İbn Haldun Üzerinden Büyük Selçuklu Devleti'nin Yıkılış Sürecine Bakmak - Yazan: Dr. Ahmet VURGUN

İbn Haldun Üzerinden Büyük Selçuklu Devleti'nin Yıkılış Sürecine Bakmak - Yazan: Dr. Ahmet VURGUN
04 Ekim 2019 - 18:27

İbn Haldun Üzerinden Büyük Selçuklu Devleti’nin Yıkılış Sürecine Bakmak

    Büyük Selçuklu Devleti, Türk tarihinin ve Türk-İslam medeniyetinin hem siyasi, hem kültür-medeniyet, hem de sonraki Türk-İslam devletlerine ve coğrafyasına etkileri bakımından en önemli devrelerinden birini teşkil etmektedir. Tarihimizdeki diğer konularda olduğu gibi Büyük Selçuklu Devleti de genelde siyasi tarih mülahazaları içinde ele alınmakta ve bu şekilde anlatılmaktadır. Bu durum tarihin eksik okunması ve tahrifine yol açmaktadır. İşte tarihi ve tarihçiliğimizi bu durumdan kurtarmak için olayları analiz etmemiz gerekmektedir. Kaynağın güvenirliği, metodu hatta neşredenin bile şahsi ihtiraslarının konu ile iç içe sokulması vaki olan bir şeydir. Ancak bu kasıtlı olmayabilir. Zira bazen insan kendini güncelin baskısından kurtaramaz. Ya da zamana yaranma şöhret ve merakıyla “falanca yöntemle çalışıyoruz biz modern ve en ileriye bakıyoruz” demek naifliği de bunda etkili olabilmektedir. Her ne olursa olsun tarihimize dair veriler, tarihimize dair bir analiz aletiyle ele alınmalı ve incelenmelidir. Acaba geçmişi bugünün aklıyla yargılamak, anakronizm denirken bugünün yöntem ve aklıyla geçmişe bakmak nasıl bir bilimselliktir? Sorgulanmaya muhtaç bir durum böylece karşımıza çıkmaktadır.[1] Ele alacağımız bu çalışmada amacımız, Ortaçağ Türk İslam dünyasının bir nevi süper gücü olan Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılış sürecini İbn Haldun üzerinden incelemektir. Esasen devlet mefhumunu anlamanın yolu onu geniş bir çerçeveden süzmekle başlamaktadır. İşte bu noktada İbn Haldun, bize çok önemli bilgiler sunmakta, adeta yol göstermektedir.

                 Ebu Zeyd Veliyüd-din Abdurrahman b. Muhammed İbn Haldun (1332-1406), İslam dünyasının en büyük tarih filozofu, İslam dünyasında bilimin kurumaya yüz tuttuğu bir çağda çöl ortasında fışkıran gür bir fikir pınarı, Cemil Meriç’in ifadesiyle “Şark’ın Semasında Kayan Bir Yıldız”; modern sosyolojinin ilk temellendiricisi, sosyoloji ve tarihte coğrafyacı ve ekonomist okulun ilk müjdecilerinden; fikirleri Doğu’da ve Batı’da, ama belki Doğu’dan ziyade Batı’da büyük tesirler icra etmiş, İslam dünyasının küresel çapta tesir yaratan son büyük düşünürü, kuzey Afrikalı âlim, filozof ve mutasavvıfıdır.[2]

               İbn Haldun, yazdığı “Mukaddime” adlı eseriyle adeta dünden bugünü okumaktadır. Onun eserinde konuları ele alışı ve işleyişi ve bir nevi görüşlerini ilmek ilmek dokuması, tarih araştırmacılarına müthiş bir hazine sunmaktadır. Salt siyasi tarih perspektifinden ele aldığımızda devletlerin kuruluş ve yıkılışlarını anlatmak çok kolaydır ve genelde vakalardan buz dağının üstünde kalanlar görünür; ama nedense buzdağının görünmeyen kısmına pek dikkat edilmez. İşte bu noktada karşımıza İbn Haldun ve Mukaddime çıkmaktadır. Mukaddime’de görüşlerini açıklayıp ardından örneklerle somutlaştıran İbn Haldun, o görünmeyen kısmı işaret eder ve güzergâhı belirler. Artık bu noktadan sonra iş tarihçiye düşmektedir.

                 Büyük Selçuklu Devleti (1040-1157), Türk tarihinin bir dönüm noktasını oluşturmaktadır. Oğuzların yani Türkmenlerin kurduğu ilk büyük siyasi teşekkül olan Selçuklular, aynı zamanda hem İslam dünyasının lideri konumunda olmuş, hem de kendilerinden sonraki Türk devletleri olan, Türkiye Selçukluları, Harzemşahlar, Memlükler ve Osmanlıları, siyasi, idari, askeri, adli, iktisadi vs pek çok konuda etkilemiş, kurdukları organizasyon ve oluşturdukları müesseseler, bu devletlerle birlikte süregelmiş ve bu devletlerin çekirdeğini oluşturmuştur. Peki, Büyük Selçuklu Devleti nasıl yıkılış sürecine girmiştir, devletin kurucusu olan Türkmenler nasıl devletle karşı karşıya gelmiştir, devletin parçalanma süreci hangi meyanda gerçekleşmiştir? İbn Haldun’un görüşleri bu konudaki sorularımızı açıklığa kavuşturmakta ve ufkumuzu açmaktadır.

                 İbn Haldun, “Mukaddime” adlı eserinde özellikle “asabiyet” kavramı üzerinde durmuştur. Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda da asabiyetin etkisi oldukça mühimdir ve asabiyeti bilmek de elzemdir. İbn Haldun’a göre mülk ve hanedanlık, ancak asabiyesi güçlü olan kavimler tarafından tesis edilir. Devletin ömrü, sahası, onu kuran kavmin sayısının azlığına-çokluğuna, asabiyetinin kuvvet derecesine ve kurucu hanedanın niteliklerine bağlıdır. Cahiliye dönemi Araplarında, aralarında baba tarafından kan bağı bulunan akrabaların oluşturduğu topluluğa “asabe” bu topluluğun bütün fertlerini birbirine bağlayan ve herhangi bir dış tehlikeye karşı savunma refleksini harekete geçiren birlik ve dayanışma ruhuna da “ Asabiye(t)” denirdi. Asabiyet, “kan ve soy bağı”na bağlıdır ve kaynağını oradan alır. Bu sebeple organik (genetik) yakınlık arttıkça asabiyet artar, yakınlık azaldıkça da asabiyet azalır. Genel olarak asabiyet, bir devletin kurulmasını, ayakta kalmasını sağlayan muharrik bir güç olduğu kadar, bir muhafız güç; devleti ve toplumu bir arada tutan bağlılık, aidiyet, sadakat, dayanışma duygusu ve gücüdür.[3] Büyük Selçuklu Devletini anlamanın yolu da esasen asabiyet kavramını bilmekten geçmektedir. Selçuklular, İbn Haldun’un bahsettiği gibi asabiyetle kurulmuş ve teşkilatlanarak bir devlet haline gelmiştir. İbn Haldun’un verdiği bilgilerden ve görüşlerinden hareketle Büyük Selçuklu Devletini inceleyerek bir okuma gerçekleştirmeye çalışacağız.

        Hanedanlıkta Görülen Aksaklıkların Keyfiyeti

                İbn Haldun’a göre hanedanlık asabiyet sayesinde kurulur ve oturur. Etrafında kendisine tâbi müteaddit asabiyetlerbulunan ve bunları bünyesinde toplayan umumi ve büyük bir asabiyetin mevcudiyeti şarttır. Bu asabiyet, kabilelerden ve aşiretlerden hususi bir hanedanlık kuran şahsın mensup olduğu asabiyettir. Mülk sahibi olununca ve izzet ve galebe artınca, hanedan kendi asabiyesini de unutmuş olur ve onları dize getirmeye çalışır. Böylece hanedanın başındaki şahsın asabiyeti de zayıflar ve hanedanlığı rapteden kulplar çözülür. Bundan dolayı hükümdar, nimetin kulu ve ihsanın kölesi olan kimselerden teşekkül eden bir çevreyi bunların yerine koyar. Ancak bu asabiyet, sağlam bağlarla birbirine bağlanmış olan diğer asabiyete benzemez.[4]

                İbn Haldun’un bu görüşü Selçuklu tarihindeki olaylarla örtüşmektedir. Nitekim Selçukluların atası olan Selçuk Subaşı, Oğuzların Kınık boyundandır. Oğuz Yabgusunun yanından ayrılarak Cend şehrine geldiğinde maiyetinde Kınık Boyu’nun yanı sıra kendisine muhabbet duyan ve Oğuz Yabgusu’nun idaresinden memnun olmayan diğer Oğuz boylarına mensup kişilerce de desteklenmiştir.[5] Konar-göçer Türkmenler tarafından kurulan Selçuklu Devleti, İran’a hâkim olduktan sonra devlet yönetiminde görev alan yerli idarecilerin de etkisiyle konar-göçer gelenekleri terk ederek yerleşik İran medeniyetinin tesirine girmiştir.[6] Görüldüğü gibi Kınık boyu ve diğer Oğuzların iştirakiyle kurulan Selçuklu Devleti zamanla kendi asabiyesinden uzaklaşmaya başlamıştır.

        Hükümdarın Azatlılara ve Devşirmelere Dayanarak Kavmine ve Asabiyet Sahiplerine Karşı Üstünlük Kurması

                Devletin başında bulunan zatın hâkimiyeti sadece kavmi ile gerçekleşir. Zira durumu hakkında kendisine arka çıkanlar ve asabiyesi teşkil eden onlardır. Hükümdar, onlara dayanarak devletine baş kaldıranların mukavemetlerini kırar. Memleketindeki valileri, devletindeki vezirleri, mal ve vergi toplayan tahsildarları onlar arasında seçer; çünkü galibiyet ve zafer hususunda kendisine yardımcı, hâkimiyeti konusunda ortaklar ve diğer önemli devlet işlerinde paydaşları (hissedarları) onlardır. Devletin birinci tavrı mevcut olduğu sürece durum budur.[7]

                Sonra devletin ikinci tavrı gelir.[8] Bu tavırda hükümdar, kavmini kendi eli ile uzaklaştırmış olur. Onları ortaklıktan vazgeçirmek için onların neslinden ve nesebinden olmayan diğer birtakım kişilere ihtiyaç duyar. Bunlara dayanarak onlara üstünlük kurmaya çalışır. Kavminden birçoğuna vermiş olduğu şeylerin mislini bunlara verir. Önemi büyük olan vezirlik, komutanlık ve vergi toplama gibi devlete ait makam ve mevkilere bunları tayin eder. İbn Haldun’a göre bu durum, devletteki müzmin bir hastalığa dalalet etmektedir. Zira asabiyet artık bozulmuştur. Bu aşağılanma durumu devlet ehlinin gönüllerinin kırılmasına sebep olmuştur. İbn Haldun ayrıca oluşan bu durumun zararının da devlete ait olacağına dikkat çekmektedir.[9]

                  Büyük Selçuklu Devleti’nin kuruluşunda hür konar-göçer Türkmenler ve Oğuzlar en büyük etken olmasına rağmen devletin kurumsallaşmasını müteakiben durumun değiştiği ortaya çıkmaktadır. Devlet, git gide yabancı soydan yerleşik halka dayanan bir devlet haline gelmiştir. Bunun tabii sonucu olarak devlet hayatında sivil idare İranlıların eline geçmeye başlamıştır. Bu durum devletin kuruluşunda canla başla çalışan Türkmenleri gücendirmiştir.[10] Devleti kuran Türkmenlerin sivil idarede yer alamaması, onların yönetime karşı tavır almalarına yol açmıştır. Ebu’l Gazi, bu değişimi “aldatılmışlık” olarak yorumlamış ve “Selçukiler kardeş olup kardeşiz deyip İl’e ve Halka faydaları dokunmadı” diye yakınmıştır. Öte yandan Selçuklu hanedanın Maveraünnehir ve İran’daki şecereleri arasında da farklılıklar meydana çıkmaya başlamıştır. Onlar, başlangıçta kendilerini Kınık boyunun mütevazı mensupları ve Dukak oğlu Selçuk’un torunları olarak gösterirlerken İran’da ünlü destan kahramanı Afrasiyab’a kadar uzanan bir şecereyi de benimsemişlerdir.[11] Vezir Nizamülmülk’ün Türkmenlerin devlete bağlılığını sağlamak, güvensizliklerini ortadan kaldırmak için 1000 Türkmen oğlanı “Gulam” alarak maaş bağlanması görüşü zor bir tasavvur olarak görülmüştür; çünkü Nizamülkmülk’ün devlet anlayışında devlete hizmet etmek, gönül bağlamak, düzene sadık kalmak yani devletin hizmetkârı olmak esas idi. Oysa Ebu’l Gazi’nin sözlerinden anlaşıldığına göre Türkmenler devletinin kendilerinin hizmetinde olmalarını istiyorlardı. Bu da devletin yönetim kadrolarını kendi ellerine almakla mümkün olabilirdi.[12] Türkmenler ile Selçuklu yönetimi arasında ilişkilerin gerilmesi bununla da kalmamıştır. Türkmenlerden sonra devletin ordusunu teşkil eden Gulamlar da devletin gidişatından hoşnutsuzluk duymaya başlamışlardır. M. Altay Köymen’e göre bunun nedeni, Nizamülmülk başta olmak üzere İranlıların devlet idaresinde Türklerin aleyhine olarak gittikçe daha fazla nüfuz kazanmalarıydı. Ayrıca orduyu meydana getiren Türkler, devletin Türklüğe ve Türk kültürüne değil, İranlılığa ve İran kültürüne hizmet ettiğini de görüyorlardı.[13] Durum böyle olunca da Türkmenler, devlete olan kırgınlıklarını gizlememişlerdir. Taht mücadelelerinde açıkça hükümdarın muhaliflerinin yanında yer almışlar ve onları desteklemişlerdir.[14] Nitekim buna örnek olarak, Kavurd’un Sultan Alparslan’a karşı çıktığında, Türkmenlerin Kavurd’un yanında yer almaları gösterilebilir.

                 Görüldüğü üzere Büyük Selçuklu Devleti’ni kuran unsur daha sonra devletle karşı karşıya gelmiştir. Bu bağlamda Büyük Selçuklu Devleti’nin inkıtaya uğramasının başlıca amillerinden birisinin Türkmenlerin devlete karşı aldıkları tavır oldukları ortaya çıkmaktadır. İbn Haldun’un verdiği bilgiler ışığında dönemi okuduğumuzda durum apaçık ortaya çıkar. Asabiyetle kurulan devlet daha sonra asabiyetinden kurtulmaya çalışmış ve bir nevi değişim ve dönüşüm geçirmiştir. Ancak bu değişim ve dönüşüm Türkmenlerle devleti karşı karşıya getirmiştir. Sultan Sancar döneminde bu durum daha net bir şekilde ortaya çıkmış ve Oğuz isyanı, devlete çok büyük bir darbe vurmuştur.

                 Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılış sürecini anlamak için Türkmenlerin pozisyonu ve devletle ilişkilerini öncelikle bilmek gerekmektedir. İbn Haldun, Mukaddime adlı eserinde devletlerin durumlarından ve geçirdiği aşamalardan ayrıntılı bir şekilde bahsetmekte ve böylece 14. yy.’dan günümüzü doğru bir şekilde anlamamıza yardımcı olmaktadır. Büyük Selçuklu Devleti’nin yıkılış sürecini de İbn Haldun’un görüşlerini vererek ele almaya çalışacağız.

        Hanedanlığın Sınırlarının Önce Son Haddine Kadar Genişlemesi, Sonra Devletin Yok Olma ve Çökme Vaktine Kadar Daralması

                 İbn Haldun’a göre, hanedanlığın izzeti ve galibiyeti artıp vergilerin oluk oluk akmasıyla nimet ve erzak bollaşır, refah ve hadarilik denizi coşar. Bu takdirde askerlerin huyları yumuşar, hanedanlığın maiyetindeki zevatın karakterleri nazikleşir ve incelir. Bu durum onların ruhlarını korkak ve tembel bir şekle sokar. Bedevilikten ve ondaki sertlikten ayrılmaları, riyasete ve makama uzanarak ve onun için çekişerek izzet sahibi olma anlayışına kapılmaları bu duruma sebep olur. Bu yüzden birbirine girer ve yekdiğerini katlederler. Hanedanlıktaki israf da bununla atbaşı gider. Çünkü hanedanlık mensuplarını izzetin haşmeti sarmıştır.[15]

               İbn Haldun’un da belirttiği gibi bedevilikten hadariliğe geçişle birlikte devlette birtakım değişmeler meydana gelmiştir ki özellikle hanedanda ve idarecilerde bu durum bariz şekilde kendini göstermektedir. Genelde Büyük Selçuklu Devleti’nin parçalanmasının nedeni olarak 1092’de Nizamülmülk’ün ve ona eş zamanlı olarak Sultan Melikşah’ın ölümü gösterilmektedir. Ancak döneme geniş bir çerçeveden baktığımızda ve İbn Haldun’un görüşlerini de ortaya koyduğumuzda bu durumun biraz farklı olduğu ortaya çıkmış olacaktır. Esasen devletteki çözülme emareleri, daha söz konusu şahıslar hayattayken kendini göstermeye başlamıştır. Sultan Melikşah’ın son yıllarında çıkan isyanlara baktığımızda bunu görmekteyiz. 1081-1085 yılları arasında Horasan’ı ele geçirmek isteyen Tekiş’in isyanı bin bir güçlükle bastırılmıştır.[16]

               Devletteki izzet’in haşmetine ise Nizamülmülk’ün gücünü örnek olarak verebiliriz. Nizamülmülk’ün emrinde sayıları on binleri bulan orduların bulunması servetine olduğu kadar parlak hayatına dair de ayrı bir misal teşkil etmektedir.[17]

                Türk tarihinde ihtirasıyla meşhur olan Terken Hatun da hanedandaki izzet’in haşmetiyle ilgili ayrı bir misal teşkil etmektedir. Melikşah’ın ölümünün ardından 5 yaşındaki oğlu Mahmut’u tahta çıkarmak ve torunu Cafer’i de halifenin veliahdı yapmak için devletin tüm imkânlarını seferber eden Terken Hatun, pek çok devlet adamı ve komutanı yanına çekmeye çalışmış, kendi şahsına bağlı 12 bin kişilik bir ordunun yanı sıra 20 milyon altın dinar gibi muazzam bir parayı dağıtarak ordu mensuplarını da kendi tarafına çekmiştir.[18]

        Hanedanlığa Çöken İhtiyarlık Bir Daha Kalkmaz

                 İbn Haldun’a göre ihtiyarlık, tabii olarak hanedanlığa arız olur. Hanedanlığın ihtiyarlaması tabii olunca tıpkı canlıların bünyesinde görüldüğü gibi devlette de bu durum ortaya çıkar. İhtiyarlık, tedavisi veya ortadan kalkması mümkün olmayan müzmin hastalıklardandır. Çünkü tabii bir şeydir ve tabii olan şeyler de değişmezlerrefah ve rahatlık sebebiyle mutlaka her hanedanlığa bir takım ihtiyarlık alametleri ve hastalıkları arız olur. Galibiyet gölgesi geri çekilir. Bu yüzden hanedanlık kökenli olan şahıslar veya hanedanlığın adamlarından olup da galebe yoluyla hâkimiyeti ellerine geçiren kimseler devleti bölüşürler. Bu suretle ülkede müteaddit hanedanlıklar meydana gelir.[19] Bazı hallerde asabiyet ortadan kalkmış olduğu için ruhlarda onun işgal ettiği mevki, ihtişam ve tantana tutmuş olabilir. Asabiyetin zaafa uğraması ile birlikte söz konusu ihtişam ve tantana da izale edilince tebaa, hanedanlığa kafa tutmak cesaretini kendinde bulur.[20]

                11. yy sonlarında Selçuklu Devleti’nde ihtiyarlık alametleri kendisini iyice göstermeye başlamıştır. Büyük Selçuklu Devleti; Orta Asya, Ortadoğu ve Küçük Asya’da birtakım hanedanlık ve devletler şeklinde parçalanmaya başlamıştır. Türkiye Selçukluları kesin olarak ayrılmış, Selçukluların Suriye kolu ve Kirmandaki Kavurt hanedanlığı kendi hâkimiyetini pekiştirmiş, Harzem’de Anuş Teginliler hanedanı güç kazanmaya başlamıştır. Selçukluların Abbasi hilafeti ve Irak-ı Arap üzerindeki hâkimiyetleri de oldukça zayıflamış, 1095 yılında Halife El Muktedi, Bağdat’ta “Tuğrul Şehri”  denilen yerlerin yıkımını emretmiştir. Selçuklu karşıtı psikolojik yapı adeta Mevaraünnehir’i sarmış, zamanında Melikşah tarafından atanan Karahanlı Ahmet Han, 1095’te asker ve ulemanın işbirliğiyle tahttan indirilmiş, bölgede otorite ancak Sultan Berkyaruk’un tahta çıkmasıyla 2 yıl sonra sağlanabilmiştir.[21] Devlete düşen ihtiyarlık ve çözülme daha Melikşah’ın ölümü akabinde kendisini göstermeye başlamıştır. Ayrıca taht kavgaları ve iktidar savaşı bu ihtiyarlığı ve çözülmeyi daha da artırmış, Selçuklu devleti içte ve dışta birtakım gailelerle boğuşmaya başlamıştır.

        Bir Devletin İkiye Parçalanması

                İbn Haldun, devletlerin çözülmesinde ilk olarak parçalanmanın etkili olduğunu belirtir. Ona göre; bir hanedanlıkta görülen ihtiyarlık alametlerinin ilki, o hanedanlığın ikiye bölünmesi ve parçalanmasıdır. Şöyle ki, mülk büyüdüğü, refah ve nimetteki halleri itibariyle son haddine ulaştığında, hanedanlığın başındaki şahıs, iktidarını paylaşmak istemez. Bazı hallerde, hanedandan olup hâkimiyete ortak olabilecek kişiler, uzak bölgelere çekilirler, kendilerini tehlikede hisseden başkaları da kendisine katılırlar ve birleşirler. Bu sırada hanedanlığın sahası daralmaya başlamış ve uzak bölgelerden geri çekilmiş olur. Söz konusu uzak bölgeye gelen ve hükümdarın akrabalarından olan şahıs burada istiklalini ilan eder. Ve sonunda hanedanlığı bölme noktasına gelir.[22]

                Melikşah’ın vefatından sonra Terken Hatun iktidarı ele geçirmek için çok uğraşmasına rağmen başarılı olamamıştır. Sonunda Melikşah’ın büyük oğlu Berkyaruk, 1097’de devlete hâkim olmuştur. Ancak Berkyaruk dönemi de içerde ve dışarıda birçok sıkıntılı sürecin yaşandığı dönem olmuştur. Büyük Selçuklular bu dönemde ikiye parçalanmıştır. Berkyaruk’un tahta hâkim olmasının ardından kardeşi Gence Meliki Mehmet Tapar 1099’da saltanat iddiasıyla ortaya atılmıştır. Sultan Berkyaruk 1100’de M. Tapar’a mağlup olunca pek çok bey ve emir M. Tapar tarafına geçmiştir. İki kardeş arasındaki ihtilafın şiddetlenmesi üzerine âlimlerin tavassutu ile aralarında bir sulh yapılmıştır. Buna göre saltanat Berkyaruk’da kalmış, M. Tapar da Gence meliki sıfatıyla Azerbaycan, Diyarbekir ve El Cezire eyaletlerine hâkim olmuş ve kapısında üç kez nevbet çalınması kararlaştırılmıştır. Yeminle teyit edilen bu antlaşma ile B. Selçuklu Devleti fiilen ikiye bölünmüştür. Yapılan antlaşmaya rağmen M. Tapar, emirlerinin tahrikiyle tekrar saltanatını ilan etmiştir. Berkyaruk ile yaptığı savaşlarda beş kez mağlup olan M. Tapar Ahlat’a sığınmıştır. Sultan Berkyaruk, çok kan aktığı, hazinenin boşaldığı ve vergilerin toplanamaz olduğunu görmüş ve 1104’te M. Tapar ile tekrar antlaşma yapılmıştır. Buna göre; Azerbaycan’da Sefid-Rud hudut olmak üzere Kafkasya’dan Suriye’ye kadar bütün vilayetler M. Tapar’da kalacak, Bağdat’ta hutbe Berkyaruk adına okutulacaktır; ancak Azerbaycan, Şarki Anadolu ve Musul eyaletlerinde hutbede sadece M. Tapar’ın adı zikredilecektir. Bu antlaşmayla Selçuklu Devleti resmen ikiye bölünmüştür.[23]

                  İbn Haldun’a göre bazı hallerde hanedanlığın idarecileri rekabete girişir. O yüzden de yekdiğerine girer. Bundan dolayı da komşuları olan rakipleri ve hasımlarına karşı giriştikleri mücadelelerde ve müdafaa’da acze düşerler.[24]Selçuklu Devleti’nin iç isyanlar ve taht kavgalarıyla boğuştuğu sırada Haçlı seferleri başlamıştı. Sultan Berkyaruk zamanında gerilen siyasi atmosfer, Haçlı seferlerinin başlamasıyla daha da gerginleşmiştir. Haçlılar, 1097’de İznik’i ve Türkiye Selçukluları topraklarının bir kısmını ele geçirmişler, Antakya’yı da işgal edip burada orta doğudaki ilk Haçlı krallığını kurmuşlardır (1098). İleri harekâtlarına devam eden haçlılar Kudüs’ü de ele geçirmişlerdir. Haçlıların galibiyetleri, Selçuklu devlet merkezini endişeye sevk etmiştir; ancak devletin merkezi otoritesinin zayıflaması ve iç çatışmalar nedeniyle haçlı tehlikesi durdurulamamış ve kesin bir netice alınamamıştır.[25]

                İbn Haldun’a göre bazen devletin son günlerinde devlette bir kudret meydana gelebilir. Buna bakarak “artık hanedanlığa arız olan ihtiyarlık ortadan kalkmıştır” vehmine kapılınabilir. Devlet fitili, hemen sönmek üzere bir kez daha parlayabilir. Nitekim lambada yanan fitilde de bu hal görülür.[26] İbn Haldun’un bu görüşüyle B. Selçuklu tarihinde Sultan Sancar dönemi örtüşmektedir. Sultan Sancar, 1097’de Merv’de Melik olarak idareye başladığından bu yana Horasan’a hâkim olmuş, Selçuklu devleti onun sayesinde Şark ülkelerinde herhangi bir sarsıntıya uğramamıştır. Sultan olduktan sonra da devletin Garp’ta siyasi nizam ve birliğini korumuştur. Selçuklu haşmeti, Sancar zamanında tekrar dirilmiş, İslam dünyasına emniyet getirilmiştir. Melikşah’ın vefatının ardından başlayan buhran, Sancar zamanında yerini huzur ve saadete bırakmıştır. G. Müslim şark kavim ve göçebelerine karşı Cend ve Man-Kışlak’ta kurduğu müdafaa teşkilatlarıyla Türk İslam dünyasının istiklalini korumuş, Kafkaslarda ve cenubi Rusya’da da devlet yayılma imkânı bulmuştur. Ayrıca Karahanlılar ve Gazneliler tekrar tabii devlet durumuna getirilmiştir. Sultan Sancar, kendi dönemini şöyle anlatmıştır : “Tanrı bu dünyayı bizim tasarrufumuza ve emanetimize tevdi eyledi. Emir ve hükümdarların hepsi bizim naib ve memurlarımızdır. Biz cihan padişahlığını babamızdan (Melikşah) ve verdiği sancak ile halifenin dedesinden miras aldık .”[27]

                  Sultan Sancar döneminde toparlanma sağlanmış; ancak bu durum İbn Haldun’un da belirttiği gibi geçici bir süre olmuştur. Bir yandan içerdeki huzursuzluk tekrar baş gösterdiği gibi diğer yandan da doğudan gelen Karahıtay tehlikesi devleti büyük bir sıkıntıya sokmuş, bundan sonra da devletin yıkılışında en önemli olaylardan biri olan Oğuz isyanı patlak vermiştir.

                İbn Haldun’a göre, bazen bir hanedanlığın parçalanması, iki ve üçten daha çok parçaya bölünmesi şeklinde neticelenebilir. Bu parçalar, hükümdarın kavminden olmayanların eline geçebilir.[28] Sultan Sancar döneminde doğudan gelen ve Maveraünnehir’i ele geçirmek isteyen Karahıtaylarla yapılan Katvan Savaşı (1141)’nda alınan mağlubiyet, devleti büyük bir zaafa uğratmıştır. Karahıtaylar, bütün Maveraünnehir’i istila etmiş, Sultan Sancar, Ceyhun nehrinin doğusundaki arazisini kaybetmiş, bu durum Selçuklular ve İslam dünyası için derin bir yara olmuş, Türkistan ilk kez putperest bir kavmin eline geçmiştir.[29] İbn Haldun’un belirttiği gibi, bazı durumlarda hudut mıntıkasında ve sınır boylarındaki halk, arkalarındaki hanedanlığın zaafa düştüğünü hissettikleri için kendilerini güçlü görür. O sebeple de içinde yaşadıkları vilayet ve eyaletlerde istiklallerini ilan etme durumuna girerler.[30]Sultan Sancar’ın Katvan mağlubiyeti sonrası Selçuklulara bağlı olan Harzemşah Atsız, devlete isyan etmiş ve Serahs, Sultan Sancar’ın başşehri Merv ve Nişabur’u ele geçirmiştir. Bunun dışında pek çok din adamı ve âlimi de Harzem’e götürmüştür. Sultan Sancar ordusunu toplayarak Atsız’ın üzerine yürümüş, Atsız Sultan’dan af dileyerek aldığı yerleri geri vermiştir.[31] Görüldüğü gibi devletin zaafa düşmesini fırsat bilenler harekete geçerek istiklallerini elde etmeye ve devleti parçalamaya çalışabilirler.

                   İbn Haldun’a göre hanedanda görülen aksaklıklardan birisi de mal ve vergi toplama hususunda ortaya çıkmaktadır. Hanedanlık büyüyüp masraflar artınca hanedanlık tebaanın malından servet biriktirmeye başlayabilir. Ayrıca asabiyette görülen gevşeme ve ihtiyarlama sebebiyle askerler de hanedanlığa karşı çıkma cesareti gösterebilirler. Bundan başka İbn Haldun, tahsildarlara da dikkati çeker. Ona göre tahsildarların yaptıkları faaliyetler, hanedanlığın haşmet ve güzelliğinin kaybolmasına neden olurlar.[32] İbn Haldun’un bu anlattıkları, Oğuz isyanının nedenlerinden birini oluşturmaktadır.

                 Oğuzlar, Karahıtay ve Karlukların baskıları sonucu Türkistan’dan batıya geçmek zorunda kalmışlar ve Selçuklu devleti sınırları içinde yaşamaya başlamışlardır.[33] Oğuzlar, devlete yılda 24 bin koyun vergi ödemekteydiler. Selçuklularla Oğuzlar arasındaki anlaşmazlık ise verginin alınması sırasında vuku bulmuştur. Oğuzlar, kendilerine güçlük çıkaran tahsildarı öldürmüşler, bunun üzerine Belh Valisi Kumaç hadiseyi büyütmüş ve kendisini Oğuzlar üzerine Sultan tarafından şahne tayin ettirerek Oğuzlar üzerine yürümüştür. Kumaç, Oğuzların yaşadıkları çadır başına 200 dirhem vererek bulundukları yerde kalmalarına izin vermeleri şartını kabul etmemiş ve çıkan savaşta ordusu Oğuzlara mağlup olmuş ve öldürülmüştür. Bu haberi alan Sultan Sancar, emirlerinin de tahrikiyle Oğuzlar üzerine sefere çıkmıştır. Oğuzlar yolda sultanı seferden vazgeçirmek için tekliflerde bulunmuşlarsa da Sancar bu teklifleri reddetmiştir. Belh’de vuku bulan savaşta (1153) Sultan ağır bir mağlubiyet almış ve Oğuzlara esir düşmüştür.[34] Oğuzlarla mücadelede Sultan’ın mağlubiyetine yol açan en önemli unsur devletteki bürokratik kokuşmuşluktur. Oğuzların karşısında alınan mağlubiyet, iktidardaki zaafı da gözler önüne sermiştir. Agacanov’a göre, kazanç amacıyla tebaasını soyan aç gözlü emirlerin kontrolündeki bürokrasi, aslında Sultan’a kendi isteklerini dikte ettirmekteydi. Askeri bürokrasinin yağma politikası, devlet için felakete dönüşmüştür. Ayrıca savaşta Sancar karşısında merhamet dileyen Oğuz kadın ve çocuklarına sıradan savaşçıların kılıç çekmesi de Oğuzlar üzerinde büyük tesir bırakmıştır. [35]

                İbn Haldun’a göre, bir devletin merkezi mağlup olursa, çevresinin ve sahasının var olmaya devam etmesinin ona bir faydası olmaz. Açıkçası, devlet izmihlale uğrar. Bir nevi kendisinden ruhun ve canın çevreye yayıldığı kalp gibidir. Kalp mağlup edilirse bütün nokta ve çevreler hezimete uğrar.[36]Oğuzlarla yapılan savaşta Sultan Sancar’ın mağlup olması ve esir düşmesi devlete çok ağır bir darbe indirmiştir. Ancak her ne kadar Sultan Sancar bir süre sonra Oğuzların elinden kurtulmuşsa da bu durum pek bir netice vermemiş, Sultanın vefatıyla birlikte (1157) Büyük Selçuklu Devleti tarih sahnesinden çekilmiştir.

                İşte İbn Haldun üzerinden yapacağımız bir okumayla hem Büyük Selçuklu Devleti’nin çözülmesindeki etkenleri geniş bir perspektiften ele almış olacak hem de tarihimize sosyolojik ve felsefi bir temelden bakış açısı kazanmış olacağız. Bu noktada sadece Büyük Selçuklu Devleti’ni değil Türk tarihindeki pek çok devleti ve siyasi teşekkülü daha iyi anlayabiliriz. Olayları sebepler dairesinden değerlendirirken acaba bu sebeplerin arka planı nedir diyerek kendi kendimize sormamız ve zihnimizi bununla meşgul etmek durumundayız. İbn Haldun, bize bu fırsatı vermekte ve tarihimizi daha iyi algılamamızı sağlamaktadır. Mukaddime’de geçen bu görüşleri diğer Türk devletlerindeki gelişmelerle de pekâlâ ilişkilendirebiliriz. Keza olayları iyi irdelediğimizde, Türkiye Selçukları, Osmanlılar ve hatta Memlükler’de de bu durumu görebiliriz. Büyük Selçuklu Devleti’ni kuran unsurun, asabiyenin, devletin yıkılışında da ön planda olması gayet düşündürücü ve dikkat çekicidir.

Ahmet VURGUN       

        [1] Altan Çetin-Galip Çağ, “Osmanlı Devleti Hangi Tarihte Kuruldu Sorusunun Düşündürdükleri Ya da İbn Haldun Üzerinden Yeniden Bir Okuma Denemesi” Türk Yurdu,  Eylül 2009, sayı 265, Ankara 2009, s.40

        [2] Durmuş Hocaoğlu, “Erken Dönem Bir Milliyetçilik Teorisyeni Olarak İbn Haldun”, Bayburt Eğitim, Kültür ve Hizmet Vakfı Dergisi, s.5, Kasım 2007, İstanbul, s.44

        [3] Hocaoğlu, a.g.m., s.44

        [4] İbn Haldun, Mukaddime, haz. Süleyman Uludağ, c.I, İstanbul 2005, s.558

        [5] Tufan Gündüz, “Oğuzlar/Türkmenler” Türkler, c.II, Ankara 2002, s.16       

        [6] Mehmet Altay Köymen, Selçuklu Devri Türk Tarihi, Ankara 1982, s.159

        [7] İbn Haldun Klasik Ortaçağ’da devletin geçirdiği dönüşümü beş kısma ayırmaktadır. Buna devletlerin tavırlar nazariyesi de denmektedir. İbn Haldun’a göre “Birinci tavır; zafer galibiyet ve istila dönemidir. Zafere ulaşma, müdafaa vaziyetinde olana galip gelme, mülkü istila etme ve onu kendinden evvelki devletin elinden çekip alma tavrıdır. Bu tavırda; vergi toplamak, memleketi savunmak ve bölgesini korumak konusunda devletin sahibi, kavmine örnektir. Onlar olmadan tek başına bir şey yapmaz. Zira galebenin ve zaferin husulüne esas teşkil eden asabiyetin gereği budur ve asabiyet henüz hali üzerinde bulunmaya devam eder.” Mukaddime, c.I,  s. 399-400

        [8] İbn Haldun’a göre ikinci tavırda hükümdar kavmini boyunduruğunu altına alarak devleti kendi başına onları karıştırmadan idare etmeye başlar. Bu dönemde köleler edinir ve bu adamları kendine bağlamaya çalışır. Hükümdar kendini asabiyesinden bir nevi soyutlamaya çalışır ve uzaklaşmaya başlar. Mukaddime, c.I, s.400       

        [9] İbn Haldun, a.g.e., s.411

        [10] Mehmet Altay Köymen, “ Büyük Selçuklu Veziri Nizamülmülk ve Tarihi Rolü”, Türkler, c.V, Ankara 2002, s. 265

        [11] Gündüz, a.g.m.,s.22

        [12] Gündüz, a.g.m., s.22

        [13]  Köymen, a.g.m., s.266

        [14] Köymen,a.g.e., s.168       

        [15] İbn Haldun, a.g.e., s.563

        [16] Sergey Grigoreviç Agacanov, Selçuklular, İstanbul 2006, s.180

        [17] Köymen, a.g.m., s.268       

        [18] Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul 2003, s.226

        [19] İbn Haldun, a.g.e., s.557

        [20] İbn Haldun, a.g.e., s.558       

        [21] Agacanov, a.g.e., s.183-184

        [22] İbn Haldun, a.g.e., s. 555

        [23] Turan, a.g.e., s.229-230       

        [24] İbn Haldun, a.g.e., s.563

        [25] Agacarov, a.g.e., s.186

        [26] İbn Haldun, a.g.e., s.558

        [27] Turan, a.g.e., s.236.237.238

        [28] İbn Haldun, a.g.e., s.557

        [29] Erdoğan Merçil, “Büyük Selçuklu İmparatorluğu Tarihi” Türkler, c.V, Ankara 2002, s. 627       

        [30] İbn Haldun, a.g.e., s. 563       

        [31] Merçil, a.g.m., s.627

        [32] İbn Haldun, a.g.e., s.559       

        [33] Bu Oğuzlar, Selçuklu sınırları içerisinde de kavmi ananelerini devam ettirmişlerdir. Yine burada yaşayan Oğuzlar, diğer Türkmenlere nazaran daha muhtar ve imtiyazlı bir idareye sahiptiler. Selçuklu Devleti, Gürgan, Dihistan ve Man-Kışlak yurtlarında oturan bu göçebe Türkmenleri, merkezden gönderilen ve boy beyleri üstünde salahiyetleri olan şahneler vasıtasıyla idare etmekteydi. İkta sahibi durumundaki boy beyleri, otlak ve sulak yerleri tevzi eyliyor, vergilerini de onlar alıyordu. Geniş bilg için bkz. Osman Turan, Selçuklular Tarihi ve Türk İslam Medeniyeti, İstanbul 2003, s. 44       

        [34] Merçil, a.g.m., s. 628

        [35] Agacarov, a.g.e., s. 310

        [36] İbn Haldun, a.g.e., s. 383

Makalenin Künyesi: Türk Yurdu Dergisi, Ocak 2012 - Yıl 101 - Sayı 293

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Günün Başlıkları