Enis U. Tunç: Lale aşkı

PROF. DR. SÜHEYL ÜNVER’İN 1926 YILINDA MİLLÎ MECMUA DERGİSİNDE YAYINLANAN “TARİHİMİZDE LALE MERAKI” BAŞLIKLI YAZI DİZİSİ AÇİKÇA GÖSTERİYOR Kİ TÜRK MİLLETİNİN BU ZARİF ÇİÇEĞE OLAN İLGİSİ SEKİZ ASİRLİK BİR AŞK HİKÂYESİYDİ VE O GÜN DE AYNI HARARETİ VE TAZELİĞİYLE DEVAM EDİYORDU.

Enis U. Tunç: Lale aşkı
13 Haziran 2018 - 10:17

Son 20 yıldır, özellikle kültür başkenti İstanbul’un hemen her yerini süsleyen laleye ilginin kökeni Türk tarihi açısından çok daha eskilere dayanıyor. Rivayet odur ki bu güzel çiçek, Anadolu’ya Orta Asya’dan Türklerle beraber geldi ve 12. asırdan itibaren hem kendisi hem sureti bir süs aracı olarak kullanılmaya başlandı. Türk toplumunun hayatında yer edinen bu zarif, rengârenk ve muhtelif biçimlere sahip çiçek zamanla edebiyat ve süsleme sanatlarında hayat buldu. Laleyi 13. yüzyılda ilk kez Mevlana kullandı şiirinde. 14. yüzyılda da lale, Divan şiirinde yer buldu kendisine. Kısacası lale, yalnız cismen değil, sembol olarak da Türklerin hayatına girmiş; renk renk ve desen desen dört bir yanı kuşatmıştı. Çinide, mermerde, ahşapta, kağıtta, kumaşta ve hatta kaftanlarda bütün nezaket ve letafetiyle hep lale vardı.

Lalenin esas sahibi Türklerdi. Nitekim bir zamanlar Avrupa’da iptilalara, çılgınlıklara sebep olan lale o kıtaya yine buradan, Türk topraklarından götürüldü ilk defa. Kanunî devri seyyahı ve Avusturya-Macaristan elçisi Busbecq’in ülkesine götürdüğü muhtelif bitkiler arasında lale soğanı da vardı. Muhtemeldir ki seyyah, Osmanlı coğrafyasında gördüğü muhteşem lale bahçelerinin tutkunu olmuş. Bu eşsiz zarafet öğesini kendi ülkesine de taşımak istemişti. Türklerin laleye olan bu ilgi ve hatta tutkusu, 18. yüzyılda bugün Lale Devri dediğimiz dönemde adeta zirveye çıktı. O yıllarda özellikle uzun zamandır mücadele içinde olunan Avusturya ve Venedik’le ateşkes imzalanması bir huzur ve sükûn devrinin doğmasına vesile olmuş ve devlet erkânının da lale merakını teşvikleriyle bu ilgi adeta bir sevdaya dönüşmüştü. Yediden yetmişe hemen her meslek grubundan insanlar yüzlerce çeşit lale yetiştirmiş, her biri ayrı bir endama bürünen lalelere birbirinden hoş ve ilginç isimler vermişlerdi.

Bu merak yalnız pratikte kalan bir olgu değildi şüphesiz; lalenin nasıl yetiştirilebileceğini, 16. yüzyıldan beri kimlerin ne tür ve nasıl lale yetiştirdiğini anlatan pek çok eser de kaleme alınmıştı. Bu kitabî ilgi zaman zaman azalsa da hiç yok olmadı. Lale Devri’nden 200 yıl kadar sonra Cumhuriyet daha tazeyken, Ahmet Süheyl Bey tarihimizde lale merakına dair ilginç tespitlerde bulunduğu bir dizi makale kaleme almıştı (1926). İşte bu dizi, o dönemde eskiden beri meftunu olduğumuz bu süslü çiçeğe tahsis edilen en geniş bibliyografik çalışmalardan biriydi. Ahmet Süheyl Bey’in (daha sonra tıp profesörü) “Tarihimizde Lale Merakı” başlığıyla kaleme aldığı söz konusu yazı dizisi, toplamda 12 makaleden oluşuyordu. “D.A.S.” kısaltmasıyla Millî Mecmua’nın 60. sayısından itibaren 71. sayısına dek yayınlanan bu dizi açıkça gösteriyordu ki milletimizin bu zarif çiçeğe olan ilgisi neredeyse sekiz asırlık bir aşk hikâyesiydi ve o gün de aynı harareti ve tazeliğiyle devam ediyordu.

Makaleye bu merakın kökenlerini özetleyerek giren Ahmet Süheyl Bey, devamında 16. asırdan o ana değin lalenin kültür tarihimizde nasıl yer edindiğini irdeliyordu. Ona göre, “Laleye merak ve ilginin zirveye çıktığı ve 1718 yılında başladığı kabul edilen ‘Lale Devri’ hiç yoktan doğmadı. Pek çok seneler evvel böyle bir merakın olduğu bu eserler sayesinde görülüyor ve işitiliyordu.” Yani bu merak, “eskinin bir devamı” niteliğindeydi. Süheyl Bey’in makale serisinde temas ettiği laleye ve sair çiçeklere dair ilk eserlerden biri Ali Çelebi’nin 1667-68’de kaleme aldığı Şükûfenâme adlı çalışmasıydı. Bir 30 yıl kadar sonra Abîdî’nin Netâyicü’l-Ezhâr’ı göründü; çok zengin bir eserdi bu. Yazar, çiçeksiz geçen ömrünü “telef ve heder” olmuş kabul ediyor ve zikrettiğimiz bu eserde geçmişin ve dönemin çiçek meraklılarının isimlerini ve yetiştirdikleri çiçeklerin ne diye isimlendirildiklerini aktarıyordu. Lale o devirde öyle alakaya mazhar oldu ki esasen “yabani” olan bu çiçeğin cinslerini çoğaltmak için pek çokları uğraş verdi ve nitekim 800 çeşide kadar ulaşılmıştı.

1747-48 yıllarında Mahmud Efendi Şükûfenâme’sini kaleme aldı. Birkaç on yıl sonra bir başka risale bu defa bir hekimin kaleminden ortaya çıktı; Mehmed Aşkî Bey’in Mi‘yâr-ı Ezhâr’ı… O da yaşadığı dönemde ne kadar çeşit varsa gidip bizzat görmüş ve her bir lalenin adını, soğanının kime ait olduğunu, ayarının ne olduğunu tespit etmişti. Yine 1798’de Aşkî Bey’in eseri olan bir risale daha göründü. Takvîm-i Lâle diye isimlendirilen bu risalede laleler ve lale meraklıları isim ve unvanlarıyla zikredilmişti. Sözün özü: Lale Türklerin eski, ama eskimeyen aşkı! Biz de sizler için birkaç avuç lale kokusu hissettirmek istedik…

Kaynak:http://trdergisi.com/lale-aski/

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum
Günün Başlıkları