bu durum tarihin doğru aksettirilmesinin önemini artırmıştır. Çünkü tarih yazımının amacından/doğruluktan uzaklaşması da  sıkça içine düşülen bir hata ve olağan bir durumdur. Özellikle kimlik oluşturmak amacıyla yazılan her bir tarihi eser yazanın kendi tarih algısının meşruiyetini oluşturma amacı güttüğü için tarihi olaylara bakış açısı da o perspektiften olur.

 Tarihin yukarıda bahsedilen amaçlara hizmet etmesi yalnızca yapılan akademik çalışmalar ve o doğrultuda ortaya çıkan eserler yardımıyla olmaz, çünkü bu eserler toplumun yalnızca belli bir kesimine hitap eder. Eğer ortada özellikle belli bir kimlik oluşturma çabası varsa, bu sanatın değişik kollarıyla topluma ulaştırılabilir. Filmler, belgeseller veya edebi metinler bu sanat kollarından en etkili olanlarından bazılarıdır. Bu tür eserlerde tabi ki tarihin doğru yansıtılması o eserin kabullenilişi/geçerliliği açısından çok önemlidir: fakat, en birincil amaç bu değildir. Çünkü neticede bu eserler o alanda uzman kişiler tarafından üretilmemiştirler. Bir tarihi olayı anlatırken ya da o dönemi betimlerken işin içine yazarın/yönetmenin kendi duygularının karışması ihtimal dahilindedir. Toplum da bu kimselerin bilim adamı gibi davranmasını beklememektedir. Peki o zaman bu tür sanat eserlerinin oluşturulmasının amacı nedir? İşte bu sorunun cevabı sanatçıdan sanatçıya değişir. O nedenle, bu konu hakkında her sanatçı bir kimlik oluşturma çabasındadır/ kendi fikirlerini topluma empoze etmek için sanatı kullanmıştır gibi genellemelerden kaçınılmalıdır. Eğer mümkünse tarihi konu edinen her sanat eseri, tıpkı bilimsel metinlerde olduğu gibi, kendi içinde ele alınılmalı ve eserin ortaya çıktığı dönemdeki toplumsal olaylar da göz önünde bulundurulmalıdır.

İskender Pala’nın Şah&Sultan adlı kitabı bugün Türkiye’de hala güncel bir tartışma konusu olan Alevi-Sünni tartışmasını Yavuz Sultan Selim Osmanlısı üzerinden anlatırken, yazarın da birçok röportaj ve TV programında belirttiği gibi, kendine Alevi ve Sünni çatışmasına farklı bir pencereden bakıp özellikle Türkiye müslümanları arasında bir bütünlük sağlamak gibi bir misyon edinmiştir kendisine. Müslümanların kardeşliği Kuran-ı Kerim’in birçok yerinde tekrarlanan/vurgulanan bir konudur (Kuran-ı Kerim, 49:10; 3:103; 5:54). İslamiyet’i yalnızca kültürel olarak ailesinden miras almayıp ‘bilinçli’ bir şekilde tercih eden her müslüman Kuran’daki herbir ayeti de bizzat kendisinin muhatap alınıp gönderidiğine inanır. Dolayısıyla dindar ve muhafazakar kimliğiyle tanınan İskender Pala’nın kendi ülkesindeki mezhep çatışmalarından rahatsızlık duyup bu sorunu çözme/çözmeye çalışma çabası kendi akademik çevresi ve okurları tarafından şaşkınlıkla karşınacak bir durum değildir. Yapmaya çalıştığı şey parçalanmış ve kutuplaşmış olan Türkiye müslümanlarına bir ‘ortak payda’ sağlamaktır ki zaten bu İslamiyet’in ve diğer dinlerin de doğasında olan kapsayıcı bir özelliktir.

 Bunu yaparken arkaplanda Osmanlı Devletini seçmesi tabi ki tesadüf değildir. Bu bilinçli Osmanlı tarihi kullanımının arkasında iki temel sebep olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki İskender Pala’nın kişisel olarak Osmanlı tarihine ve kültürüne olan ilgisidir. Kendisini Osmanlı kültürünün bir mirasçısı ve koruyucu olarak görmesi, çalışmalarının bu alanda yoğunlaşmış olması, en önemlisi de Türkiye’de “divan şiirini sevdiren adam” olarak tanınması aslında kendini içine koyduğu kimlik sınırlarını göstermektedir. Bu noktada eserlerinden birkaç örnek vermek faydalı olacaktır. Örneğin, yazarın 2013’te yayımlanan Efsane isimli kitabı yine Osmanlı’nın arka planda kullanıldığı Barbaros Hayreddin Paşa’nın ana kahraman olduğu bir eserdir, ve Osmanlı’nın Akdenizdeki politikalarını anlatmaya çalışır. Yazarın Babil’de Ölüm İstanbul’da Aşk(İstanbul, 2004), Katre-i Matem(İstanbul, 2009) ve Ah Mine-l-Aşk(İstanbul, 2006) gibi eserleri de yine arka planda Osmanlı’nın kullanıldığı kitaplara örnektir . Dolayısıyla eserlerine bakarak diyebiliriz ki, Pala kişisel olarak Osmanlı çalışmayı seven ve İslamiyet anlayışını da Osmanlı tarihi ile harmanlayan bir yazardır.

 Şah&Sultan romanında Osmanlı’nın arka planda  kullanılmasının ikinci sebebi muhafazakarlaşan Türkiye’de yeni bir kimlik arayışına Yeni Osmanlıcılık’ın bir alternatif olarak sunulmasıdır. Özellikle son senelerde Osmanlı tarihini konu alan birçok dizi, film ve kitap ortaya çıkmıştır. Bunlardan bazıları: Muhteşem Yüzyıl, Fetih:1453, Diriliş Ertuğrul’dur. Her bir eser kendi yönetmeninin/yazarının gözünden bir Osmanlı portresi çizmektedir. Muhteşem Yüzyıl gibi çalışmalar özellikle son yıllarda artan muhafazakarlaşma tartışmalarının yaşandığı Türkiye’de tepkiyle karşılanmış; karşı argüman savunanların da artmasına sebep olmuştur. Buna ek olarak mevcut iktidarın içteki ve dıştaki politikalarına bakılacak olursa daha muhafazakar ve İslamcı bir dil kullandığı da görülmektedir. Fakat bu dil genel bir İslamcılıktan ziyade Osmanlı Devleti’nde olduğu gibi Sünnilik vurgusu yapılan bir İslamcılıktır. Dış ilişkilerde ve iç politikamızda bunun yansımalarını görmek mümkündür. Örneğin, Esed’in ülkesinde baskı altında yaşayan/ yaşamaya çalışan Sünni kesime Türkiye’nin kapıları açılmıştır. Bu durum komşuluk ilişkilerinden ziyade Osmanlı’daki gibi bir halifelik olgusu ile açıklanabilir diye düşünüyorum. İkinci bir örnek olarak yapımına 29 Mayıs 2013’te başlanan Üçüncü Köprünün ismiyle ilgili yaşanan tartışmalardır. Köprüye isim olarak Yavuz Sultan Selim isminin uygun görülmesi Sünni İslam vurgusu yapmış ve Alevilerin tepki göstermesine sebep olmuştu. Olaylara bu çerçeveden bakıldığında, topluma Osmanlıcılık’ın sevdirilmesi/benimsetilmesi önem kazanıyor. Bu durum mevcut iktidarın yalnızca seçimlerle değil, Türk halkının hassas olduğu din konusunu Osmanlı figürü ile harmanlayıp bunu da ön plana çıkarma yoluyla kendi meşruiyetine temel oluşturmaya çalışması olarak okunabilir. Dindar gençlik, Osmanlı torunları gibi kavramların daha sık anılır olması artık Osmanlıcık ve dindarlığın toplumda daha geniş yankılara sebep olduğunun bir göstergesidir. Bu modanın bir sonucu olarak Osmanlı figürünün sanat eserlerinde kullanımının arttığını düşünüyorum. Dolayısıyla İskender Pala da dikkat çekmek istediği Türkiyedeki mezhep tartışmalarını anlatırken Osmanlı tarihini zemine yerleştirmiş olabilir. Böylece Alevi-Sünni tartışmalarına ek olarak kendi kafasındaki Osmanlı algısını Türk toplumuna iletme fırsatı elde ettiğini düşünüyorum. 

Peki nedir İskender Pala’nın kafasındaki Osmanlı, nasıl algılamış ve nasıl betimlemiştir Osmanlıyı? Bu soruya cevap verirken iki temel odak üzerinden hareketle betimlemeler yaptığını görüyoruz. Bunlardan ilki Şehzade Selim’in Sultan olmasından önceki Osmanlı. Bu döneme baktığımızda Bayezid’in oğullarını çeşitli illerin başındaki yönetimlerde görüyoruz. Şehzade Ahmet Amasya’da, Korkut Manisa’da, Şehzade Şehenşah Konya’da ve Selim de Trabzon’da yönetimdedirler (Pala, 2015, s. 129).. Bayezid’den sonra kimin sultan olacağı tartışılan bir konudur. Kitaptaki ifadelere göre, Yıldırım Bayezid Han cihanı fethetme iddiasından vazgeçmiş, memleket işlerini de vezirlerine bırakmıştır. Sonuç olarak fitne ve şer baş kaldırmış; devlet ve töre bozulmuştur (Pala, 2015, s. 32). Ayrıca Şah Kulu isyanıyla da Safevi tehdidine açık fakat bu konuda ciddi önlemler almak yerine isyanları bastırmakla yetinen bir Osmanlı ile karşı karşıyadır okuyucu. (Uzunçarşılı, 2011,  s. 230,231,254,255). Dolayısıyla Pala’nın ilk olarak 16. Yüzyıl başlarında güçsüz değil, fakat çok da parlak olmayan bir Osmanlı portresi çizdiği görülmektedir. Fakat altı çizilmesi gereken bir nokta, bu portre çizilerken bile Osmanlı’yı Safevi Devletinden üstün görme durumu vardır ortada. Kitabın 33. sayfasında Şehzade Selim’in şu ifadelerini görüyoruz: “…;öz kardeşlerimiz, can yoldaşlarımız Türkler ve Türkmenler terk etmek üzere diyarlarını, sattılar yok bahaya mal ve davarlarını. Sonra vardılar Erzincan’da şeyhlik iddisasındaki Çocuk Şah’a kul yazıldılar. Eğer Çocuk Şah buralarda daha fazla büyürse; Gürcülerle bir olur da üstümüze yürürse; onu sonra kim durdurabilir?”. Kullanılan Çocuk Şah ifadesi, Şehzade Selim’in yükselen Safevi tehdidinin farkında olmasına rağmen Şah İsmail’i kendisine denk bir rakip olarak görmediğinin kanıtıdır.

 İkinci odak noktasına dönüldüğünde ise ilkinde olanın aksine Safevilerle mücedele etmeye kararlı ve Şehzade Selim merkezli bir Osmanlı betimlemesiyle karşılaşılmaktadır. Bayezid Han’ın aksine Safevilerin üzerine gitmeye kararlı, toprakların genişletilmesinin gerekliliğine inanan bir Selim portresi verilmektedir. Şehzade Selim’in bu konudaki kararlığını, sultanlık iddiasındaki haklılığını dedesi Fatih Sultan Mehmet’in henüz küçük bir çocukken kendisine söylediği sözlere bağladığı da görülmektedir (Pala, 2015, s. 30,31).

  Selim ile birlikte çizilmeye çalışılan güçlü Osmanlı portresine yakından bakmak için kitapta bahsedilen üç örnek üzerinden hareket edebiliriz. Örneklere geçmeden önce bunların ağırlıklı olarak kurguya/rivayete dayalı olduğunu söylemekte yarar var. Gerçeği yansıtıp yansıtmadıklarına bakmaksızın bize verilmeye çalışılan/yansıtılan Osmanlı algısına nasıl katkıda bulundukları önemli bu noktada. Örneklerden ilki, henüz Trabzon’da şehzade olan Selim, derviş kılığında Şah’ın topraklarına hatta sarayına kadar girip Şah İsmail ile karşılıklı satranç oynayan bir Osmanlı yöneticisidir (Pala, 2015, s. 91,92). Pala’ya göre Şehzade Selim rakibini yakından tanımak için cesaretini yanına alıp böyle bir yolculuğa çıkmıştır. Hikayeye göre Şah İsmail bunu anlayamamış, üstelik bir de derviş kılığındaki Selim’e hediyeler verip onu göndermiştir. Bu noktada Pala’nın Selim’in zekası ve cesareti üzerine yaptığı vurgu okuyanların kafasında genel olarak Osmanlı yöneticelerine atfedilen bir zeka ve cesaret algısı oluşturmuş diye düşünüyorum. İkinci örnek, Çaldıran Savaşı’nda ve sonrasında çizilen Osmanlı ve Safevi portreleridir. Savaş için askerleriyle yola çıkmış olan Sultan Selim; Şah İsmail’in ortaya çıkamsını beklemekte, ona gönderdiği mektuplardan birinde şu ifadeleri kullanmaktadır: “Padişahların idaresi altında olan memleketler onların nikahlı hanımları hükmündedir. Erkeklik nişanını taşıyan biri ona dokundurtmaz, kimsenin tasallutuna tahammül göstermez. Oysa benim askerim aylardır senin ülkenin arazisinde yürürler de; yazık ki şimdiye kadar senden bir eser yok” (Pala, 2015, s. 181,182). Bu cümleleri ve mektubun tamamını okuyan okuyucunun kafasında savaştan kaçmayan, savunmada değil saldırı pozisyonunda olan güçlü bir Osmanlı figürü oluşurken Şah İsmail’in Selim kadar savaşa hazır olmadığına bu nedenle savaştan kaçtığı algısı da okuyucuya geçmektedir. Ayrıca savaşta Şah İsmail’in ağır bir yenilgi alması, geri çekilmek zorunda kalmış olması da güçlü Osmanlı algısına katkıda bulunmaktadır. Üçüncü ve son olarak, Çaldıran Savaşı sonrası Osmanlı ve Safevi ilişkilerinin içine girdiği durum ve yazarın bu konudaki betimlemeleri güçlü Osmanlı algısına katkı sağlar niteliktedir.  Savaş sonrası Şah ismail’in gözde eşi olan Taçlı Bihruze Hatun ile onu korumakla görevli Kamber Can’ın Osmanlı’ya esir düşmesi durumu bir kez daha güç/otorite meselesini önümüze getirmektedir. Özellikle kitabın 25. bölümünde Şeyh başlığı altında yazılmış olan kısım (Pala, 2015, s. 280-287), Şah’ın acizliğini betimlemesi bakımından önemlidir. Savaşta aldığı yenilgiye ek olarak çok sevdiği eşinin de Osmanlı’da esir olduğunu bilmek, Şah İsmail’in devlet işlerinden elini eteğini çekmesine sebep olurken buna ek olarak bir de alkol bağımlısı bir İsmail portresi çizilmiştir. Öyle ki Yavuz Sultan Selim’e Taçlı Hatun’un kendisine geri gönderilmesini talep eden mektuplar yollayacak ve devlet gururunu hiçe sayacaktır. Yavuz Sultan Selim ise Taçlı Hatun’a bir köle gibi değil de bir onur misafiri gibi davranmaktadır. Bu ifadeler okuyucuda savaştaki bütün acımasızlığına rağmen şefkatli bir sultana yapılan vurgudur ve okuyanın kafasında Osmanlı’yı acımasız değil güçlü ama aynı zamanda şefkatli de bir devlet konumunda algılamasına sebep olabilir.

 Yazarın bu betimlemelere ek olarak değindiği önemli bir nokta daha var. O da Yavuz Sultan Selim’in Şah İsmail ile karşılaştırıldığında nasıl bir devlet adamı olduğudur. Bu iki devlet adamının da cihan hakimiyetine talip olmasına rağmen kendi topraklarında çizdikleri ‘sultanlık/hanlık’ imajları farklıdır. Şah İsmail ve tebaası arasındaki ilişki yalnızca bir devletin başındaki insan ve ona askeri ve siyasi olarak tabi olanlardan ibaret değildir. İsmail şeyh sıfatıyla tebaası üzerinde güçlü bir dini otoriteye de sahiptir. Sünnilik kabul edilebilir bir anlayış omayıp, Kızılbaş olmayanlara ağır baskılar uygulanmaktadır. Şeyhe itaat Allah’a itaat, ona karşı çıkmak da Allah’a karşı çıkmak gibi yorumlanmıştır kitap boyunca.  Öte yandan Yavuz Sultan Selim ve tebaası arasındaki ilişkiye baktığımızda daha farklı bir durumla karşılaşmaktayız. Kitaptaki ifadelerden hareketle söylenen odur ki Sultan için tebaasının Sünni veya Kızılbaş olması onun için önemli değildir. Sultan için önemli olan tebaasının devlete başkaldırıp kaldırmaması önemlidir (Pala, 2015, s. 146). Bu ifadelerin kitabın ilerleyen sayfalarında, Şah’ın hizmetinde bulunan fakat daha sonraları Osmanlı’ya esir düşen Kamber Can’ın ağzından söyletilmiş olması da dikkat çekici bir noktadır (Pala, 2015, s. 306).

Bütün bu betimlemelerden hareketle kitapta anlatılan hikayenin tarihsel gerçekliklerle ne kadar örtüştüğü de incelenmesi gereken bir konudur. Her şeyden önce unutulmamalıdır ki Şah&Sultan adlı eser roman türünde yazılmış bir edebi metindir. Yazılma amacı tarihsel gerçeklikleri olduğu gibi okuyucuya aktarmak değil, yazarın değindiği konuyu kendi muhayyile gücüyle birleştirip okuyucuya aktarmaktır. Bu bağlamda Şah&Sultan romanı da tarihi belgelere ek olarak Pala’nın kendi kafasındaki Osmanlı ile bir harmanıdır. Daha planlı bir analiz olması açısından, kitapta anlatılanlar ve tarihsel gerçeklikler arasındaki örtüşmenin ne derece olduğu eser üç farklı koldan incelendiğinde daha kolay anlaşılacaktır Bu üç kol sırasıyla kurgusal ve tarihsel karakterlerin analizi, herkes tarafından bilinen tarihsel olaylar ve kurgu olan olayların karşılaştırılması ve son olarak da kronolojik sıraya bağlı kalmadır.

 Karakterler bazında bir tarihsel gerçeklik analizi yaparken kurgu karakterler ve tarihi karakterler arasındaki ayrımı yaparak çalışmaya başlamak gerekiyor. Kitapta tarihe konu olmuş birçok karaktere rastlamak mümkün. Başta Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail olmak üzere, Safevi tarafından Taçlı Hatun, Gülizar Begüm, Emir Zekeriya, Vezir Sadreddin Paşa; Osmanlı tarafından ise Hemdem Paşa, Derviş Ahmet, Bitlisli İdris, Sinan Paşa ve Cafer Çelebi gibi isimler bizzat tarihi kaynaklardan isimleri zikredilen ve olayların akışında etkili olan kimselerdir. Kurgu karakterlere geldiğimizde karşımıza Hasan ve Hüseyin ikiz kardeşler, Şah İsmail’in yeğeni olduğu iddia edilen Kamber, Kamber’i belli bir yaşına kadar büyüten Babaydar, Taçlı Hatun’un çocukluk aşkı olarak zikredilen sünni Ömer göze çarpan ilk kurgu karakterlerdir. Özellikle tarihi olan karakterlerden vezirlerin, paşaların hikayede yerleştirildekleri makamlarla gerçekte oldukları makamların örtüştüğü görülmektedir. Bunların yanısıra, örneğin, Derviş Ahmet karakterinin de hikayeye doğru bir şekilde yerleştirilmesi yazarın bu konuda titiz davranmaya çalıştığının bir göstergesidir. Çünkü Derviş Ahmed (Şeyh Ahmed), Çaldıran Savaşı’nın seyri açısından önemli bir karakterdir. Derviş Ahmed bir ajan olarak Şah İsmail’in yanına gidip İsmail’i yanlış bilgilendirerek savaşa girmesine neden olmuştur (Boyar, 2007, s. 109). Öte yandan karakterlerinin iç dünyalarını da yansıtmaya çalışan Pala’nın tartışmaya açık ve doğrulundan emin olmanın pek mümkğn olmayan konularda hayal romancı kimliğiyle olaya müdahale ettiği görülmektedir. Örnek vermek gerekirse, Hıtai mahlasıyla şiirler söyleyen Şah İsmail’in Çaldıran’ı bir hata olarak gördüğü ifade edilerken bu hatadan ötürü şiirlerini artık Hatai mahlasıyla yazdığı da iddia edilmektedir. Pala’nın okuyanların kafasında soru işaretleri oluşturan bir başka nokta da Taçlı Hatun’un Yavuz Sultan Selim’e duyduğu gizli hayranlıktır ve kesin bir dayanağı olmayan bir iddiadır. Taçlı Hatun’a hayran olduğu iddia edilen bir başka karakter olan Kamber Can ve Taçlı Hatun arasındaki ilişki ilk örnekteki kadar problemli bir durum değil; çünkü karakterlerden biri gerçek iken diğeri kurgu. Dolayısıyla yazarın kendi hayal gücünü gerçek olmayan bir karakter aracılığıyla anlatması doğal karşılanabilir bir durum. Öte yandan ikisi de gerçek kahramanlar olan Selim ve Taçlı hakkındaki hikaye ne yazık ki rivayetten ve hikayeden öteye geçememiştir.

 Olaylar üzerinden tarihsel gerçeklik çalışması yapabilmek için belli başlı bazı tarihi olayların referans noktası olarak alınması gerekmektedir. Şah&Sultan kitabı için bunu yaparken karşımıza çıkan en temel olay Çaldıran Savaşı (1514) , öncesindeki ve sonrasındaki gelişmelerdir. Kitapta aktarıldığına göre savaşın başlamasına zemin hazırlayan olaylardan bir tanesinin Osmanlı ajanı Derviş Ahmed’in Şah İsmail’e Osmanlı safındaki Rumeli beyleri ve Türkmen serverlerinin savaş başladığında saf değiştirecekleri yönündeki yanlış bir bilgilendirmede bulunur(Pala, 2014, s. 185,186). Hoca Sadettin Efendi, Caroline Finkel gibi tarihçilerin yanısıra karşı argümanla ortaya çıkan isimlerden bir tanesi de Tufan Gündüz’dür. Doç. Dr. Tufan Gündüz’e göre, savaşın başlama nedenleri Safevi kaynaklarında anlatılırken böyle bir bilgiden bahsedilmez. (Gündüz, 2009, s. 501). Gündüz bu iddiasını bir Safevi kaynağından yaptığı alıntıya dayandırmaktadır: “Bu savaş Durmuş Han ve diğer gazilerin gururundan kaynaklanmıştır” (Abdi Beg-i Şirazi, s.54). Savaşın öncesiyle ilgili paylaşılan bilgiler kadar savaşın sonrasıyla ilgili verilen bilgiler de tartışmaya açık bir nitelik taşıyor denilebilir. Pala’nın kitaptaki ifadelerine göre, savaş 40.000 Alevinin Osmanlı tarafından savaş sırasında öldürülmesiyle ve Osmanlı’nın zaferiyle sonuçlanmaktadır. Zafer kısmı açıkça doğrulanabilir bir ifade olmasına rağmen, 40.000 Alevini’nin öldürülmüş olduğu bilgisi kaynaktan kaynağa değişen bir bilgidir. Finkel’in ifadesine göre 40bin kişinin binlercesi katledildi, binlercesi de tutuklandı cihattı (Finkel, 2007, s. 95). Öte yandan Prof. Dr. Ahmet Akgündüz Yavuz Sultan Selim ve Alevi katliamı iddialarına karşı çıkar, savaştaki kayıplar için net bir sayı vermenin mümkün olmadığından bahseder (Akgündüz, Ahmet& Öztürk, Said,2000, s.135-138). Yine aynı kaynağa göre, Pala’nın savaş sonrası Bitlisli İdris ve onun doğudaki nüfuzu ile ilgili yaptığı tespitler çeşitli kaynaklar tarafından doğrulanabilir niteliktedir: “…İdris-i Bitlis tarafından Padişah’a yapılan telkinler neticesinde, Doğu ve Güneydoğu bölgesinin tamamı, bir iki ay içinde Osmanlı Devletine ilhak etmişti” (Akgündüz, Ahmet& Öztürk, Said,2000, s. 138).

 Son olarak, Pala Şah&Sultan kitabında olay örgüsünü oluştururken kronolojik sıraya sadık kalmıştır. Zamanda herhangi bir kesilme yoktur. Kitabın en sonuna eklenilen ve karşılaştırmalı olarak hangi senelerde Şah İsmail ve Yavuz Sultan Selim’in nerede ne yapıyor olduğu bir kronolojik liste ile okuyucuya sunulmuştur (s. 389,390). Bu, her ne kadar işlediği tartışmalı konularda Sünnilerden/Alevilerden ya da Yavuz Sultan Selim taraftarlarından/Şah İsmail taraftarlarından eleştirilere maruz kalsa da, en azından bir edebiyatçı olarak tarihe elinden geldiğince sadık kalmaya çalıştığının göstergesidir. Ayrıca yine kitabın verdiği Kaynaklar listesi de yazarın bu konuda ciddi çalışmalar yaptığını göstermektedir ((Pala, 2014, s. 383-387). Kısaca toparlamak gerekirse, İskender Pala bugün Türkiye’de hala çok tartışmalı olan Alevi/Sünni tartışmasını kitabında bir ‘edebiyatçı’ gözüyle incelemeye çalışmıştır. Fakat bu konu öyle bir konudur ki Osmanlı/Safevi ilişkileri bağlamında tarihçiler bile farklı görüşlere sahiptir. Dolayısıyla Pala’nın kendi yazdığı hikayeyi gerçek kılmak için akıl danıştığı  Prof. Dr. Abdülkadir Özcan ve Doç. Dr. Erhan Afyoncu gibi akademisyenler olduğu gibi, karşı tarafta da Pala’nın eserini baştan sona acımasızca eleştiren Prof. Dr. Ahmet Şimşirgil gibi tarihçiler de vardır. Diyebiliriz ki akademisyenlerin dahi bir konu üzerindeki tarih algısı farklılık gösterebilir. Durum böyleyken edebi türde yazılmış olan Şah&Sultan kitabı üzerinden konuşurken, bu kitap tümüyle tarihsel gerçekliklere sadık kalmıştır ya da tarihsel gerçeklikleri tamamen çarpıtmıştır gibi bir genellemeye varmak sağlıklı olmayacaktır. İşin bütününe baktığımızda tarihsel gerçekliklere ek olarak halk arasındaki rivayetlerden ve de Pala’nın kendi hayal dünyasındaki imgelerden oluşan bir eser var karşımızda

Tüm bu tarihsel gerçekliklerin olduğu gibi yansıtılması ya da çarpıtılması tartışmaları başka bir tartışma konusuna sebep olmaktadır. O da şudur: neden herkes tarihi kendi kaynaklarından okumak istiyor ve neden herkes kendi okuduğu/öğrendiği tarihe inanmak istiyor. Bu sorulara cevap bulabilmek için tarihin önemli bir işlevine bakılması gerekmektedir. Tarih, geçmiş kullanılarak günümüzün şekillendirilmesinde kullanılan önemli bir unsurdur. Gerek, daha önce de bahsedildiği gibi, bir kimlik oluşturmada, gerekse varolan kimlikler üzerinden yeni politikalar üretilmede kullanılabilir.

 Şah&Sultan romanı dönem olarak 1501-1525 seneleri arasında geçse de ele aldığı konu itibarıyla günümüz Alevi-Sünni ilişkileri açısından da önemlidir. Kitapta çizilen Osmanlı portresinin ve Sünni İslam anlayışının, Osmanlı’nın coğrafi ve kültürel olarak bir mirasçısı konumunda olan Türkiye Müslümanları için önemi büyüktür. Meseleyi daha iyi çözümlemek açısından Çaldıran Savaşı öncesi Osmanlı Devleti’nde savaş için yapılan hazırlıklara bakmak gerekmektedir. Caroline Finkel’in belirttiğine göre, Alim-tarihçi Kemalpaşazade’ye göre (daha sonra Kanuni Sultan Süleyman döneminde Şeyhülislamlık makamına gelecekti) Kızılbaşlar ile savaş; İslam’ın gayrimüslim düşmanlarına karşı savaşla eşit bir cihattı (Finkel, 2007, s. 95). Dolayısıyla Yavuz Sultan Selim Şah İsmail’e savaş açmak için geçerli bir sebebe sahipti ve bunu meşrulaştırmak için Şeyhülislamdan fetva aldıktan sonra Şah İsmail’e şu ifadeleri içeren bir mektup yazdı:

“Bilesin ve agâh olasın ki ilahi hükümlerden yüz çevirenlerin, dini ve şeriatı yıkmaya çalışanlarınbu hareketlerine, bütün müslümanların ve bu arada adâlet-sever hükümdarların, kudretleri nisbetinde, mani olmaları farzdır… sen, bu yolda yürüdün, müslümanların memleketine saldırdın, şefkat ve utanmağı bir tarafa atarak zulüm kapılarını açtın, günahsız müslümanları incittin, fitne vü fesâdı kendin için esas kabul ettin… ve mescitleri yıkma, türbeleri, mezarları yakma, ulemâ ile peygamber neslinden gelmiş olan seyyidlere ihânet ve ilka-i mesahif-i kerime, der-i kazurat ve sebb-i şeyheyn-i kerimeyn gibi işler senin kötü hallerinden birkaçıdır… Maksadım, Allah’ın inayetiyle senin padişahlığını yok etmek ve bu suretle de âcizler üzerinden zulmünü ve fesâdını kaldırmaktır” (alıntılayan Finkel, 2007, s. 95).

 Yavuz Sultan Selim’in mektubunda kullandığı ağır ifadeleri ve Şah İsmail ve Kızılbaşlar’a yönelttiği kafirlik iddiasının doğruluğunu ya da yanlışlığını bir kenara koyup bugünkü Sünni Müslümanların kafasındaki Alevilik algısı ve bu algının nasıl oluştuğuna bakmak gerekmektedir. Yukarıda da belirtildiği gibi Türkiye Müslümanları Osmanlı ile kendileri arasındaki kültürel bağdan dolayı kendilerini, sayıca çoğunluk olarak, Sünni İslamiyete daha yakın görmektedirler. Bu kültürel mirasın bir sonucu olarak toplumda Aleviliği İslamiyet’in farklı bir kolu değil, başlı başına bir din olarak algılayan yanlış bir düşünce ortaya çıkıyor. Geçmiş ve günümüz arasında karşılaştırmalı bir analiz yapılacak olursa değinmemiz gereken ilk nokta Osmanlı ve Safevi arasındaki mücadelenin yalnız din anlayışlarının farklı oluşu değildir.  Mesele mezhep çatışması gibi sunulmuş olmasına rağmen, gerçekte olan aslında ikisi de cihan hakimiyetine talip Yavuz Sultan selim ve Şah İsmail arasındaki politik mücadeleydi (Salomon, 2004, s. 80).

 Bu karşılaştırmayı yaparken değinilmesi gereken ikinci nokta ise bugün Türkiye’de Alevilik meselesi ele alınırken tartışmanın hala Yavuz Sultan Selim ve Şah İsmail mücadelesi üzerinden  devam ettirilmesidir. Buna en güzel örnek daha önce de zikredildiği gibi İstanbul’da yapımı devam eden 3. köprünün ismiyle ilgili yaşanan tartışmadır. 3. köprüye isim olarak Yavuz Sultan Selim isminin uygun görülmesi nasıl Sünni İslam algısını topluma yerleştirme çabasıysa, bu isme karşı çıkmak da Alevi İslam algısının doğal bir tepkisidir. Bu etki-tepki durumu geçmişin günümüzü şekillendirmede ne kadar etkili ve önemli olduğunun açık bir göstergesidir.

Elimizdeki eser edebi bir eser olduğu için yazarın okuyucuya vermek istediği mesajlar da en az olayların doğru yansıtılıp yansıtılmadığı kadar önemlidir. Kitaptan herkesin kendisine çıkaracağı dersler farklıdır elbette. Fakat yazarın özellikle altını çizmek istediği üç temel mesele olduğunu düşünüyorum. Bunlardan ilki, geçmişi tartışırken kendimize yeni kavga konuları üretmek yerine daha çözüm odaklı tartışmalar yapmak, geçmişten bugüne dersler çıkarmaya çalışmaktır. Kitap dikkatle okunmuş ve incelenmişse, Pala’nın hikayeden önce bizlere Kuran-ı Kerim’den bir ayet sunduğu görülecektir. Ayet şöyledir: “Bm. Onlar bir ümmetti, geldi geçti. Onlara kendi kazandığı, size de kendi kazandığınız. Siz onların işlerinden sorulacak değilsiniz.”(Bakara Suresi; 134,141). Ve hemen altına da eklemiştir ki: “Çaldıran Sahrasındaki o zorlu günün cengaverleri! Ruhunuz şad olsun”. Ayet ile başlamak gerekirse,  kitabının açılış sözü olarak uygun gördüğü ayet akla gelen anlamı doğrultusunda mezhep farkı gözetmeksizin her müslümanın üzerine alındığında dersler çıkarabileceği bir ayettir. Yazarın da altını çizmek istediği mesele geçmişte yaşanmış bir olay üzerinden bugün toplumda farklı müslüman mezhepler/gruplar üzerinden kutuplaşmalar olması ve bunun, İslamiyete göre, doğru bir durum olmadığıdır. Ayetten hareketle diyebiliriz ki, bugünün Türkiyesi’nde yaşayan ve de ahiret inancı taşıyan bir Alevi ya da Sünni bir müslüman geçmişte Şah İsmail’in yahut Yavuz Sultan Selim’in yapmış olduğu bir hatadan ötürü ne burada suçlanabilir/yargılanabilir ne de kıyamet gününde Allah tarafından sorguya çekilir. Bu ayete iman eden her müslüman, mezhebi ne olursa olsun; tarihi, ders çıkarabileceği faydalı bir bilim olarak görmelidir. Tarihi kullanarak kendi kimliğine meşruiyet kazandırmaya çalışmak her dini/siyasi/etnik vb. grubun bir şekilde içine düştüğü bir durumdur. Fakat ulusal ve dini kimlik oluşturmaya çalışmak aslında İslamiyetin özünde çok olan bir durum değildir. İslamiyet ümmet merkezli bir dindir. Bir müslüman için ulusal ve dini kimliği ayrı ayrı olmalıdır; ikisinin birleşimi üzerinden bir başka dini grubu daha az dindarlık ya da dinsizlik ile suçlamak bir müslümanın kaçınması gereken bir durum olmalıdır.

Yazarın, ayetin hemen altına eklediği cümleler de çok önemli bu noktada ve yazarın aslında vermek istediği ikinci mesaj bu noktada ortaya çıkıyor. Dikkat edildiyse, yazar ‘Çaldıran Sahrasındaki o zorlu günün cengaverler’ine seslenmektedir; Osmanlı’ya ya da Safeviler’e değil. Çünkü tarafların ikisi de Müslümandır ve cihan hakimiyetine taliptirler. Pala bu konudaki sitemini kitapta Taçlı Hatun’un ağzından okuyuca iletiyor aslında. Çaldıran Savaşı’na şahitlik etmiş olan Taçlı Hatun diyor ki: “ Yine biliyor musun Kamber Can! Şah da, Sultan da ömürleri boyunca küffar ile savaşmadılar. Her ikisi de Müslüman ile savaştılar ve Müslüman kanı döktüler. Allah belki de beni onlarla bu yüzden buluşturmadı. Çünkü ben Ömer’i kaybettiğim gün, Tebriz’de öldürülen Sünnilere bakıp Müslüman öldüren birisine beni nasip etmemesi için Allah’a dua etmiştim. Sultan da Anadolu’daMüslüman öldürmüştü. Kızılbaş’ı da Sünni’si de benim için aynıydı ve hep öyle olacak (Pala, 2015, s. 355). Buradan hareketle kitabın taraf tutmak ile ilgili aldığı eleştirileri de göz önünde bulundurarak denilebilir ki Pala’nın hikayede tutturduğu ton Osmanlı merkezli Sünni bir İslam anlayışına yakındır; fakat Pala yine de arabulumak için gayret göstermiştir. Bu çaba, Şah İsmail merkezli Alevi bir İslam anlayışına yakın olan bir sanatçının oturup kendi bakış açısıyla hiyayeyi yaniden yazmasıyla desteklenebilir. Tarihsel bir olay mevzu bahis olduğu için illa ki hikayelerin örtüşen yanları olacak, bu da iki grubun daha ortak bir dilde konuşmasına/buluşmasına sebep olacaktır.

 Son olarak, İskender Pala’nın okuyucusuna vermek istediği, okuyucusunun üzerinde durup düşünmesini istediği bir nokta daha var, o da sevginin ne olduğu ve ne olabileceği. Kitapta ele alınan konunun hararetli bir konu olması elbette ki oyucuyu Pala’nın Alevi/Sünni merkezli tartışmaya hangi perspektiften yaklaştığına odaklanmasına sebep oluyor ve sevgi üzerine sarf ettiği cümleler belki hak ettiğince analiz edilmiyor kitap okunurken. Fakat İskender Pala’nın bugün neredeyse birbirinden nefret ettiği ya da kesin çizgilerle ayrıldığı iki grubun, Aleviler’in ve Sünniler’in, hikayesini anlatırken sevginin tanımına ulaşmaya çalışmasının bilinçlice yapılmış bir tercih olduğunu düşünüyorum. Pala’nın kurgu karakterlerinden Kamber Can kitap boyunca yaşadığı her olayla bir sevgi tanımı yapmaya çalışmakta, içine düştüğü ikilemlerde sevgiyle ilgili cevabını bilmediği sorular sormaktadır. Pala’nın bunu kurgularken, kendisini kimlik tartışmasında belli bir yere konumlandırmış olan okuyucuya karşı tarafı anlayabilme ve sevebilme yetisi kazandırmak gibi bir niyeti olabilir. Tabi ki kesin bir yargıya varmak mümkün değil böyle bir konuda; fakat Alevi-Sünni karşılaştırılmasının ele alındığı bir hikayeyi sevgi motifiyle süslemek, toplumdaki ayrışmadan/kutuplaşmadan rahatsız olan birisinin yapabileceği bir iş gibi görünüyor. Daha iyi analiz etmek için Pala’nın kaleminden, Kamber Can’ın dilinden birkaç sevgi tanımına bakılabilir.

“Hakikati sevmek, sevgilerin en güzelidir. Çünkü hakikat Mutlak Güzellik’ten doğar ve bütün güzeller O’nun güzelliğinden bir ilham taşıdıkları için sevilirler. Hakikati ayırt etmeyi bilirsen sevgiliye karşı sevgide ortak edinmemiş olursun. Sevgiliyi sevmek, sevgilinin sevdiklerini sevmek, sevgili için ve sevgili yolunda sevmek, bunların hepsi insanın tabiatına uygundur. Şimdilik sevgiyi bir su farz et. Ona ulaşmak zevk, ayrı kalmak acı verir insana.” (Pala, 2015, s. 4)

Hangisinin özlemi daha baskındı; vatanın mı, atanın mı? Hangisinin daha fazla sevilmeye layık olduğunu bilemiyordum. Sevgi toprağın adı olabilir miydi? Toprak sevilirse değeri baba veya anne ile eşitlenebilir miydi? Babaydar sevgiyi ara derken acaba neyi kastetmişti?” (Pala, 2015, s. 25)

“O an anladım ki sevgi ile öfke aynı kaba giremiyordu. İnsanın zihnine takılan öfke gönüldeki sevgiyi örtüyor ve göstermez oluyordu.” (Pala, 2015, s. 56)

“…ve sevgi bir yeminin adı olmalı diye düşündüm; ölüm üzerine yapılmış bir yeminin… Eğer uğrunda ölünecek bir gaye varsa, ölüm bir sevgili olurdu ve ölüm gecesine Mevlana gibi şeb-i arus derlerdi“(Pala, İskender, Şah&Sultan (İstanbul: Kapı Yayınları, 2014), s. (Pala, 2015, s.  221)

 Örnekler elbette ki çoğaltılabilir, fakat bütünü yansıtması açısından yukarıda seçilen tanımlar ve sorular önemlidir. Pala sevginin yelpazesini geniş tutmuş; hakikate duyulan sevgi, vatana ve ecdada duyulan sevgi, sevgi ve öfkenin karşılıklı durumu, insanın insana duyduğu sevgi gibi başlıklar altında var olan mezhep çatışmasına farklı bir perspektiften bakmaya çalışmıştır. Daha önce de belirtildiği gibi kitaba hakim olan Osmanlı merkezli bir Sünni İslam anlayışıdır ve elimizdeki eser bu bakış açısıyla yazılmış bir Osmanlı/Safevi hikayesidir. Fakat yine de kitabın önemli noktalara dikkat çektiği ortadadır. Kitabı okuduktan sonra bir okuyucu, ister koyu bir Alevi/Sünni olsun ya da ikisi de olmasın, eğer geçmişten günümüze dersler çıkarabiliyor ve de karşı tarafı anlama gayreti gösteriyorsa bu kitabın arabulucuk etme konusundaki başarısını gösterir. Eğer aksi olan durum söz konusuysa, kişi hala geçmiş üzerinden yeni kavgalar üretme pozisyonundadır. Tekrar altını çizmek gerekirse, Şah&Sultan her şeyden önce bir kurgu hikayedir, ve tam olarak gerçekleri yansıttığını iddia etmek anlamsız olur. Bu kitap için tartışılması gereken asıl mesele Şah İsmail’in Çaldıran’daki yenilgisi ya da Yavuz Sultan Selim’in 40.000 Aleviyi öldürmesinin gerçek olması ya da olmaması değildir. Bu tarihçilerin çalışma alanıdır. Mesele o olaydan hareketle bugünün nasıl şekillendirileceği, Alevi ve Sünni vatandaşların huzur içinde yaşayabileceği bir ortak coğrafya için neler yapılabiliceğidir.

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

KAYNAKLAR

 

(Akgündüz, Ahmet& Öztürk, Said, (2000), Bilinmeyen Osmanlı, s.135-138).

(alıntılayan Gündüz, Tufan; Abdi Beg-i Şirazi, Tekmiletü’l Ahbar, neşr. Abdülhüseyn Nevai, (Tahran), syf. 54).

(Boyar, Ebru, “Ottoman Expansion in the East”, The Cambridge History of Turkey, syf. 109).

(Feyizli, Hasan Tahsin, (2009),  Kuran-ı Kerim Meali, (9. Baskı), İstanbul:Server İletişim)

(Finkel, Caroline, “Müminlerin Padişahı”, RÜYADAN İMPARATORLUĞA OSMANLI Osmanlı İmparatorluğu'nun Öyküsü 1300-1923, (6. Baskı). İstanbul: Timaş Yayınları).

(Gündüz, Tufan, “Safevi Kaynaklarına Dair Kısa Bir Değerlendirme”, Gazi Eğitim Fakültesi Dergisi, (2009) c. 29, syf. 501).

 (Pala, İskender, (2014), Şah&Sultan, İstanbul:Kapı Yayınları)

(Salomon, Schweigger, Sultanlar Kentine Yolculuk, çeviren. Türkis Noyan (İstanbul, 2004), s. 80).

 (Uzunçarşılı, İ. (2011). Osmanlı Tarihi (10 baskı), 2. Sayı, s. 230,231,254,255).

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 1 Yorum
  • Naci YENGİN
    8 yıl önce

    Kıymetli öğrencim, manevi yeğenim Refia Nur Güzel, ODTÜ'de eğitimine devam ediyor. Okumalarının ardından akademik çalışmalar konusunda da ne kadar ehil olacağını şimdiden gösteriyor. Kendisini tebrik ediyor yazı ve çalışmalarının devamını diliyorum. İskender Pala ve Şah Sultan üzerine ouduğum en kapsamlı ve doyurucu bir değerlendirme...