Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün ile Söyleşi

Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün ile Söyleşi
09 Kasım 2019 - 18:59

Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Ana Bilim Dalı Başkanı ve Fakülte Kurulu Üyesi Prof. Dr. Şaban Ali Düzgün Bey’le Zamanın İzinde söyleştik. Dünün ve bugünün kavramsal duraklarına uğradık. Düşüncenin çoraklaştığı, akademyanın sessizliğe gömüldüğü bu günlerde Şaban Ali Bey birikimiyle, tartışma kültürüyle, sakinliğiyle, Doğu ve Batı kültürüne hâkimiyetin verdiği özgüvenle ve üslubuyla bizi umutlandırıyor. Kendisine teşekkür ediyoruz.

Zor bir dünyada yaşıyoruz. Bütün dünyadaki ekonomik, sosyal, ahlaki, kültürel alanlardaki problemlerin yanında İslam Dünyasının kendine özgü sıkıntıları, çatışmaları ayrıca Müslümanların sıkıntılarını daha da arttırıyor. İslam Coğrafyası büyük bir şiddet sarmalıyla çevrilmiş durumda. Coğrafya kan, acı ve gözyaşından ibaret sanki. Kelime anlamı barış ve esenlik olan İslam’ın müntesipleri ne yazık ki kendi hayatlarında bir türlü barış, esenlik ve istikrarı yakalamıyor. Cihat adı altında Müslümanlar birbirlerini öldürüyor. İslam Coğrafyası eli kanlı örgütlerin sahne aldığı bir arena gibi. IŞİD, El Kaide, Taliban, Boko Haram… Nedir Cihat? Cihadı saydığımız örgütlerin anladığı gibi mi anlamalıyız?

Cihad kelimesi, cehd/gayret; mücâhede (oto kontrol/ kendini disipline etme), içtihat (sorun çözecek düşünce üretme), müçtehid (mütefekkir âlim) anlamlarının tamamını kapsayan şemsiye bir kavramdır. Bu anlamlarıyla cihad, insanın kendinde sürekli iyi olanı hâkim kılma gayretinin ve karşılaştığı her problemi açık bir zihinle karşısına alıp çözüm üretme çabasının adıdır.

Denilebilir ki bugün cihad denilince bunlar değil de savaş anlamı akla gelmektedir. Cihad’ın savaş anlamı yok mu? Buhari’nin şarihi Aliyyü’l-Kâri’de cihadın küçük cihad ve büyük cihad olarak ayrıldığını görürüz. Küçük cihad savaş için, büyük cihad kişinin nefsiyle mücadelesi karşılığında kullanılmıştır.

Silahın elde bulunduğu bir aşamaya cihad adı verilmesi hadislerden kaynaklıdır. Kur’an bu son aşama yani savaş durumu için cihad değil kıtal terimini kullanmaktadır. Kur’an, “size saldırılması durumunda savaşmanıza izin verildi” diyerek savaşın Müslümanlar cephesinde saldırıya değil savunmaya dönük bir çaba olduğunu beyan eder. Zira insanın vatanını, namusunu, temel haklarını, insanlık onurunu vs. korumak için savaşmasından daha doğal bir şey yoktur. Kur’an’ın cihada teşvik ettiğini ama savaşa izin verdiğini düşündüğümüzde iki terim arasında ciddi bir farkın bulunduğunu görürüz. Kıtal son çare olarak başvurulan bir yoldur. Savunma amaçlı savaşa izin veren Kur’an-ı Kerim, ardından bunun çirkin ve zorlu (kerih) bir eylem olduğunu söyler. Zira savaşta ölmek-öldürmek var, yerinden yurdundan olmak, yersiz yurtsuz kalmak var. Orta Doğu halklarının içinde bulunduğu durumu gözünüzün önüne getirin. Onun için cihad, kerih görülen savaşa/kıtale yahut bundan daha da kötü görülen iç savaşa (fitne, Bakara 191) girmemek için her türlü çabayı içinde barındıran farz/zorunlu bir süreç olarak görülmelidir. Buna Kur’an’ın mücadele/diplomasi (Nahl, 125) dediği süreç de dâhildir. Allah bu barış hâlinin bütün insanlık için esas olduğunu ve herkesin gayretini bu yönde seferber etmesini istemekte ve “Ey insanlar! Hep birlikte barışı arayın” (Bakara, 208) demektedir. Bazı bilginler bu ayetteki ‘silm’ ifadesini İslam olarak anlamışlarsa da İmam Matüridî bunu sulh ve barış olarak yorumlamıştır.

Ben cihad denince şu üç kavrama dikkat çekmek isterim: Mücâhede, Mücadele ve Mükatele.

Mücâhede: Temel dinî/ahlakî/insanî/vicdanî ilkelere bağlı insan gücü yetiştirmek. Terörü ve şiddeti asla diplomasi aracı olarak kullanmayacak bir güçtür bu.

Mücadele/diplomasi: Anılan ilkeler ışığında yetişen insan gücü, farklı din, dil, etnik köken, vs. insanlarla karşılaştığında kullanacağı etkin bir söylem geliştirir. Bu aşamada sözün/kelimenin etkin bir güç olarak kullanılması söz konusudur (Nahl, 125). Bunun modern karşılığı diplomasidir.

Unutmamak gerekir ki, peygamberlerin insanlarla ilişkide kullandıkları yegâne ikna silahı kelimeleridir. Kelimelerle/vahiyle/Kur’an’la yapılan cihada Kur’an büyük cihad adı vermektedir (Furkan, 51, 52). Cihadın hedefi kâfirler ve müşriklerdir (Tevbe, 73). Savaşın/kitalin/mukatelenin hedefi ise zalimlerdir. Kâfirlerin ve müşriklerin hakikate ikna edilmesi, zalimlerin ise bertaraf edilmesi gerekir. Cihad büyük bir sabrı, kital/savaş ise azmi/kararlılığı gerektirir. Bu kelimelerin beslediği mücadele en derin ihtilafları bile çözebilecek dinî, felsefî, psikolojik, sosyolojik, vs. bir içerik desteğiyle yürütülür. Mücahede ile mücadele arasında doğrusal bir ilişki vardır. Etkin bir mücahede, sonuç alan bir mücadele/diplomasi getirir.

Mükatele/savaş: Mücadeleyle/diplomasiyle çözülemeyen bir mesele sonunda temel insan haklarına, insan onuruna dokunan bir duruma evrilirse Kur’an’ın zulüm dediği hâl ortaya çıkar. Hoşumuza gitmese ve çirkin bir şey olarak tanımlansa da bu hâl savaşı zorunlu kılar. (Bakara, 216).

Cihad’a kutsal savaş anlamının verilmesi ve insanları Müslümanlaştırmanın bir yolu olarak sunulması, İslam’ı kılıç dini olarak lanse etmeye çalışan bir algı operasyonunun parçasıdır. Tekrar tekrar vurgulanması gereken şudur: savaş insanları dine girdirmenin yolu olarak asla meşru görülmemiştir. Savaşın iki sebebi var: ya saldırı karşısında savunmadır ya da zulmü ortadan kaldırma eylemidir. Zira savaşı zorunlu kılan haksızlıklar, zulümler, adaletsizlikler var. Bunlara duyarsızlığın ne gibi sonuçlar doğuracağı Hacc suresinin 39. ve 40. ayetlerinde anlatılmaktadır: “Kendileriyle saldırılanlara zulme uğramış olmaları sebebiyle savaşma izni verildi. Şüphe yok ki Allah, onlara yardım etmeye mutlak surette kadirdir. Onlar, başka değil, sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için haksız yere yurtlarından çıkarılmış kimselerdir. Eğer Allah, bir kısım insanları diğer bir kısmı ile etkisiz hâle getirmeseydi, içlerinde Allah’ın ismi anılan manastırlar, kiliseler, havralar ve mescitler yıkılır giderdi. Allah Kendisine yardım edenlere muhakkak yardım eder. Hiç şüphesiz Allah güçlüdür, Azizdir.”

Mücahede ve mücadele, mukatele’ye/savaşa giden yolun kapatılmasını öngörür. Mücahede ve mücadele, dinin refleksidir; mükatele ise devletin refleksidir. Kastım şu: din bireyi muhatap aldığına göre, ilk iki aşama yani mücahede ve mücadele birey(ler) vasıtasıyla yerine getirilir. Mükatele ise organize bir gücün varlığını gerektirdiği için devlet eliyle deruhte edilir. Bireylerin kendilerinin karar alarak savaşa, tek kişilik eylemlere, açıkçası terör eylemlerine girişmelerinin hiçbir dinî dayanağı bulunamaz.

Müslümanların tarih boyunca gayr-i Müslimlere gösterdikleri tahammülü, toleransı ve saygıyı kendilerine, diğer Müslümanlara göstermediklerini görüyoruz. Bu hoyratlık, bu kendimize şiddet niye? Yukarıda saydığımız örgütlerin birbiriyle savaşmalarını nasıl yorumlamalıyız?

Şöyle diyor Kur’an-ı Kerim; “Eğer iki mümin gurup savaşırsa aralarını uzlaştırmaya çalışın. Eğer bir tanesi uzlaşmaya yaklaşmazsa hepiniz bir araya gelin onu bertaraf edin.” (Hucurat, 9) Kur’an uzlaşmaya yanaşmayan tarafın Müslüman olmasına bakmadan bertaraf edilmesini istiyor. Uzlaşmayı reddedip insanların katline sebep olma hâlini Kur’an zulüm olarak etiketlemekte, bunda ısrar edenleri de zalim olarak görmekte ve etkisiz hâle getirilmelerini istemektedir.

IŞİD, El Kaide, Boko Haram gibi örgütlerin cihad kavramını kullanmalarına ne dersiniz?

indir

Bunların cihad terimini kullanmaları Kur’an’ı araçsallaştırmaktan başka bir şey değil. Yapıp ettikleri şu dinî/ahlakî ilkeye çarpmaktadır: “Kim bir insanı cana karşılık olmaksızın ya da yeryüzünden fesat çıkarma gerekçesine dayanmadan öldürürse bütün insanlığı öldürmüş gibi olur (Maide, 32). Kaide, Şebab, Boko Haram, Işıd, vb. örgütlerin katlettiklerinin tamamına yakını Müslüman. Sömürgecilikten kurtulmak için milyonlarca kurban veren Müslümanların kolektif hafızalarındaki derin yaraların, onları sömürenlere karşı derin bir hesaplaşma hissini beraberinde getirmektedir. Müslümanların bu hissini doyurma adı altında bu örgütlerin kendi iktidar mücadelelerini verdiklerini biliyoruz.

İntihar eylemleri… İslam adına intihar eylemciliği… İslam’da var mı buna izin?

Asla ve kat’a. İntihar bombacılığı ilk defa Sri Lanka’lı Hindu Tamil gerillaları tarafından başlatılan bir terör ve tedhiş biçimi. İlke olarak bir müminin intihar etmesi zaten haram. Bu ilke aslında intihar eylemi sürecini başlı başına bloke etme gücündedir. İntihar eyleminde hayatını kaybedenlerin masum insanlar olduğunu düşündüğümüzde, dinin buna hiçbir şekilde geçit vermeyeceği ortaya çıkar. Hangi gerekçeye dayanırsa dayansın bu eyleme dinî bir temel bulmak imkânsız. İslam coğrafyasında intihar eylemlerine girişenler, işgalcileri ülkeden çıkarmak için masum halkın katledilmesinin caiz olup olmadığını uzun uzadıya tartışmışlardır. Onlara göre halkın arasında dolaşan işgalci askerler, masumların varlığını kendilerine saldırı yapılmasını engelleyen bir kalkana dönüştürmektedirler. Bu durumda bu askerlere yönelik saldırıda masum insanların ölecek olması, saldırıyı engellemeli midir? Kaide’nin teorisyenlerinden Ebu Yahya el-Libî’nin bu meseleyi uzunca ele alan bir yazısı var. İbn Teymiye’den alıntı yaparak Libî, bu tür saldırılarda ölenlerin de düşmanla savaşırken ölenler gibi şehit olduğu yönünde bir sonuca ulaşmaktadır. Kur’an’ı ve 1400 yıllık düşünce geleneğini bypass eden tam bir nekrofili/ölü seviciliği hükmü bu.

“Entelektüel Milliyetçilik” diye bir kavramsallaştırmanız var. Nedir bu kavramsallaştırmadan muradınız? Sizi böyle bir kavramsallaştırmaya götüren İslam’daki mezhep tarihinin serüveni hakkında neler söylersiniz?

“Entelektüel Milliyetçilik”i, ‘etnik temelli’ milliyetçiliğin ortaya çıktığı 17. yüzyıldan önceki ‘zihniyet ve düşünce birlikteliğini’ tanımlamak için kullanıyorum. Bu tanımlamayı, mezhepler etrafında kümelenen düşünce birlikteliğini açıklamak için kullanıyoruz. Entelektüel milliyetçilik öncelikle bir zihniyet tanımlaması olmasına rağmen, etnisiteyle de irtibatlıdır Entelektüel milliyetçiliğin kurumsallaşmış hali, mezheplerdir. Arap unsurların daha hakim olduğu Şafiilik ve Eş’ariliğin karşısında, bir taraftan Hanefi – Maturidî çizgisi, diğer taraftan da Mutezilî düşünce, entelektüel milliyetçiliğin ana temsilcileri durumundadırlar.

Hocam tam da burada sizin Hanefi-Maturidi çizgi üzerinde yoğun bir mesai harcadığınızı dile getirmek lazım. Neler söylersiniz?

Meşhur âlim Süfyan b. Uyeyne’nin “Kûfe’de her şey yolunda giderken üç köle çocuğunun (mevâlî) düzeni bozduğu” sözü, etnisite temelinde okunması gereken bir sözdür. Uyeyne, bu köle çocukların başında Ebu Hanife’yi saymaktadır. Ebû Hanîfe’nin bozgunculuğuna gösterdiği gerekçe; onun akla ve serbest düşünceye yaptığı vurgudur. Zira akla yapılan vurgu, Arapları temsil eden Hicaz ekolüyle, Arap olmayan unsurların temsil mekânı olan Irak/Kûfe ekolleri arasındaki en belirgin özelliktir. Ama gözden kaçırılmaması gereken nokta, Uyeyne’nin Ebû Hanife’ye atıfta bulunurken kullandığı ikili referanstır: Hem akılcılığı hem de Arap olmayışı. Dolayısıyla entelektüel milliyetçilik olarak kavramsallaştırdığımız ilk dönem mezhep hareketlerinin bu iki boyutu 3 belirleyici faktör olarak göz önünde bulundurulmalıdır. Bu kavramsallaştırma, etnik yapıların ve coğrafi unsurların zihniyet üzerinde etkisi olduğunu kabul etmektedir. Kabile kültürünün hâkim olduğu Arap toplumunun yeni fethedilen topraklardaki kültürlerle ilişkisi, entelektüel milliyetçiliği tetikleyen unsurların başında gelmektedir. Hz. Peygamber’in vefatının ardından Kureyş yahut Arap kimliğinin birincil kimlik olarak öne çıkarılarak İslam’ın Arap kimliğinin yanında alt kimliğe dönüştürülmesi ve fethedilen coğrafyalarda Arap olmayan kimliklerin mevâlî (köle kökenli) olarak adlandırılarak ikinci sınıf görülmesi, başta Türkler ve İranlılar olmak üzere Arap olmayan unsurlarda böyle bir refleksin gelişmesine sebep olmuştur. Kureyş’in dili, kültürü ve siyasal otoritesinin yüceltilmesi, Kureyş’ten olmayan diğer Arapları da bu tepkinin doğal müttefiki haline getirmiştir. Kur’an’ın, “Muhammed ölse yahut öldürülse gerisin geriye eski inançlarınıza mı döneceksiniz?”(Âl-i İmrân 3.144) uyarısı, Arapların evrensel bir davranış koduna kolay kolay ulaşamayacağı, Peygamber’in vefatından sonra eski davranış tarzlarına geri dönme çabası içinde olacakları yönünde bir gelecek okumasıdır. Malesef, Arapların geriye dönüşü, birçok alanda vuku bulmuştur. Kureyş’i merkeze alan dinî ve siyasî yapılanma, bu geri dönüşün en acı sonuçlar doğuran alanlarıdır. Hz. Ebu Bekir döneminde devlete (Kureyş’e) zekât vermeyi reddedip, zekâtı kendi fakirlerine dağıtmakta direnen Malik b. Nüveyre ile Muaviye’yle barışa oturan Ali’ye isyan bayrağı açan Haricilerin ortak paydası, Kureyş karşıtlığından başka bir şey değildir. Kureyş’in hem dil hem kültür hem de siyaset olarak diğer kabile ve milletler (şu‘ûb) üzerindeki tahakkümüne karşı geliştirilen tepkiyi engellemeye çalışan Kureyş, olayları dinsel bir kavramsallaştırmaya uğratmış ve Kureyş’e zekâtını vermeyeceğini söyleyen Malik b. Nüveyre’nin kabilesinin dinden döndüğü söylenerek, üzerlerine gönderilen ordunun hareketine dinsel bir meşruiyet sağlanmıştır. Siyasal bir isyana girişen Haricileri tutumunu değerlendiren ulemanın kullandığı dil de, aynı şekilde, krizi siyasal değil dinsel bir sorun olarak takdim etmiştir. Klan, kabile, şeflik gibi sosyal ve siyasal gelişim aşamalarının Arap toplumundaki formlarından biri olan Kureyş’i yücelterek ona siyasal, kültürel ve dinsel merkeziyet kazandırmaya çalışan âlimler, bu tutumlarıyla rasyonel bir siyaset teorisi geliştirme imkânını da ortadan kaldırmışlardır. 4 Kabile tahakkümünden insanları özgürleştirmeye çalışan Hz.Peygamber’in mirası, bu kabile mantığıyla tersine çevrilmiş ve insanları Kureyş’e mahkûm eden bir söylem geliştirilmiştir. Bu söylem, kendine Kur’an’dan destek bulmakta zorlanınca hadis uydurma yoluna başvurmuş ve hilafeti Kureyş’e tapulayan bir konformizm (dinî ahkâmı mevcut siyasi yapının devamına hizmet edecek şekilde kullanma) yaratmıştı.

İmam-ı Azam ve İmam Maturidi’nin çabaları hakkında neler söylersiniz?

Osman-Hamdi-Bey-Der-Gelehrte

Onların ana çabası, Kur’an’ın Arap yerelliğince boğulmasını engelleyerek, evrensel olarak anlaşılmasını ve rasyonel bir şekilde temellendirilmesini sağlayacak bir doktrin geliştirmekti. Bu mezheplerin Kuran ve Hadis algısı ve bunlardan hüküm çıkarma yöntemi incelendiğinde, daha evrensel bir zemin yaratmayı mümkün kılan Kuran’a ve insan aklına (yani ictihada) büyük vurgu yaptıklarını, Arap kültürünün başka coğrafyalara transferinin en etkin aracı durumunda ki “hadislere” mesafeli yaklaştıklarını Arap/Hicaz kültürünü, evrenselleştirmenin yöntemi durumundaki “kıyası” reddederek aklın ve vicdanın önerdiği “istihsana” ağırlık verdikleri görülür. Böylece, mikro Arap/Kureyş milliyetçiliğiyle Kur’an’a bağlılığı, Arap kültürüne (yerelliğe) bağımlılığa dönüştüren yapıyı esnetmeyi hedeflemişlerdir.

Bugün yaşayan ya da yaşatılan Hanefik/Maturidilik Hakkındaki Düşünceleriniz…

Ne yazık ki! Hanefîlik içerdiği insanî ve ahlakî ilkelerden koparılarak, salt bir fıkıh mezhebine indirgendi. Hanefîliği tamamlayan Maturidî düşünce boyutu özellikle ıskalandı. Örneğin, Osmanlı İmparatorluğu, işleyişine en iyi hizmet edecek bir fıkıh sistemi önerdiği için Hanefîliği benimsedi. Ama bu Fıkhın Kelamî ve Felsefî boyutunu tamamlayacak olan Maturîdîliği, bireysel düşünceyi öne çıkardığı için, medreselerine yaklaştırmadı. Aksine merkeziyetçiliği öneren ve bireysel düşünceyi yok sayan Eş’arîlîği destekledi. Osmanlı bir İmparatorluk olduğunu, felsefeden daha çok yönetimi kolaylaştıracak fıkha öncelik vermiş, en büyük bilginlerini Fıkıh alanında yetiştirmiştir. Bu söylediğimiz, imparatorlukların filozoflarının olmadığı, gerçeğiyle örtüşür. Roma İmparatorluğu ve Büyük Britanya örneklerinde olduğu gibi.

Müslümanların en çok ürktüğü kavramların başında modernizm geliyor. Nedir bu modernizm? Nasıl anladık modernizmi?

Modernizmin tanımı konusunda şüphesiz bir uzlaşı yok. Üstelik bu kavram bir tanım üzerinde uzlaşmayı imkânsız kılacak kadar alanlarda kendini göstermektedir: Din, sanat, kültür, mimari, müzik, vs. Ama biz burada doğal olarak bu kavramın bir tarafıyla, dinle ilgili olanıyla ilgileneceğiz. Modernizm; din ve metafizik içinde kendini ifade eden aklın bilim, ahlak, sanat, politika gibi daha çoğaltılabilecek alanlarda bağımsız davranmaya başlamasını ifade eder. Bu durum da aydınlanmayla başlar. Bunun temelinde de bir yandan eşyanın algılanmasına Tanrı’yı aracı kılıp Tanrı’yı gaye varlık olmaktan çıkarıp bunun yerine eşyayı yerleştiren Descartes’ı, diğer tarafına da metafizik’i bilginin konusu olmaktan çıkarıp, bilginin yegâne alanını dış varlık alanı olarak tespit eden Immanuel Kant’ı görmek mümkündür. Modernizmi üreten Aydınlanmacı akıl; evreni keşfedecek böylece mitolojik imgelere dayalı olarak algılanan bir evren modeline son verecek, aklın hakimiyetini ifade eden rasyonel bir çağı hakim kılacaktı. Ancak bu noktada hemen post-modern yaklaşımın eleştirisine kulak verelim: Post-modernizm aydınlanmacı aklın bu dünyayı mitolojiden, çılgınlıklardan kurtarma teşebbüsünün fiyaskoyla sonuçlandığını ve insanlığı kaosa sürükleyen deliliği ve çılgınlığı bu aydınlanmacı aklın ürettiğini iddia edecektir. II. Dünya Savaşı ve Cezayir’le Fransa arasındaki mücadelede ölen bir milyon Cezayirlinin ardından zirvesine çıkan post-modern düşüncede Frantz Fanon Yeryüzünün Lanetlileri’nden ve M. Foucault da Deliliğin Tarihi’inden Adorno ve Horkheimer da bu tür bir Aydınlanmanın Diyalektiğinden bahsederken hep modernizme göndermede bulunacaklardır. Hemen bu noktada bu iki yaklaşımın kısa bir karşılaştırması için şu noktaların altını çizelim: Modernist düşünce temelinde Bacon’u, bilimsel rasyonalizmi, her türlü metnin eleştirisini, Newton fiziğini, saat gibi işleyen bir evren fikrini çağrıştırırken, post-modern düşünce Einstein’i, her türlü metnin kendi içinde kendince bir tutarlılığı olduğu fikrini, kuantum fiziğini, Heisenberg’in kesinsizlik ilkesini, kaos’u andırır. O halde aklı ve sağduyuyu hâkim kılma gibi benim şahsen itiraz etmediğim bir dünya kurma fikrinin neden böyle bir sonuç verdiği sorgulanmalıdır. Modernizme toptan bir karşı çıkma tutumunun sağlıklı olduğunu düşünmüyorum. Sadece şunu ifade etmekle yetineyim: Adorno gibi aşırı Marksist, Sol Hegelci ve sıkı bir Nietcshe takipçisi olan bir düşünürün post-modern bir yaklaşımı benimserken, kullandığı dili dinsel ve metafiziksel renklere bürümeye çalışması, modernizmin nerede hatalı davrandığını ima etmektedir. Ama aydınlanmanın ve arkasından da modernizmin ihmal ettiği bu metafizik aslında ihmali hak eden bunun içinde karşıtını üreten bir metafizik idi, zira bu metafizik Tanrı’yı olayların akışına yön vermeye çalışan insana destek veren aktif ve fail bir fail olmaktan ziyade tüm bilgi aktlarımızın deşifre ve keşf etmek için yanıp tutuştuğu bir nesne varlık olarak önümüze koymaktaydı. Modernizm insan ve insanın dışındaki varlıklarla ilişkisi konusunda yeni yaklaşımlar getirmiştir. Bu ilişkilerden ikisinin altının çizilmesi gerekir. Bunlardan birini olumlu, diğerini olumsuz buluyorum. Bunlar; – İnsan-eşya ve 2 – İnsan-insan arasındaki ilişkidir. İnsanla eşya arasındaki ilişki, dilin nesnesi ve dolayısıyla hükmetme alanı eşya olduğu için metafizik olandan ziyade eşyaya çevrilmiş, bilginin tanımı, eşyaya hâkim olmanın getirdiği her türlü iktidar ve hakimiyet olarak tespit edilmiştir. Modernizmin bilgi ve nesnesiyle ilgili getirdiği bu tutum tutarlı bir yaklaşımdır. Bakara 31’den itibaren aktarılan bilgiler insanın (Âdem) isimlendirme aktinin konusunun eşya olduğunu, Tanrıyı isimlendirmediğini ve kendisine böyle bir yetkinin verilmediğini (bu nokta nasıl bir metafizik geliştirmemiz gerektiğini bizlere düşündürmelidir) zira isimlendirmenin isimlendirilen nesneye hükmetme yetkisini de beraberinde getirdiğini görürüz. İslam kültüründe saf anlamıyla bilgi tanımının “varlığın hakikatini keşfetme” ya da “hakikatin bilgisini elde etme” gibi, “inşa etme”ye değilde, “anlama ve açıklama”ya yönelik mutlak ve soyut bir hedefe yönlendirilmiş olması ve gözümüzün önündeki eşyanın başka bir ifadeyle varlığın hakikatinin bile sadece Mutlak Hakikat olan Allah’a götüren bir gösterge olduğu için ikinci dereceden bir hakikat olarak kabul edilmesi, kültürümüzdeki bilgi anlayışının ve bu anlayışa dayalı olarak geliştirdiğimiz külliyatın niteliği konusunda bizlere ipucu vermektedir. Bilgi metodumuzda, eleştirdiğimiz bu noktadaki bir değişme akli ve tecrübi düşünmenin yükselişini hazırlayacak, bu bir yandan aklı özgürleşmesi demek olan rasyonalizmi bir yandan da eşyanın bilgisinin eşyadan öğrenilmesi demek olan ampirizmin yolunu açacaktır. Bu da bilginin sadece “anlama ve açıklamaya” çalışma fonksiyonunu “yapma ve inşa etme”ye dönüştürecektir. Ancak bunun insani ve ilahi tarafımızda bir bozguna yol açmayacak bir dönüşüm olması için sağlam bir dinsel ve ahlaki temele oturması şarttır. İnsan-insan ilişkisinde modernizmin “egemen ben ve bağımlı öteki” anlayışı, oryantalist ve kolonyalist tutumları destekleyici güçlü bir teori üretti. Modernizm, bu anlayışına dayalı olarak alt ve üst kültür formlarının varlığını kabul etmiş ve sadece üst kültürün araştırılmaya ve saygı duyulmaya değer olduğunu kabul etmiştir. Buna karşıt olmak üzere post-modern düşünce, post-yapısalcılık’ı da yanına alarak, modernitenin tamamen zihninde üretip içini doldurduğu ve kendisine bağımlı kıldığı dışındaki dünyayla ilgili bu içeriği bozup yeniden doldurmayı bir zorunluluk olarak önümüze koymuş, “egemen ben” ve “bağımlı öteki” anlayışına dayalı olarak üretilen alt ve üst kültür ayırımını reddederek popüler ve göreceli bir kültür anlayışı geliştirmiş ve hepsine aynı değeri vermiştir. Ancak, insan anlayışıyla ilgili gelinen noktada görüyoruz ki, Batı keşif modelinde insan, eşyayı ve kozmosu keşfettikçe kendini kaybetti. Dış dünyayı keşfederken bozguna uğradı. Bu bozgunu engelleyecek tarzda geliştirilecek olan dinsel ve metafiziksel ilkeler kendi modernliğimizin bir bozguna dönüşmemesini sağlayacaktır. Modernizm en fazla tartışılan yönlerinden bir diğeri, kutsal metinler dahil her türlü metin eleştirisidir. Bu özelliği sebebiyle Papa X Pius 1907’de 65 maddelik bir suçlama deklerasyonu yayınlayıp, sapıklıkların tamamını içinde barındıran, insanda isyan ruhunu kışkırtan ve gurura kaynaklık eden bir hareket olarak modernizmi lanetlemiş ve Roma Katolik Kilisesi mensuplarına modernizme karşı olacaklarına dair yemin ettirmiştir. Benzer bir hareket, başını Friedrich Schleiermacher ve Albrecht Ritschl’in çektiği Protestan kelamcılar arasında gelişmişti. 18. yüzyıl Aydınlanması’nın felsefi vurguları ve yaşanan çağdaki yankıları ve bunlara katılan yeni problemler, dinsel tecrübeye yeni yorumlar bulma, evrim teorisi, psikolojideki yeni gelişmeler gibi yenilikleri yeniden yorumlama konusunda tarihi tecrübeyi farklı açıdan yorumlama gayretleri kendilerini modernist çizgiye itmiştir. Bunlar daha ziyade İncil’in lafzi yorumuna karşı çıkmakta, İncillerin anlattığı İsa’nın tarihte yaşayan İsa’yla uyuşmadığını iddia etmekteydiler. 3 O halde metni lafza bağlı kalmadan anlama çabası diyebileceğimiz eleştirel düşünce sahipleri, modernist olarak adlandırıldılar. İslam dünyasında bu sürecin içinde Seyyid Ahmet Han, M. Abduh, Fazlurrahman ve daha birçok düşünürü görmek mümkündür.

Son Olarak Neler Söylersiniz?

Müslüman düşüncesi zamanı ve tarihi yeniden tanımlamalı; geleceklerini geçmiş üzerine ya da geçmişte kurma gibi anakronik bir saplantıdan kurtulmalıdırlar. Eğer eski olan değerli ise ve geleceği böyle bir birikimin üzerine kurmak daha güvenliyse, kolektif kültüre sahip olma ve zamanın birçok kesitine şahitlik etme ve bunun tecrübesine sahip olma bağlamında en eski ve en tecrübeli olan biziz. İnsanlık olarak en az yedi bin yıllık kültürel ve tarihsel geçmişimizle bu tecrübeye sahibiz. İçinde yaşadığımız çağın değerlerine kendi elbisemizi giydirme nesil olarak bizlerin, zaman olarak bu zamanın, coğrafya olarak da bu coğrafyanın işidir. Her zaman tarihte ve gelenekte seyahat, nerede durduğumuzu ve yaşadığımızı bize unutturacak ve sorumluluklarımız buharlaşacaktır. Karşımıza çıkan sorunlara kendi çözümlerimizi getirme yerine, geçmişin sorunlarına üretilen çözümlere sarılma da gelenekli toplumların ayrı bir açmazıdır. Ve inanın, bu geçmişe saygılarından falan değil, bu çağda yaşayan insanların beceriksizliğinden, çapsızlığından ve hazırı tüketmeyi yaşam felsefesi haline getirmelerinden kaynaklanmaktadır. İçinde yaşadığımız zaman ve mekânın bizlere hayatımızı idame ettirdiğimiz değerleri yeniden gözden geçirme değil, içlerini boşaltıp yeniden tanımlama ve teoriler kurma sorumluluğu yüklediğini kabul edersek, vahyin kurumsallaşmış formu olan dinin içeriğini oluşturan yapıyı besleyen icma, kıyas gibi tanımlamalarımızda dayandığımız usullerin meşruluğunu da yeniden tartışmaya açmamız gerekecek.

Muaz ERGÜ

Kaynak: http://www.dibace.net/soylesiyorum/prof-dr-saban-ali-duzgunle-soylesimiz/?fbclid=IwAR215eJDtisJLWfGsLQ25GILwB2lt4nbK5XDxMASG7puImCL5L3L7GzGIj4

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum