Ermeni Meselesinin Uluslararası Boyutu

Askeri, siyasi ve sosyal zorunlulukların bir sonucu olarak meydana gelen Ermeni tehcirini anlatmakta geç kaldığımız ve yeterince anlatamadığımız aşikar. Bundan sonra yapılması gereken, tezimizi devlet ciddiyeti içinde uzun vadeli ve programlı şekilde ısrarla anlatmaya devam etmek.

Ermeni Meselesinin Uluslararası Boyutu
24 Nisan 2016 - 08:40 - Güncelleme: 24 Nisan 2016 - 08:51


BAKİ KAYA
Osmanlı idaresindeki Ermeniler, geçmişte Bizanslılar ve kendi prenslikleri döneminde görmedikleri adalet, hak ve hürriyete kavuşmuşlardı. Kamu hizmet ve görevlerinden Türk/Müslüman ahaliyle eşit şartlarda yararlanabiliyor, “Millet-i Sadıka” olarak adlandırılıyorlardı. Osmanlı topraklarında sosyal, ekonomik, dini, siyasi, idari, kültürel hak ve hürriyetlere sahip olan Ermenileri bir ayaklanmaya sevk edecek iç şartlar yoktu. Ermeni meselesinde bir dönüm noktası olan Berlin Antlaşması’nın 61. maddesine göre Babıali Doğu Anadolu’da ıslahat yapacak, asayişi sağlayacak ve bu konularda aldığı tedbirleri ilgili devletlere bildirecek, bu devletler de tedbirlerin icrasına nezaret edeceklerdi.

Bu antlaşmanın ardından açılan konsolosluklar vasıtasıyla Doğu Anadolu adeta işgal edildi. Bundan cesaretlenen bazı Ermeniler, yurt içinde ve dışında ihtilalci Ermeni parti ve dernekleri kurmaya başladılar. (Hınçak Partisi, Taşnaksutyun vb.) 1890 yılında halkı silahlandırarak çeteler kurmaya başlayan Ermeni komitacıları, I. Dünya Savaşı’na kadar birçok eylem gerçekleştirdi. Bu eylemlerde Türkler’in yanı sıra kendilerine katılmayan Ermeniler’e karşı da cinayetler işlediler. Bu eylemlerin amacı, isyan ve ihtilaller çıkarmak, resmi kurum ve kişilerle muhbirlere karşı terör eylemleri düzenlemek, oluşan çatışma ortamından istifadeyle büyük devletlerin olaylara müdahalesini ve öncelikle Anadolu Ermenilerinin bağımsızlığını sağlamak, müteakiben, Rusya ve İran Ermenileri’yle birleşerek büyük Ermenistan’ı kurmaktı.

1914’e gelene kadar, Rusya, Fransa ve İngiltere başta olmak üzere büyük güçlerin çoğu, Ermeni eylemlerini destekledi. Bunların sonucu Ermeniler I. Dünya Savaşı sırasında isyan etmişler, sivil halka yönelik silahlı saldırı ve katliamlarda bulunmuşlar, yağmacılık yapmışlar, düşmanla savaşan Osmanlı ordusunun harekâtını zorlaştırmak ve engellemek için her türlü eylemde bulunmuşlardır. Böyle bir ortamda 15 Nisan 1915’te, Van’da başlayan Ermeni isyanı hükümeti zecri tedbirler almaya sevk etti. 24 Nisan’da İstanbul’daki Ermeni ihtilalcilerin elebaşları tutuklanarak isyan söndürülmeye çalışıldı. Müteakiben Mayıs 1915’te, devletin ve milletin selameti için harp sahası ve geri bölgesi içindeki Ermenilerin, askeri harekâtı ve ikmal yollarını etkileyemeyecekleri ve sivillere zarar veremeyecekleri bölgelere nakline karar verildi.

Ermeni nüfusunun ölmesiyle tehcir arasında bir ilişki olsa da Ermeniler öldürülmek için tehcire tabi tutulmadı. Malları kayıt altına alındı.

Bir askeri harekâtta geride, düşman bir halkın bırakılması düşünülemezdi. Nitekim o dönemde benzer uygulamalara dünyanın diğer bölgelerinde de rastlanmaktadır. İspanya’nın Küba’da(1893), ABD’nin Filipinler’de (1900-1902) ve İngiltere’nin Güney Afrika’da (1899-1901) yürüttüğü savaşlarda icra edilen tehcir uygulamaları bu olaya emsal teşkil edecek niteliktedir. Balkan milliyetçilerini örnek alan Ermeni komitacılar, 19. yüzyılda isyan ederek bağımsızlığını kazanan Yunanistan, Romanya, Sırbistan, Karadağ ile Bulgaristan örneklerinde görülen Batılı desteğin kendilerine de sağlanacağı düşüncesine kapıldılar. Ancak, Ermenilerin namı hesabına Osmanlı Devletiyle savaşacak bir devlet çıkmadı. Bu şartlar onları, bin yıldır dostça, bir arada yaşadıkları topluma ve devlete karşı işgalcilerle işbirliğine sürüklenecekleri psiko-sosyal ve politik bir ortama soktu. Bu gelişmeleri izleyen süreçte Ermeni komitacıların Türklere ve devlete sadık Ermenilere yönelik şiddet hareketleri, iki toplumu kısa sürede birbirine düşürdü.

1915’te, Osmanlı devleti için tehcir güçlülükten ziyade güçsüzlükten kaynaklanan bir stratejiydi. O günkü savaş koşullarında bu nakil, istenen düzen içinde yapılamadı. Kafkas, Gelibolu, Yemen, Hicaz, Filistin, Kanal ve Irak cephelerine bölünmüş, varlık yokluk mücadelesi veren ordu bir de tehcirle vazifelendirildi. Bu işe tahsis edilen kuvvetler can ve mal emniyetini sağlamakta yeterli olamadı, ikmal ve iaşe problemleri de yaşandı. Ermeni nüfusunun ölmesiyle tehcir arasında bir ilişki olsa da, Ermeniler öldürülmek için tehcire tabi tutulmadı. Bogos Nubar Paşa tehcirde yaşamını yitirenlere ilişkin Fransa’ya gönderdiği bir yazıda, tehcir edilenlerin sayısının 6-7 yüz bin kişi olarak tahmin edildiğini, bunlardan sağ olduğu tespit edilenlerin 390 bin kişi olduğunu geri kalan 2-3 yüz bin kişinin ise çeşitli yerlere dağılmış olduğunu ve henüz onlara ulaşılamadığını belirtilmektedir.

Kamuran Gürün ve Bilal Şimşir, ölenlerin sayısının üç yüz binin çok altında olduğunu; Yusuf Halaçoğlu ise, tehcir edilenlerin 438 bin, iskân sahasına sağ salim varanların 382 bin, nerede olduğu belirlenemeyenlerin 56 bin kişi civarında olduğunu bunların 10 bininin eşkıya ve çete saldırılarında, geri kalanın ise salgın hastalık, açlık ve soğuktan ölmüş olabileceğini ifade etmektedir. Tehcir edilenlerin geride bıraktıkları taşınabilir ve taşınamaz mallarının kayıt altına alınarak gittikleri yerlerde bunların bedellerinin kendilerine ulaştırılması maksadıyla komisyonlar kuruldu. Bu insanların malına, canına ve ırzına tasallut ettiği tespit edilenler yargılanarak cezalandırıldı.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra tehcire tabi olanların geri dönüşüne müsaade edildive bunların büyük bir kısmı geri döndü. Geri dönenlerin bir kısmı düşman üniformaları içinde işgal askeri olarak zuhur etti. Dönenler, yaşananlardan ders alacak yerde, eski hayallere kapılıp, çetecilik faaliyetlerine hız verdiler. Kendi toprağına, insanlarına ve devletine karşı işgalcilerle işbirliği yapmayı seçtiler. Bu da birlikte yaşamanın asgari müştereği olan yaşadığı topraklara ve topluma sadık olma ilkesinin sağladığı ortak zemini yok etti. Bu şartlarda Sevr’in vaat ettiği Büyük Ermenistan’ı kurmak üzere Doğu Anadolu’da taarruza geçen Ermeniler, 1920 yılı sonlarına doğru Kazım Karabekir komutasındaki Doğu Cephesi kuvvetlerine mağlup oldular. Bu müsademe sonucu imzalanan Gümrü (3 Aralık 1920), Moskova (16 Mart 1921) ve Kars (13 Ekim 1921) Anlaşmaları’yla Türkiye’nin doğu sınırı Sovyetler Birliği, Azerbaycan, Gürcistan ve Ermenistan tarafından kabul ve taahhüt edildi.

I. Dünya Savaşı’ndan sonra dönüşüne izin verilenler yaşananlardan ders alacak yerde eski hayallere kapılıp çetecilik faaliyetlerine hız verdiler.

Ermeniler tehcirin 50’nci yılında, patriklerin öncülüğünde Türkiye’ye karşı seferber olmaya başladılar. 1965 yılında başlayan bu uluslararası diplomatik, politik ve kültürel hamle kısa sürede sonuç vermeye başladı. Propagandalardan ilham alan Ermeni terör örgütü ASALA 1970’li yıllarda başlayan terör eylemlerinde 40’a yakın Türk diplomatını katletti. Üçüncü devletlerin 24 Nisan’ı soykırım (!) günü olarak tanıması girişimlerine hız verildi. Bu faaliyetler sonucu ilk Ermeni ‘soykırım’ anıtı Nisan 1967’de ABD’nin California eyaletinde, ikincisi Kasım 1967’de Sovyet Ermenistan Cumhuriyeti’nde Revan’da (Erivan) dikildi. Halen yirmiyi aşkın ülke 24 Nisan’ı ‘soykırım’ olarak tanımış durumdadır.

Sovyetlerin dağılmasını müteakip Ermenistan, 23 Ağustos 1990’da yayımladığı bağımsızlık bildirgesinde, Ermeni soykırımının Türkiye tarafından tanınmasıylaBatı Ermenistan’ın (Türkiye’nin doğusu) ele geçirilmesinin ‘milli hedefleri’ olduğunu ilan etmiştirBu hedefler, 5 Temmuz 1995’te kabul edilen anayasada da benimsenmiştir. Avrupa Parlamentosu 1987 yılında Ermeni sorununun çözümüne dair kabul ettiği bir kararda Türkiye’nin sözde Ermeni soykırımını tanımasını ve Ermenistan sınırını açmasını istemiştir. 
Avrupa Parlamentosu sonraki yıllarda aldığı benzer kararlarla bu tutumunu ısrarlı ve istikrarlı bir şekilde sürdürmektedir.

Askeri, siyasi ve sosyal zorunlulukların bir sonucu olarak meydana gelen tehcir hadisesi, Ermenistan devleti, diaspora Ermenileri ve Batılı devletler tarafından hâlâ kullanılmaktadır. Bu kesimler, Ermeni sorununun karşılıklı olarak anlaşılmasını ve iki toplumun barışmasını sağlamak yerine, kin ve nefreti körükleyerek, iki toplum arasında o gün yaratılan düşmanlıktan bugün de yararlanmaya çalışmaktadır. Öte yandan Diaspora Ermenileri soykırım iddialarının, uluslararası baskılarla Türkiye’ye kabul ettirilmesini müteakip, Türkiye içinde veya dışında açılacak mülkiyet davaları yoluyla, kalıcı hukuki sonuçlar elde etmeyi amaçlamaktadır. Bu meselenin kendi açımızdan anlatılmasında oldukça yetersiz ve geç kalmış durumda olduğumuz aşikârdır. Olaylar meydana geldikçe, yıllara ve konuşan ağızlara göre içeriği değişmeyen, ‘Tanımıyoruz, yok hükmündedir’ gibi açıklamalar, olayın anlatılması ve anlaşılmasına pek de katkı sağlamamaktadır. Yine de başta kendi insanımız olmak üzere, uluslararası bağlamda tezimizi ısrarla anlatmaya devam etmekten başka çıkar yol gözükmemektedirBunu yaparken, savunmacı, edilgen, olaylara bağlı tepkiler göstermek yerine, sorunu devlet politikası ciddiyetiyle ele alıp, planlı, programlı, uzun vadeli bir hamleye dönüştürmek zorunludur. Bu hamle icra edilirken meseleyi tarafsız, dengeli ve adil bir bakış açısıyla çok yönlü ele alan bilimsel tarih araştırmalarının yanı sıra, vicdan ve empatiyi içselleştirmiş, özellikle üçüncü taraf sanatçılarının üreteceği roman, film, belgesel, müzik gibi sanat ürünlerinin etkisinin beklentilerin ötesinde sonuçlar doğurabileceği dikkate alınmalıdır.

karar gaz

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum