MEHMET BURAK ÇERİ - UZUN YOL

Bilmiyorsun. Hangi taşıta binsem; uçak, gemi, otobüs, tren... Hangi yoldan gitsem; denizden, havadan, asfalt, toprak... Hangi kasaba, hangi köy beni senden kaçırabilir ki.

MEHMET BURAK ÇERİ - UZUN YOL
29 Nisan 2018 - 11:28 - Güncelleme: 30 Nisan 2018 - 01:06

  UZUN YOL

 

 

  Tekerlekler raylarda ‘’Tıkırt tıkırt’’ yolculuğun notalarını basıyor. Pencerede manzara aheste aheste değişiyor. Bakıyorum ama göremiyorum. Zihnim kendi içine dönmüş, doyasıya düşünüyor.

   Yüreğimde tortop bir acı var. Nereye gitsem elzem bir malzeme gibi yanımda taşıyorum. Yok, yok, aslında o benimle geliyor. Bu bir kızın nefesi mi dersin, işveli bir bakışı mı, gaddar bir reddediş mi? Değil, vallahi değil. Söyletmediği sözler yüreğime birikti. Katı bir külçe gibi oturup kaldı oraya. Güneş gibi binlerce yıl yansa da eksileceğe benzemiyor.

  Şuurumu maskeliyorum. Boğazımdan gelen kelimeleri dişlerimle ısırıyor, eziyorum. Dilim, adeta dışarıya zehrini atmasını istemediğim bir yılan. Mümkün mertebe susuyor, konuşmanın akıntısına kapılmayıp geçmişime laf etmiyorum. Ellerimi kavuşturmuş, "Feride'den ne farkım varın" muhasebesini yapıyor, Uzun İhsan beni seninle hayal etsin istiyordum ki; gözlerimin önünde yüzünden 15- 16 yaşlarında olduğu anlaşılan bir genç kız - elinde bir parça börekle - belirdi.          

  Yaşına rağmen tahta gibi vücudu ile yaşının görüntüsünden uzaktı. Zorla gülümseyişi çehresinde ilginç bir şekil yaratıyordu. Saat gecenin kim bilir kaçıydı. Trende herkes geceye uymuş, kapanan gözlerini kırmamıştı. Bir an düşüncelerden sıyrılıp kızı dinleme gereği duydum. "Börek ister misiniz? Kokmuştur?" diyerek elindeki plastik kabı uzattı. Elimi göğsüme götürüp teşekkür ettim. Almam için ısrar etti. Neden bu ısrara maruz kaldığımı anlamaya çabalıyordum ki önden ufak tefek bir iki kıkırdama geldi.  Bir de ne göreyim. Bu kızın iki arkadaşı birbirleriyle beni süzüp kıkırdıyorlar. "Sizi şirret şeytanlar." diye içimden geçirdim. Kim bilir hakkımda hangi malumatları konuşuyorlar, hangi şamataları bana yakıştırıyorlardı. Bu hadise iyice canımı sıkmıştı. Börek ikram eden kıza teşekkür edip midemin rahatsız olduğu bahanesiyle başımdan def ettim.

   Biraz sonra aklıma geldi. Önceki istasyonda uzun durmuştuk. Fırsat bu fırsat aşağı inip bir sigara yakmıştım. Geri trene bindiğimde valizlerini yukarıdaki bölmelere koymalarında yardım etmiştim. Lakin valiz sahiplerini- ne yalan söyleyeyim- hiç süzmedim. Bir valize yardım etmemden bana medyun olduklarını mı hissettiler diye içimden geçiriyordum. Lakin bir hastalık gibi içimde taşıdığım sen yine diğer düşünceleri aklımdan itip atıyor.

   Biraz sonra bu hadiseyi çoktan unutmuş yine seni düşünüyordum. Söylemek, anlatmak ne büyük nimetmiş. Konuşamadıkça yazan ben, bu yaşadıklarımı yazacak cesarete bir türlü haiz olamadım. Zihnimde bir delik açıp, aklımın bariyerlerine çarpıp duran ve çarptıkça daha da hızlanan hayaletini çekip atmak istiyorum. Lakin suyun içindeki bir demir gibi erimene imkân yok sanıyorum. Bir kitap açıyorum. Çok geçmeden demin kıkırdayan kızlardan başka birisi geliyor. Elinde bir bardak çayla. Çaya hayır demem, ama onlardan gelince bir bahane uydurup reddetmek istiyorum. Ancak bu kez kızın bahanesi benim bahaneme galebe çalıyor. ‘’Dört tane koymuştuk. Geri de dökülmez şimdi’’ diyor. Mecbur kabul ediyorum. Diğer avucunda küp şekerler var. "Teşekkürler kullanmıyorum" diyorum. Kız, "Deminki ikramımız hala geçerli." diyor. İnce kaşını ufak bir işveyle indirip kaldırıyor. Teşekkür edip demin ki bahanemi tekrarlıyorum.      

  Neden sonra cebimdeki bir kutu mesir aklıma geliyor. ‘’Buyurun, benim de size ikramım olsun.’’ diyorum. Kız ‘’Olur mu efendim, biz bunu karşılık için yapmadık.’’ diyor. Bende çayı geri vermekle tehdit ediyorum.

  O vakit gül tazeliğinde bir tebessüm etti. Verdiğim mesir kutusunu aldı. Bir süre bana anlam veremediğim bir ışıltıyla baktı. Muhabbeti uzatmak ister gibi dizlerimin üzerine koyduğum kitabı gözetledi.’’ Şiir kitabı mı o?’’ diye sordu. Roman olduğunu söyledim. ‘’Şiir sever misiniz?’’ dedi. Başımla onayladım. Sonra ‘’Ya siz?’’ dedim. ‘’Şiir sevilmez mi?’’ dedi. Bana bir iki şair ismi söyledi. Ancak kulaktan dolma bir iki şair olduğu belliydi. Keza birisi Tanzimat devrindeydi. Anlamak zordu. Ötekisi ise günümüzden. Ya gerçekten okuyor ya da benle muhabbeti uzatma derdinde. Benim sorumu bana yöneltti. Saydığım isimlerin bazılarını ya sadece duymuş ya da hiç duymamıştı. Buruk bir gülüş attı. Trenin sarsılmasıyla tutunacak yer arayıp bana biraz daha yaklaştı. Ancak aklımdaki hayal beni bu ilgili kızdan uzak tutuyordu. Diğer konuşma çabalarına donuk, isteksiz cevaplar verdim. Demin kıkırdayan kız şimdi biraz kızarmış, biraz bozulmuştu. Yerine oturdu. Bense romanıma devam etmenin sükunetiyle senin hayalini aklımdan arındıramaya korkar vaziyette yerimde kaldım.

  Bilmiyorsun. Hangi taşıta binsem; uçak, gemi, otobüs, tren... Hangi yoldan gitsem; denizden, havadan, asfalt, toprak... Hangi kasaba, hangi köy beni senden kaçırabilir ki. Dünyayı baştan sona dönsem en nihayetinde başladığım yere gelecektim. Sınırlarım yettiğince kaçmaya çalışsam da olmuyor. Ne hikmetse bu manevi zahmet bedenimi de yorgun düşürüyor. Trenin gittiği yüzlerce kilometre yolu sanki koşmuş gibi yorgunum.

  Yeşiller soldukça Ege’den çıktığımızı idrak ediyorum. Tabelaları hep es geçmişim. Neredeyiz bilmiyorum. Roman ile yollar birbirine karışmış vaziyette gidiyorum. Kim bilir daha ne kadar gideriz, nereye kadar daha gideriz bilmiyorum. Bildiğim tek durum yalnızca gittiğim…

Mehmet Burak Çeri

tarihistan.org

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum