HAKİKATİN TEKLİĞİ VE ÇİFTE HAKİKATİN YOKLUĞU MESELESİ VE ÇAĞDAŞ "SAHTE İBN RÜŞDÇÜLER" - Yazan: İbrahim Maraş

HAKİKATİN TEKLİĞİ VE ÇİFTE HAKİKATİN YOKLUĞU MESELESİ VE ÇAĞDAŞ "SAHTE İBN RÜŞDÇÜLER" - Yazan: İbrahim Maraş
30 Ekim 2019 - 19:44 - Güncelleme: 30 Ekim 2019 - 19:50

HAKİKATİN TEKLİĞİ VE ÇİFTE HAKİKATİN YOKLUĞU MESELESİ VE ÇAĞDAŞ “SAHTE İBN RÜŞDÇÜLER”


Akla ve delillere dayalı imanın mümkün olmadığını düşünen ve akıl ile iman arasında bir uyum ve uzlaşmanın olamayacağını ve hatta gerekli de olmadığını savunan veya en ılımlı anlamda aklın hakikati ile vahyin hakikatini birbirinden ayıran çifte hakikatçi görüşlere genel anlamda fideist anlayış diyoruz. Tabii ki, fideizm birkaç kelimeyle tarif edilemeyecek kadar geniş bir konu ama bu iki ana iddia hem Müslüman hem de Hristiyan fideizminin ortaklaşa savunduğu ve bilhassa birçok temel İslam bilimci, hatta felsefeci İlahiyatçının kabul ettiği görüşlerdir. Hâlbuki fideizm aslında İslam düşüncesinden değil Yahudi/Hristiyan düşüncesinden çıkmış olan bir anlayıştır. Bunun temeli de maddeyi ve insanı kötülüğün kaynağı gören, insanın aslî günahla doğduğuna inanan ve “vahyedilmiş teoloji” ile “akli teoloji”yi birbirinden ayıran bir anlayıştır. Tarihte Müslüman filozoflar Batı’ya tercüme edildiğinde onları ilk yanlış anlayanlar “sahte İbn Rüştçüler (Pseudo-Averroists) idi. Onlar da, tamamen yanlış bir şekilde, Hristiyanlığın etkisinden olacak, İslam filozoflarının ve İbn Rüşd’ün metinlerinden çifte hakikati savundukları sonucunu çıkarmışlardı.

Gerçekte Müslüman filozoflar, asla çifte hakikati savunmadılar, aklı ve onun işlevinin maddi ve duygusal yönüne işaret etmekle birlikte aklı, varlıksal ve bilgisel açıdan ilahi bir kaynaktan beslenen ve (mutlak hakikate değilse bile) hakikate ulaşabilen, iyi ve kötüyü bilebilen bir yapıda gördüler. Bu yüzden vahyin, nübüvvetin ve ahiretin felsefesini, yani aklî temellendirmesini yaptılar. İlk kelamî tartışmalarda da, tam anlamıyla olmasa da, kısmen bu anlayış hâkimdi. Mutezile ve Maturidilik geleneği bu çerçevede görüşler öne sürdü. Eşarilik ve Ehl-i hadis geleneği ise hep fideist bir anlayışa yakın durdu, hatta fideizme gömüldü. Zamanla Eşariler, biraz felsefeye yaklaşsalar da, fideist anlayıştan bütünüyle kurtulamadılar. Sufiler ise, bilinenin ve bugünkü Hanefi görünümlü selefi mustasvifenin aksine, hep filozoflara daha yakın durdular.
Tefsirci Mustafa Öztürk’ün Karar’da 26 Ekim 2019 tarihli son yazısı bahsettiğimiz fideist anlayışın tam bir örneğidir ve çifte hakikatçi Hristiyan düşüncesini çağrıştırmaktadır. Daha önceki vahiy anlayışı ile ilgili görüşlerinde de İslam filozoflarını tamamen yanlış değerlendirerek kendi görüşüne çekmeye çalışan Öztürk, orada da tam bir Hristiyan vahiy anlayışına doğru gitmekteydi. Şu bir gerçektir ki, fideizm; hem aklın inkârı ve güvenilmez oluşunun kabulü hem de imanın göreceliliğe ve sübjektifliğe, yani öznelliğe indirgenmesidir. Tabir caizse herkes, Müslüman veya Hristiyan/Yahudi, kendi hayalinde yarattığı öznel Tanrı’sına inanacaktır. Oysa herkeste var olan akıl ölçüsü olmadan gerçek bir Tanrı’ya iman söz konusu olamaz. Olsa da taklidî olur. Fârâbî, bu yüzden daha alt düzeyde olan tahayyül ile daha üst düzeydeki bir düşünmeyle gerçekleşen teemmülü birbirinden ayırmaktadır.

Mustafa Öztürk, yazısında din ile bilimin birbirinden apayrı iki alan olduğunu iddia etmekte ve Carl Sagan’a atıfta bulunarak dinin insandan sorgulamadan inanmayı istediğinden söz etmektedir. Elbette Sagan’ın sözü Hristiyanlık için doğrudur, ama Müslümanlık için veya gerçek anlamda bir din için asla doğru değildir. Öztürk, biraz Fârâbî ve İbn Sina okusaydı bunun neden böyle olmadığını görürdü. Öztürk, yazısının devamında, konuyu, kendini haklı çıkarmak için olacak, aslında akıl-vahiy/din-bilim ilişkisi ile fazla alakası olmayan genelde son yüzyılda ortaya çıkan bilimin Kur’an’a veya dine tatbiki meselesine getirmekte ve meseleyi bu düzlemde tartışmaktadır. Elbette bu konuda haklı olduğu yönler olsa da, buradaki haklılığı çifte hakikat gibi bir saçmalığı savunmasını haklı kılamaz. Akla çelişik olan hiç bir şeyi, tek bir Tanrı’ya iman esasından başlamak üzere, din insanlara emredemez. Mademki insanın diğer canlılardan ayıran yönü akıl ve sorumluluktur, insan bunun gereğini yerine getirmelidir.

Sonuç olarak çok kısa bir şekilde izah ettiğimiz gibi İslam dünyasının asıl sorunu akıl-vahiy uzlaşmasından uzaklaşmamız ve nakilcilik batağına batmamızdır. Çifte hakikat anlayışı, vahyi kurtarmak kaygısıyla aklı inkâr etmek ve yine ilahi bir vahiy olan aklı ortadan kaldırmaktır. Bunun sonucu ise, insanları saçma sapan bir din anlayışına yönlendirmektir. Vahyin kimsenin kurtarmasına ihtiyacı yoktur. Vahiyle ilgili her türlü anlamalar, Peygamberimiz (s.a.v.) de dâhil olmak üzere, insanidir. Peygamberimiz (s.a.v.)’in anlamasının diğer insanların anlamalarından farkı, en güzel ve en doğru anlama modeli oluşudur. Ama bu da bir modeldir. Kur’an’dan ve sünnetten akla aykırı bir anlama çıkarılamaz. Akla aykırı değil de aklı aşan hususlar bile olsa bu da bir şekilde akılla yorumlanmalıdır. Çünkü vahyin de aklın da kaynağı birdir. İslam’ın geleneği budur.

İbrahim Maraş

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum