Osmanlı Arşivi'nin "Osman'ı"

Osmanlı Arşivi'nin "Osman'ı" Tarihçi-Yazar Nazmi EROĞLU yazdı

Osmanlı Arşivi'nin "Osman'ı"
22 Eylül 2018 - 14:25

Osmanlı Arşivi'nin "Osman'ı"

 

Nazmi EROĞLU/Tarihçi-Yazar

 

Günümüzün kavramsal dünyasında "Osmanlı" ve "Arşiv" yan yana kullanılan, birbirinden ayrı düşünülemeyen iki sihirli kelimedir. Sanırım sihir "Osmanlı"dadır. Osmanlı Osman'dan gelir; yani Osman Gazi'den… Belki de gördüğü rüyanın bir tılsımıdır bu…

Ama önce bir "hikâye" anlatmalıyım. Dünyanın değişik bölgelerinde dağınık bir şekilde hayatını idame etmeye çalışan insanların ve ailelerin zaman içinde çoğalmasıyla ihtiyaçlar da arttı. İşler yoğunlaştı ve hayat biraz daha karmaşık hale geldi. Bu, ailelerin dayanışmasına sebep oldu ve bir arada hareket etme ihtiyacı ortaya çıktı. Buradan aşiretler meydana geldi. Sonra oymaklar birleşti ve uluslar belli bir hiyerarşik yapı içinde -teşkilatlanma zorunluluğuyla- devletleri tarih sahnesine çıkardı.

Devlet, ulusların zaman ve tarihin acımasız labirentlerinde hayata tutunabilmeleri için zorunlu olarak oluşturdukları bir hiyerarşik ve sistematik yapı... Ve uluslar, bulundukları coğrafyanın, bazen farklı unsurlar ve kültürlerin rengini alarak tarih denen nevi beşer hatıralarının harmanlandığı imtihan meydanında arz-ı endam etti.

Bu cihetle Türkler, değişik zaman ve zeminlerden günümüze kadar birçok devlet kurup inşa etmiş, birisi inkıraza uğrarken yeni bir teşkilatlanma, ya aynı coğrafyada, ya arzın başka mekânlarında vücut bulmuştur. Adeta her Türk devleti bu fani âleme son sözlerini söyleyip veda ederken evladının doğumuna ebelik etmeyi ihmal etmemiştir. Böyle bir devamlılıkla ulusumuz, kesintiye uğramadan, kaybolmadan tarih içinde kendine bir yer açabilmiştir.

Ancak, evvela ulusumuz ve onun ekseninde yer alan toplumlar, sonra söz konusu toplumların yani milletimizin bölgesel, ülkesel veya stratejik ihtiyacına göre kurulan devletlerin bahtı açılmıştır. Ve bu anlayış ve "kut", tüm ulusun bilincinde, hafızasında, gönlünde yer etmiş; bütün zerrelerine nüfuz etmiştir.

Bu açıdan bakıldığında her Türk'ün hafızasında Orta Asya'dan Orta Doğu ve Balkanlara uzanan -ulusunun inşa ettiği- devletlerin izleri bulunmaktadır. Politik bir söylemin dar ve çoğunlukla ayrıştırıcı kalıplarından başka bir şeydir bu; başka bir şey; yani mahşeri vicdan ve hafızanın derinliklerinde yatan milli kimliği, dilin kelime ve kavramlarını bütünüyle açığa vuran Tanrı'nın koyduğu bir damgadır. Toplum ve birey olmanın, birbirini tanımanın, anlamanın, eşit olarak görebilmenin verdiği bir üstünlük; daha doğrusu üstün bir meziyet. İnsanları eşit görebilmek, insan olmanın ve bir ulusa aidiyet duymanın temel ilkesi...

Hafızalarda yer bulan milli izler tarihin normal akışı içinde kaybolmaz, ama tarihine kültürüne yabancılaşmamak şartıyla… Kendine ve tarihine yabancılaşmanın en önemli göstergesi ise, maziyi şeytanlaştırma veya kutsama, yani, övgü ve yergiler, ifrat ve tefritlerdir. Yani, "Osmanlı-perestlikle" anti-Osmanlıcılık aynı kapıya çıkar. Bu iki anlayış "inkârcılığın" iki ayrı koludur, inkârcılığın, yani hakikati örtmenin…

Türkler'in kurduğu devlet teşkilatlarının altı yüz küsur yıllık bir dönemine "Osmanlı Devleti" diyoruz. Bu dönemde Türkçe'nin adı, devletin kimliğiyle tesmiye olunmuş: Osmanlıca… Ama Türkçe aynı Türkçe, devlet Türkün ruh verdiği devlet: Türkiye… Yani, Devlet-i Aliyye-i Osmaniyye.

Osmanlı Devleti, dünya tarihinin en önemli bölümlerinden birisi, en önemli mirası… Tarihi içinde yer ettiği alan itibarıyla "insan" hikâyesinin önemli bir tamamlayıcı unsuru; bazı noktalarda ta kendisi. Belki bütün bir hikâyenin Osmanlı aynasında yansıması… Zira Orta Asya'dan başlatılan bir muhteşem macera, İranlılar, Romalılar, Araplarla beraber tarihte başka irili ufaklı görünen, ancak -Toynbee'nin fikriyatıyla- her biri önemli ve değerli birikimlerin mirası üzerinden şekillenmiş bir devlet Osmanlı… Ama bu büyük terkibin sahibi Türk'tür; Türk, yani Osmanlı. Ve nihayet, İbn Haldun'un öngörüsü bu devletin üzerinden de doğrulanırcasına Devlet-i Ebed-müddet zamanı geldiğinde tarihe karışmıştır. Tarihe karışmak veya geçmek, kaybolmak değildir; kaybolmak unutulmakla gerçekleşir. Hafızasından silinen her tarihi değer, her kavram milli kimliğin zedelenmesine yol açar.

Osmanlı kültürünün unsurları, maddi ve manevi değerleri artık hükümferma olduğu ülkelerin dışına taşmıştır. Maddi kalıntıların ötesinde manevi mirasın bir şekilde tezahürleri görülmektedir. Osmanlı yemekleri üzerinde artık Arap, Bulgar, Yunan, Arnavut vs. milli yemekleri olduğu iddiasında bulunabilmekte, bazen patent yarışına girebilmektedir. Ama bu yarış, Osmanlı mirasını farkında olmadan başka bir ad altında canlı tutmaktan başka bir işe yaramıyor. "Grek kahvesi" desinler önemli değil… Kahve kültürünün kaybolmasıdır kötü olan, kaybolunca sadece Osmanlı'dan gelen bir kültür mirası değil, aynı zamanda dünya mirası da kaybolur.

Birçok kültür mirası söz konusu edilebilir. Fakat Osmanlı'nın en büyük kültür mirası dendiğinde hiç şüphesiz Osmanlı Arşivi akla gelir. Osmanlı Arşivi, Osmanlı hafızası demek. Hafıza varlık demek; hafıza, var olmanın olmazsa olmaz şartı demek. Hafızasızlık, insan şahsiyetinin, toplum kimliğinin sıfırlanması demek…

Bütün bunların bilinci içinde on yıllardır çalıştığımız Osmanlı Arşivi'nin bir mensubu olmanın onurunu duyduk içimizde. Arşivde bulunmamız, dünyevi makam ve mevkilerin hiçbiriyle ölçülemeyecek derecede bize bir ayrıcalık sağlamış, en azından böyle düşünmemize yol açmıştır. Bu, belki bizim bir kuruntumuz. Ama öyle de olsa böyle inandık, böyle güvendik… Tarihin birincil kaynaklarıyla karşı karşıya gelmenin, yazılı her vesikada anlatılan bir meseleye vakıf olmanın meydana getirdiği istisnai bir ayrıcalık...

Arşivde çalışan arkadaşlarımız tarih ilminin temel taşlarını döşemiş, büyük bir birikim sağlamış, ama bu birikimin erbabı dışında farkında olan yok; farkında olması gereken bazı yetkililerin bunu umursamaması insanı üzüyor. Osmanlı Arşivi'nde çalışan uzmanları hâlâ, herhangi bir kurumun mahzeninden evrak çıkaran memurlarla karıştıranlar bulunmaktadır. Hâlbuki bakıldığında bir nevi işinde adeta profesör, doçent vs. çapında birikimi olan arkadaşlarımız çoğunluktadır. Bunun fark edilememesi acıdır. Bu birikimli arkadaşlarımızın en önemli tesellisi, Osmanlı Arşivi'nde çalışmalarıdır.

"Osmanlı" kavramının gölgesinde daima kendimizi bahtiyar hissettik. Ama bu bahtiyarlık tarihine, kültürüne önem verenlerin çok rahatlıkla istimal edebileceği bir miri malı…

Cumhuriyet Türkiye'sinde bahsi geçen kurumun adı ile yaşaması tarihi süreç içindeki bir devamlılığın manevi işareti. Osmanlı Arşivi, "Osmanlı" ile sonraki asırlara intikal etmeli.

Osmanlı mirasının yaşaması mukadderdir, ama adıyla yaşaması daha güzel, daha doğru. Bu, "Grek kahvesi"nde olduğu gibi basit bir patent adı veya hakkı değil. Osmanlı, bir milletin hafızasında muhafaza edilen en önemli dosyasının adı. Bu adı kaldırmanın bir anlamı yok. İki nesil sonra, "Arşiv" dendiğinde sıradan bir arşiv akla gelir. Bu, değersizleşmeye yol açar. Değersiz bir şey zamanla anlamsızlaşır da. Hâsılı, "Osmanlı'yı" arşivinden koparmanın, ayırmanın bir anlamı ve gereği yoktur.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum