Prof. Dr. Durali Yılmaz'ın kitapları Arap basınında

İNSANLIĞIN TAŞLAŞMASI TALAT RIDVAN (Alhayat Gazetesi, 3 Ağustos 2016)

Prof. Dr. Durali Yılmaz'ın kitapları Arap basınında
06 Mart 2017 - 20:42

İNSANLIĞIN TAŞLAŞMASI

                                TALAT RIDVAN (Alhayat Gazetesi, 3 Ağustos 2016)

Durali Yılmaz (1948), dünya çapında şöhrete ulaşmış Türk romancı ve akademisyen. En önemli çalışmalarından biri, Mısır Genel Kuruluna ait ‘el-Cevâiz’ dizisinden, Cemal Said Abdulğani’nin tercümesiyle çıkan ‘el-Müstelebûn’ (Donuklar) adlı romanıdır. ‘el-Müstelebûn’da yazar, bir adamın günlüğünden çaldığı şeyi anlatır. Bu günlükte, âhir zamanda ortaya çıkacak olan Deccal’e, kıyamet gününün belirtilerinden biri olan Mehdi’ye ait işaretler vardır. Yazar, her şeyden şüphe etmektedir; geçmişine bakar ve geçmiş hayatı ile ilişkili olan her şeyi araştırır. Sokağa çıkar, evlerin pencerelerini siyah perdelerin kapattığını görür. Sonra tek tip elbise giymiş ve başlarında siyah başlıklar bulunan bir topluluk görür. Onlardan birine, “Nereye gidiyorsunuz?” diye sorar. Adam onu uyarır ve: “Soru sormak yasak! Yolda yürümek, çevremizdeki şeylere bakmaktan daha hayırlıdır” der.

Bu girişle yazar, romanın içerdiği mesaja; mutlak bir itaati içeren sürü modelini kınamaya hazırlık yapmaktadır. Bu itaatin tam ve etkili olması için, sürü halindeki kişilerin akıllarına hâkim olmak gerekir. Bu hâkimiyetin girişi de, soru sorulmasını yasaklamak yani aklın, kültürel ve ilmî açıdan gelişmesini engellemektir. Böylece zaman geçtikçe akıl, körelme aşamasına ulaşır. Yazarın, dehşet içinde sormaya başladığı da budur: Bu hicret mi? Nereye? Niçin? Yoksa sürekli bir kaçış ya da sınırlı bir göç mü? Bu sorular, daha fazla soruya neden olan özgür çağrıştırma kanununun iticisidir: Çağdaş yaşam yollarını reddettiklerini ilan eden ve bilinmeyen yerlere hicret etmeye karar veren bu kimseler, insan değil mi?

Yazarın maksadına gelince; bu bir kaçış mı yoksa geçici bir göç mü? Kuşkusuz geçici bir göç, onların özel toplumları için geleneklerini ve değerlerini hazırladıkları düşüncesini akla getirir. (Burada akla gelmesi, bunun açıklanmasından daha önemlidir.) Yazar, onların ‘sanki hipnotize edilmiş gibi bir gücün ardından gittiklerini’ söylediğinde ve ‘Onlar, hayalet bir ordu mu?’ diye sorarken bu zannını vurgular. Ancak, onların gerçek birer insan olduklarını söyleyerek bu görüşünden döner. Belki de bu, onun şu ısrarlı sorusunun sebebidir: Siz kimsiniz? Hangi güç sizi itiyor? Bu girişten sonra, yazarın kişisel draması başlıyor. Şehir, insanlardan boşalmış. “Benim, yolculara katılmam gerekiyor” der. Tek bir ülkenin ve dilin çocukları olmalarına rağmen, sanki aynı dili konuşmuyorlarmış gibi onları anlamaktan âciz kalıyor.

Velînin vasiyetini soran samimi kahramanın ortaya çıkışıyla dram artmaya devam eder. İnsanların, birer heykele dönüştüğünü gördüğünde yazarın dehşeti artar. Onlar gibi bir heykele dönüşmeyi reddeder ve: “Heykellere değil, insanlığa ulaşmayı özlüyorum” der. Yazar, izbe bir yere girer ve sahibini görmediği bir ses işitir. Ses, ona: ‘Önemli bir aşama kat ettin. Eğer dışarda kalsaydın, bir heykele dönüşecektin. Şimdi sen, işiten, gören ve konuşan bir gölgesin. İnsan olmanın üstüne çıktın’ der. Ardından ondan, dışarıyı yani vatanı unutmasını ister. Kesilmiş başlar görüp öfkesini dile getirdiğinde, kendisine: ‘Sana, tamamen zihnini boşaltmanı söylemediler mi?’ diyen bir ses işitir. Sonra konuşan kemikten heykeller görür. ‘Nereden geldiniz?’ diye onlara sorar. Onlar: ‘Bilgimiz yok! Biz sadece kemikten yapılmış heykelleriz. Bu şekilde doğduk ve bu şekilde yaşayacağız’ derler. Bu soru, suretlere ya da kemikten heykellere dönüşmüş olan bu insanların, yaşadıklarına isyan edebilme konusunda hiçbir şey bilmediklerini gösteren sanatsal bir projeksiyon ile yüklüdür. Onlardan ayrılmalarını ve özgür olmalarını istediğinde bundan emin olur. Heykeller bunu reddeder ve ona: ‘Biz hareket edemeyiz ve bunun için çaba göstermek de istemiyoruz’ derler. Bundan sonra elleri kelepçelerle bağlanmış bir adam görür. İçlerinden birinin, ‘Bu kötü kader, bütün memlekete hakim oldu’ dediğini işitir.

Muhafız, ‘Fecrin doğacağını, siyah perdelerin yırtılacağını söylüyorsunuz. Peki bundan sonra ne olacak?’ diye sorar. Muhafız bunu söylerken, onları darağacına götürürler. Asma olayından sonra başlar yüzülür. Yazarın kişiliğinde (kesin) bir dramatik değişim gerçekleşir: “Ben. Ne güzel bir kelime!” Sonra ona: “Lider, yakında seni karşılayacak” diyen bir ses işitir. Lider ile karşılaştığında, “Başınız ne muhteşem, efendim!” der. Ancak lider, biraz ilgisizlik gösterdikten sonra ona: ‘Senin, dışarıda bizim gibi davrandığını söylüyorlar. Ben, çok zeki olan kimseleri sevmem. Dışardaki dünya tamamıyla benim avuçlarımda. Eğer dilersem, bir mendil gibi dışarıdakileri buruşturur ve kan gölüne çeviririm’ der. Ardından, bir kafatasının üzerine çizilmiş dünya haritasını masasından çıkarır.

Yazar, babasının gözlerini geri almak istediğinde, lider, şimşek gibi patlar ve ona: ‘Baba da ne? Sana bu kelimeyi kim öğretti? Onun dilini kesmem ve gözlerini çıkarmam gerekiyor’ der. Ona bir kitap verir ve şöyle der: ‘Bu kitabı al. Sakın onu bırakma; sürekli ona bak ki, karanlıklarda kalmayasın.’ İşte Yılmaz, böylece yeni yüzyılı ‘modern cahiliye çağı’ diye niteleyen fanatiklerin iddiasına işarette bulunurken telkin üslubunu kullanır.

Yazar dışarı çıktığında, lideri izleyenlerden biri ona: ‘Bu kitap, kurtuluş reçetesidir’ der. Bu cümlede, fanatiklerin iddia ettikleri gibi, kitaplarında insanlığın kurtuluşu olduğuna dair ikinci bir işaret vardır. Yazar, gölgelerden oluşan bir topluluk görür. “Onların hepsinin de benim gibi olduğunu gördüm. Bekleyişim arttı” der. Ardından onlara: “Gelin birlik olalım, birleşelim” der. Fakat lider, gururundan korkar ve ona: “Aptallaşma! Aksi halde gözlerini çıkarır, kulaklarını ve dudaklarını keserim. Siyah perdeli evlerde en büyük benim” der. Birleşmek isteyen yazarın, güç sistemi hakkındaki yorumu şöyledir: “Lider beni, gerçeğin bozukluğundan korumaya çalışıyor. Gerçekten de o, en büyük liderdir; ondan başka bir büyük yok!”

Yazar, kendisine, Cumhuriyetinin idaresinde yetki veren liderin kişiliğine bürünür. Yazar: “En samimi olanınız benim. Ben, sizin liderinizim. Ebedî lider beni, siyah perdeler konusunda görevlendirdi” der. Ona tabi olanlar da: “Biz de, dinlemek ve itaat etmek üzere sana biat ettik. Liderimiz çok yaşa!” derler. Onlardan biri (münferit bir ses olarak): “Halk nerede?” diye sorduğunda, yazar şöyle der: “Senin halk diye isimlendirdiğin şey de ne? O, sadece bir karınca sürüsüdür. Bizim hükümetimiz, en yüce hükümettir. Birçok millete hükmedecektir. Dönüşüme karşı çıkanların başlarını koparacağız. Bu, samimi bir kimsenin kalbine doğan ilhamdır” der. Ona tabi olanlar: “Ey yüce lider, biz, dünya haritasını kafatasının üzerine çizmiştik” derler. Yazar, âsilerden birini bulduğunda başını keser. Tabilerine: “Âsileri arayın ve başlarını kesin!” der.

Lider öldüğünde, yazar şöyle  der: “Siyah perdeli evler, ayaklarımın altında! Lider de ayağımın altında!” Sonra kendisini saran dervişlerin arasına katılır: “Veli ile buluşmak için sizinle geleceğim” der. Halkı, ona: “Bugün sabah, ümmetimizin ruhi lideri öldü. Bize herhangi bir işaret vermedi. Beklenen kişi sen olmalısın!”der. Bu, eşsiz lider düşüncesinin devamı için verilmiş bir işarettir.

Bu makale, alhayat.com’da yayınlanmıştır.

 

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum