Mustafa Uçurum'un Ihlamur Dergisi Mayıs 2020, 90. sayı değerlendirmesi

Şair-Yazar Mustafa Uçurum'un Ihlamur Dergisi Mayıs sayısı ile ilgili 12 Mayıs 2020 dünyabizim.com sitesinde yazdığı yazı

Mustafa Uçurum'un Ihlamur Dergisi Mayıs 2020, 90. sayı değerlendirmesi
23 Mayıs 2020 - 11:43 - Güncelleme: 23 Mayıs 2020 - 16:15

Sevin Okyay Ihlamur dergisinde

Yaptığı işler isimlerinin önüne geçen kişiler vardır. İsmine aşina olmazsınız ama yolunuz birçok yerde kesişmiştir böyle kişilerle. Her şeyin hızla tüketildiği ve değerlerin bir bir elimizden yittiği bu çağda en önemli adım, kıymet bilmek ve kıymet vermektir.

Ihlamur dergisi 90. sayısında Sevin Okyay ile buluşturuyor okurlarını.

“Ayların en vefalısı Mayıs ayı, getirdiği yağmurlarla yeryüzünü yıkayıp yaza hazırlarken ve dezenfektan kokuları yerini çiçek kokularına bırakırken, sırlanmış nice güzellikler ve karıncalar gün yüzü görmeye hazırlanıyor. Bir karınca misali, övgü beklentisi olmayan, âdeta yaşarken sırlanmış olan bir değerimize, Sevin Okyay’a vefa göstermek de çok yakışacaktır bize. Sevin Okyay’ı hangi meziyetiyle tarif etsek diğeri eksik kalır. Sevin Abla’nın on parmağında on marifet. En bilindiği yönü olan çevirmenliğini anlatıp, Harry Potter desek, polisiye romanlar üzerine yaptığı radyo programlarına haksızlık olur, deneme yazarlığını anlatsak, spor yazarlığı eksik kalır, sinema eleştirmenliği, caz müziğe olan ilgisi, köşe yazarlığı... Hangi birini anlatalım. Artık okurlarımızın aşina olduğu yaşayan ustalarımıza saygı sayılarına Sevin Okyay ile devam ediyoruz.”

Dosyada yer alan yazılardan paylaşımlar yapacağım.

“Bu yazıya Sevin Okyay’a iki kere teşekkür etmekle başlamak gerek. Öncelikle; kendisine, yaptığı çevirileri ve sinema görüşünü bizlerle paylaştığı için teşekkür ederim. İkinci teşekkür ise; Kutlukhan Kutlu gibi kendisinin izinden giden bir oğul yetiştirdiği için. Bunlar benim şahsi teşekkürlerim. İki yazar, çevirmen, eleştirmen (Artık hangi unvanı kendilerine en çok yakıştırıyorlarsa…) onların sayesinde Harry Potter kitapları ile tanıştım. Benim için o zamanlar ikisi de tıpkı Harry Potter dünyası gibi ulaşılamazdı. Yıllar sonra ikisinin de paneline veya söyleşisine katılma şansım oldu ve ellerini sıkarak kendilerine teşekkür ettim.” Mehmet Fatih Balkı

“1942 yılında dünyaya gelen Sevin Okyay, 1964’ten beri çevirmenlik, 1975’ten beri gazetecilik yapmaktadır. Çocuk kitapları da yazan Okyay, Türkiye’nin ilk kadın sinema eleştirmenidir. “Masal Pınarı, Merhaba, Bernarda Alba’nın Evi, Üç Kişilik Gezegen, Eski Günler, Othello gibi önemli tiyatro eserlerini Türkçeye kazandırmıştır. 2014’te Çeviri Derneği Onur Ödülü’ne değer görülen Okyay, Harry Potter dizisi ve Hayali Yerler Sözlüğü gibi önemli eserlerin de çevirisini yapmıştır. Çok sayıda çeviri eseri bulunmakta olup benim size bahsetmek istediğim çevirisi ise Elizabeth Lunday’dan yaptığı “Büyük Sanatçıların Gizli Hayatları” adlı eserdir. Sanat tarihinde önemli yer edinmiş isimlerin birbirinden ilginç anılarından oluşan eser, insana delilik ve dâhilik arasındaki ince çizgiyi bir kez daha hatırlatıyor.” Bünyamin Tan

“Sevin Okyay’ın bir tarafı onu tanımadan önce, Uğur için de hep bir boşluktu. Sonra hocası Seval Şahin’in aracılığıyla tanıştılar Sevin Okyay’la. Osmanlıca öğrenmek istiyormuş. Uzunca içi içini yemişti, kabul edip etmemeyi, becerip beceremeyeceğini düşünmüştü Uğur. İnsan, karşısındaki Sevin Okyay olduğunda en bildiğinden bile şüphe edebiliyor ilk anda. Sonra hocasının da yüreklendirmesiyle tamam demişti. Sevin Okyay o kadar yoğundu ki ancak bir ay sonrasına ayarlayabilmişlerdi ilk görüşmeyi. Eve girdi. İlk gördüğü tüm duvarları kitaplarla kaplı bir daire oldu. Bu anda biraz korktuğunu söyleyebilirim Uğur’un. Sonra Sevin Okyay’ı yahut o andan itibaren kendisi için öyle kalacak olan Sevin Hanımı gördü Uğur. Bir anda düşündü: Benim gibi bir insanmış. Hâlâ dönüp dönüp gülüyor bu düşünceye. Sevin Hanım o kadar cana yakın, o kadar sevecen, gösterişten o kadar uzaktı ki gerçekten çok şaşırmıştı Uğur. Biraz lafladıktan sonra ne yapacaklarını anlayabilmek için neden Osmanlıca öğrenmek istediğini sordu Sevin Hanıma. Osmanlıca polisiyeler var, dedi Sevin Hanım, okuyamıyorum. Uğur o kadar şaşkın bakmış olmalı ki ekledi hemen: Merak ediyorum, hepsini çevirmiyorlar.” Uğur Erden

“NTV Radyo’da yayımlanan programında onlarca polisiye kitaba değinen Sevin Okyay’ın bir de 27 Ekim 2019’da bir Poe klasiği olan Morgue Sokağı Cinayeti üzerine yaptığı programına bir göz atalım. İncelenen kitap Can Yayınları’ndan çıkmıştır ve konuğu oğlu Kutlukhan Kutlu’dur. Edgar Allen Poe’nun herkesin ilgisini çekecek bir edebiyatçı olmasının sebebinin bir taraftan romantik, imgelerle dolu, gotik şiirleri ve korku öyküleri ile bir taraftan da tamamen akılcı, modern dedektif öykülerini başlatan Dupin öyküleriyle mantıklı davranmaya iten, muteber vatandaşın aslında akılcı olan, romantik olmayan, akılcı kişilere yer verip onların hamurunu alıp onlardan bir edebiyat yapan bir yazar/şair olmasında saklı olduğunu söyler oğlu Kutlukhan Kutlu. Sevin Okyay, Kuzgun’un çevirisini yapan oğlunun iyi bir cesaret gösterdiğini söyleyip kendisinin çevirinin formundan korkup yanaşmadığını ekler. Yine Kutlukhan Kutlu Morgue Sokağı Cinayeti’ndeki karakter Dupin’in Sherlock Holmes’un öncüsü olabileceğini söyler. Çünkü ilk önce vaka sunulur, eldeki verilerden yola çıkarak tanıklar sunulur. Eserde nelere dikkat ettikleri vardır, bir muamma, kilitli oda vardır ve kahramanın çok tıkanmış gibi gözüken bir hikâyeyi açtığı görülür. Akıl çağının öne çıkardığı bir dedektif olarak karşımıza çıkar. Kısa bir öykü olmasına karşın bilinen polisiyenin bütün bir formunu içerir ve bu bağlamda bir ilk örnektir. Kutlu ayrıca bu kitabın, kilitli kapı öykülerinin de başlangıcı olduğunu söyler.” Esin Hamamcı

“Kuzum Sevin Okyay, Çiçek Dürbünü neden yeniden basılmaz? Biz zavallı faniler; karşılaştırmalı edebiyattı, metinlerarasıydı, estekti köstekti -zorumuz neyse- dirsek çürütürken; karşılaştırmanın da metinler alışverişinin de edebiyatın da ala vü ranası bu denemelerde değil mi? (Retorik sorudur, celallenme; ama müsaade buyur da bendeniz de okur olarak mingayrihaddin iki kelam edeyim.) “Adaların Issız Tenha Yolları” örneğin, Ahmed Rasim’den alınan bayrağı kendi zamanının gönderine çekmemiş midir? Rasim’den Okyay’a uzanan bakış, Edebiyat Göz’ünden doğmuyor mu yani? Zat-ı şahaneleri medih sevmiyorsunuz diye ya ben öleyim mi söylemeyince?” Orçun Üçer

“Sevin Okyay ismi hayatıma Harry Potter çevirileriyle birlikte girdi. Rahmetli Ayşe Şasa’nın cenazesinde bir kez görme ve tanışma fırsatım da olmuştu. Fatih Camii avlusunda kendisine, çocukluğumun babaannemden kalma yorganının altında gecelerce onun çevirilerinden Harry Potter evrenine yol aldığımı belirtmiştim. Bütün o çeviriler için kendisine teşekkür edebilme fırsatım olmuştu. O günden birkaç yıl sonra, Kazan’da Kolhoznıy Rınok denen kapalı pazar yerinin ardındaki bitpazarında bir kar birikintisinin hafifçe kürenmiş kısmına serilen kitaplar arasından seçtiğim Rusça Felsefe Taşı’nı okurken aklıma gelmişti. Bir gün Rusça çevirmeni ile de tanışabilir miydim? Tanışamadım.” Ahmet Balcı

“Sevin Okyay’ın, günümüzde “herkesleşen” sinema yazarlığı ile ilgili bir kıstas olabilir mi sorusuna verdiği yanıt aslında kendi sinema yazarlığını da özetler nitelikte. Okyay, “Buna karşılık, kıstas ne olmalı, bilemiyorum. Eğitim olabilir tabii de ne eğitimi? Sinema eğitimi görmenin mutlaka faydası vardır. Gene de sinema eğitimi görmüş bir eleştirmen, görmemiş birinden ille de daha iyi yazar diyebilir miyiz? Bence sinemaya aşinalık, başka disiplinlerden de habersiz olmamak, mukayese yapabilecek düzeyde film görmüş olmak, yönetmen tanımak, sinema tarihini bir ölçüde bilmek gerekli. Bir de yazdığın şeyin okununca anlaşılmasında fayda var tabii.” ifadeleriyle özetlemiş kendi açısından beklentilerini.

Sevin Okyay, gazeteci, yazar, çevirmen ve eleştirmen sıfatlarıyla geniş bir yelpazeye yayıyor bilgi kaynaklarını. Tüm dünyada büyük bir hayran kitlesine sahip olan Harry Potter kitap serisinin çevirmeni olması Okyay’ın farklı konulara olan ilgisinin de beyanatı gibi.” Muhammed Tarhan

Uğur Erden’in Sevin Okyay söyleşisinden

“Tevazunun ana kural olduğuna, şart olduğuna inanarak büyüdüm. Aslında ikide-bir “ben” demek bile ayıptı. Ondan olsa gerek, ‘ben’ yerine ‘biz’le konuşur, yazarım. Zaman zaman başıma ne geldiyse aile terbiyesinden geldiğini düşünsem de bugün bize öğretilenin zıddı davranışlarda bulunanları gördükçe bu terbiyeye şükrediyorum. Kendi işini kendi yapmak, sana yapılmasını istemediğin şeyi başkasına yapmamak, yalan söylememek (beyaz yalanlar hariç olabilir), insanları kırmamak, vs. Bütün Beşiktaş halkının “Kambur’un Bahçesi” diye bildiği yere “Basri Bey’in Bahçesi” ya da “Beşiktaş Bahçesi” diyenler bir tek biz miydik diye merak ediyorum. Böyle dediğimiz için çok da memnunum.”

“Annem de babam da spor severdi. İkisi de koyu Beşiktaşlıydı. Ben de öyleyim. Takımımın maçlarına ikisiyle de gittim, ama annemle daha çok. Annemle basketbola, voleybola, güreşe, tenise, konkurhipiklere de gittik. Basketbol ve voleybol oynadım. Okulda tenis, çim hokeyi, ping pong, badminton da oynardık. Lisedeyken hem okulun basketbol ve voleybol takımlarında, hem de İstanbul Üniversitesi Spor Kulübü’nün basketbol ve voleybol takımlarında oynadığım için, hayatımın geri kalan yıllarında yaşama stili olup çıkacak koşuşturmaya o zaman başladım denebilir.”

“Ama asıl ilgilendiğim cazdır. Açık Radyo açıldıktan sonra uzun süre orada caz programı yaptım. Yirmi küsur yıldır da NTV Radyo’da yapıyorum. Çok parlak olmasa da orta karar bir CD koleksiyonum var. Doğru dürüst kayıt tutmadığım, bir CD’yi radyoda ya da başka bir yerde mi, yoksa evde mi dinlediğimi de hatırlamadığım için bazen aynısından üç tane de aldığım oluyor. Brad Mehldau Trio Cemal Reşit Rey’deki bir konsere kendi albümlerini getirdiğinde, birini almak istedim ama emin de olamadım. Yanımdaki Barış’a (Kaya) bende var mıydı diye sordum. Fazla (çift anlamına) kitaplarımla CD’lerimi Barış’a verirdim çünkü. Sakin sakin, “Bak Sevin Okyaycığım,” dedi. “Şu kadarını söyleyeyim ki, bundan bende üç tane var.” Buna karşılık genç radyolara, cazı seven arkadaşlarıma çift olmayanlarından da vermişimdir.

Bunca yıldır caz seven, dinleyen, programını yapan biri olarak elbette sık sık dinliyorum, dergiler alıyorum, caz kitapları okuyorum. Caz konseri ile film gösterimi çakışırsa, cazı tercih ederim. Çünkü ötekini nasıl olsa bir şekilde izlersin. ‘Live’ caz o akşam vardır, ertesi akşam gene konseri olsa bile, o konser değildir. Tutucu değilim, öncüleri genelde severek dinlerim, ama beni en çok 1950’ler cazcılarının hikâyeleri etkiler.”

“Osmanlıca öğrenmemde biraz da (iki ayrı sistemle öğrenip şimdi tamamen unuttuğum steno gibi) bulmacalı şeyleri sevmemin de payı var. Ama öğrenmek istedim, çünkü dili bana yabancı gelmiyordu, yaş icabı şimdi kimsenin bilmediği kelimeleri ilkokulda kullanırdık. Orta 1’de çok iyi bir hocadan, Halis beyden aruz öğrendik. Onu da çok sevdim. Müziğini, şiirin içeriğiyle bütünleşmesini, kalıpları bulmayı… Sahafları dolaşırken bazı konularda sadece Osmanlıca (Eski Türkçe) kitap bulunca kendime kızardım, niye bilmiyorum diye. Kutlukhan da öğrenmek istiyormuş meğer. YKY’nin kursunda hocamız Yücel Demirel ile başladık, ben birkaç yıldır da seninle devam ediyorum. Ders aralarında çalışabilsem daha da çabuk ilerlerdi. Tam anlamıyla yabancı bir dil sayılmaz ama onu da kendi dilleriyle, kendi kurallarıyla öğrenmek, esrarını çözmek istedim. Divan Edebiyatı’nı hep severdim. Zaten şimdi de mensur yerine manzum eserleri okumayı tercih ediyorum. Hocam da memnun gibi görünüyor.”

Modern şiirin kurucusu Ahmet Haşim

Birçok vasfı vardır Ahmet Haşim’in Türk Edebiyatı’nda ama ben onu hep modern şiirimizin kurucusu olarak anmayı yeğliyorum. Bugün yazılan şiirin de temelini Haşim atmıştır diyebiliriz. Mustafa Özsarı  Ihlamur’da Ahmet Haşim’in Şiirinde Belirsizlik Ve Öte Alem temalarına değiniyor. Özsarı da yazısında Haşim’in dikkat çekici noktalarına ışık tutuyor.

“Ahmet Haşim’in avangard (öncü) bir şair kabul edilmesinin geri planında bazı sebepler vardır. Her şeyden önce o, üslûp yaratmayı başarmış bir edibimizdir. Başka bir ifadeyle, Haşim, Türk şiirinde belirgin bir üslûp oluşturmuştur. Biz bu üslûbu hâşimâne üslûp diye adlandırıyoruz. Haşimâne üslûbun en belirgin özellikleri ise kapalılık, belirsizlik, çok anlamlı göstergelerin kullanılması, çok seslilik, phonocentrisme/sesmerkezcilik ve Doğu şiiriyle Batı şiirinde kullanılan mazmunların entegrasyonudur. Bunların yanından hâşimâne üslûbun diğer bir niteliği de sınırsızlık, sınırları aşma, daimî dönüş (eternal return) ve öte duygusun farklı bir şekilde işlenmiş olmasıdır. Bu makalede amacımız Ahmet Haşim’in şiir üslûbunu oluşturan kapalılık, belirsizlik kavramlarına paralel olarak gelişen sınırları aşma ve öte duygusu kavramlarının Haşim’in şiirlerinde nasıl ele alındığını ortaya koymaktadır. Ahmet Haşim’in bazı şiirlerinde yer alan öte âlem fikrine bakıldığında, Haşim’in geleneksel Türk şiirindeki öte alem anlayışının dışında bir anlayışa sahip olduğu rahatlıkla görülür. Bu durumu geleneksel şiir üslubundan bir sapma (contrast) olarak değerlendirmek mümkündür. Haşim’in şiirindeki belirsizlik ve öte alem düşüncesine geçmeden önce, şairin biyografik hayatının ana hatlarına dair kısa bilgi vermekte yarar vardır.”

Her şeyden önce şunu belirtelim ki, Ahmet Haşim, şiirde belirgin bir mana aranmasına ve şiirin açık olmasına veya açık bir şekilde anlaşılmasına kesinlikle karşıdır. Şair, açıklıktan şiirdeki fikrî “muhtevanın, yani muhteva düzeyinin belirgin olmasını anlar. Şair, bu düşüncesini, “Fikir dedikleri bayağı mütalaalar yığını mı, hikâye mi, mazmun mu ve vuzûh (açıklık) bunların âdî idrâke göre anlaşılması mı demektir” cümlesiyle açıklar1. Dikkat edilirse, bu cümle bir soru cümlesidir; fakat sorunun cevabı beklenmez, aslında soru gramatik değil, retorik bir sorudur. Sorunun cevabı da cümlede ifade edilen yargının içindedir. Ahmet Haşim’in buradaki temel düşüncesi şiirde fikirden kastın, mütalaa, hikâye ve mazmunlar olduğudur ve bu unsurları Haşim küçümsemektedir. Fikre yönelik bu küçümseyici tutum makalenin neredeyse tamamına nüfuz etmiştir. Ahmet Haşim, şiirde “kapalılık”ın karşıtı olan “açıklık” özelliğini âdî idrak sahiplerinin anlayacağı bir özellik kabul ederek, bu düşünceyi daha baştan mahkûm etmektedir.”

“Ahmet Haşim, Türk şiirinde sadece şiiriyet yönüyle üzerinde tartışılan bir isimdir. Şair hakkında gerek hayattayken gerekse ölümünden sonra pek çok değerlendirme yapılmıştır. Bütün bu değerlendirmelerde genel olarak onun şiirinde mana aranmış, şairin şiirde ne demek istediği veya neyi anlatmak istediği sorgulanmıştır. Fakat yukarıda özetlendiği gibi, Ahmet Haşim’in şiir üslubunun en önemli özellikleri belirsizlik, kapalılık, çok anlamlılık ve çok sesliliktir. Bu özellikler şiirde mananın ne olduğu, şairin neyi anlatmak istediği sorularını sorarak açıklığa kavuşturulabilecek özellikler değildir. Ahmet Haşim’in şiir üslubunu anlamak için nasıl sorusunu sormak ve bu sorunun cevabını aramak gerekir.”

Fahri Tuna’dan Sündüs Arslan Akça portresi

Fahri Tuna’nın eşsiz anlatımlarıyla portre yazıları devam ediyor. Sıradan yazılar değil bunlar. Anlatılan kişinin gönlüne dokunan, okuyucuları da bu samimiyete davet eden bir içtenlik var Fahri Tuna portrelerinde. Ihlamur’da şair Sündüs Arslan Akça’yı yazmış Tuna. Yazısında Ahmet Berkay Uçurum’u unutmaması da ayrı bir incelik. Ahmet Berkay adına teşekkür ediyorum.

“Şiir kız.
Türkü kız.
Önce şiir sonra türkü kız. Yok yahu, önce türkü sonra şiir kız. Nihayet; türkü - şiir kız.
Keban’ın kızı. Kebanlı kız. En çok Fırat’ın kızı.
Fırat gibi hüzünlü, Fırat gibi coşkulu, Fırat gibi Türk. Türk ve Müslüman kız.”

“Bakmayın ortalıkta bol göründüğüne, şen şakrak pozlar, her gittiği şehirden ahbap fotoğrafı paylaştığına, hemen her gün birilerini misafiri ettiğine; el-hak bunlar da doğrudur, ve dahi gerçektir, itirazımız yoktur; ama onun yakası dokuz boğumlu yalnızlığın ellerindedir bir ömür. Şiirleri dokuz boğumdan üçünün yansımasıdır daha, altı boğum alacağı var okurlarının ondan .”

“Tokat’ta yaşıyor uzunca süredir. Tokatlılaştırılanlardan şairimiz. Memnun da görünüyor bundan. Onun Fırat’n kızı, Yeşilırmak’ın geliniyim sözünden anladığımız da bu. E, ne de olsa biz Türklerin, Anadolu’daki ilk Dar’ül-hadis’i inşa ettiğimiz şehir, on altı yaşındaki nişanlılarını Çanakkale’ye bir daha dönmemek üzere uğurlarken gözleri yaşlı kalpleri hüzünlü kızların diyarı Tokat; Sündüs Arslan Akça anlamayacakta kim anlayacak, sevecek, övecek Tokat’ı.

Bir de bizim Berkay’ın has öğretmenidir Sündüs Hoca. Hangi Berkay’ın mı? Cimbomlu Berkay Uçurum’un yahu. Sıkı, çalışkan, becerikli sınıf öğretmenidir Sündüs Arslan Akça.”

Taht ve baht

Naci Yengin tarihten bir kesit ile Ihlamur’da. II. Murat’ın Tahtı Oğlu Şehzade Mehmet’e Bırakması hadisesini tüm ayrıntısıyla anlatıyor Yeğin. Bilinen tarihin dışında önemli notlar da yer alıyor yazıda.

“II. Murat’ın 1443’te Saruhan Sancağına gönderdiği Şehzade Mehmet (II)’in maiyeti bir hayli kalabalıktır. Bu uygulama sancağa çıkarılan her şehzade için geçerlidir. Öncelikle annesi Hüma Hatun, süt annesi Daye Hatun, lalası Kasabzade Mahmut ve Nişancı İbrahim Bey, II. Mehmet’le Saruhan Sancağına gelmiş olmalıdır.

Şehzade Mehmet (II)’in Saruhan Sancağına gönderilmesinden kısa bir süre sonra Amasya Sancak Beyi Şehzade Alaeddin’in vefatı (1443) bütün dengeleri değiştirmiş görünmektedir. II.Murat’ın hükümdar namzedi olarak gördüğü Şehzade Alaeddin’in ölüm haberi II. Murat’a ulaştığında II. Murat yıkılmış ve günlerce matem tutmuştur. Bu elim olaydan sonra dengeler değişmiş ve hükümdar namzedi olarak tek kalan Şehzade Mehmet (II)’in eğitim, devlet tecrübesi kazanması için daha fazla gayret gösterilmiştir.”

“II. Murat’ın tahtı oğluna bırakmasının ardında yatan nedenler üzerine epey yazı yazılmış ve değerlendirmeler yapılmıştır. Osmanlı tahtını bırakmak her babayiğidin harcı değildir. Dünyayı ayaklarının altına seren tahtı terk etmek için insan hayatını derinden etkileyen bir olayın gerçekleşmiş olması ya da mecburiyetin hasıl olması gerekmektedir. Böylesine radikal bir kararın alınması yalnız hükümdarı değil devlet içinde kuruluştan itibaren devem ede gelen tüm dengelerin değişmesi anlamına gelmektedir. Bazı çevreler II. Murat’ın bu kararını desteklerken özellikle Türk devlet geleneği içinde yoğrularak Osmanlı’yı ayakta tutan köklü ailelere temsilen Çandarlı ailesi ve çevresi bu karara karşı çıkmış ve Şehzade Mehmet (II)’in hükümdar olmaması için direnmişlerdir. Ancak II. Murat kararından dönmemiş ve Saruhan sancak merkezi Manisa’ya çekilmeyi uygun görmüştür.”

“II. Murat Fetret döneminden sonra tahta çıkan babası Çelebi Mehmet (I.) döneminde yaşanan olaylara tanık olmuş, 1421’de tahta çıkmasıyla birlikte önce Düzmece Mustafa isyanlarıyla uğraşmış ve batının tazyiklerine göğüs germiş bir hükümdardır. Şehzade Alaeddin’in ölümü ve Macarlarla imzalanan Edirne-Segedin anlaşmasında sağlanana on yıllık barış ortamının getirmiş olduğu rahatlıkla 12 yaşındaki oğlu Şehzade Mehmet (II)’i tahta çıkararak tecrübe kazanmasını amaçlamış olmalıdır.”

Kaynak: https://www.dunyabizim.com/mayis-2020-dergilerine-genel-bir-bakis-1-makale,1775.html?fbclid=IwAR3-0JMXmlv_B03qsiQyBIZ5OGMKM0vJcrFXD2o9KE56EQWPBx91-U43XN8

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum