ECEM NUR KUŞÇU: "KÖRLÜK" KİTABI ÜZERİNE

“Neden kör olduk, bilmiyorum. Bunun nedeni belki bir gün keşfedilir. Ne düşündüğümü söylememi ister misin? Şöyle: Sonradan kör olmadığımızı düşünüyorum, biz zaten kördük! Gören körler mi, Gördüğü halde görmeyen körler.”

ECEM NUR KUŞÇU: "KÖRLÜK" KİTABI ÜZERİNE
19 Aralık 2014 - 23:06 - Güncelleme: 23 Aralık 2014 - 20:24

Bu cümlelerle tamamlıyor Jose Saramago, Körlük adlı kitabını. Bir metafor olarak kullandığı körlük kavramı ile hala üzerinde tartışılan bir eseri noktalıyor aslında. Tartışılan/tartışılarak uzlaşılmaya çalışılan diyorum çünkü yazarın kullandığı teknik üzerinde bile çeşitli yorumlar mevcut. Bu yorumlardan en yaygını ve belki kulağa en anlamlı geleni yazarın diyalog merkezli değil de monolog merkezli bir roman yazmış olması. Dikkat edilecek olursa kitaptaki karakterler konuşturulurken farklı farklı kimselerin cümlelerini birbirinden ayırmak için konuşma çizgisi ya da tırnak işareti gibi noktalama işaretlerinin –yazar tarafından bilinçli olarak- kullanılmadığı görülebilir. Yazar yalnızca nokta ve virgül kullanmayı tercih ediyor. Bu bilinçli seçiş diyalogların monologa dönüşmesine sebep oluyor. Yani açıkça söylenenlerin ‘kim’ tarafından söylendiğinden ziyade ‘ne’ söylendiğinin önemine yapılan bir vurgu bu. Kitapta aynı amaçla özel isimlerin kullanılmaması da tercih edilen bir durum. İnsanları isimleriyle değil de sıfatlarıyla tanıyoruz: Birinci kör, doktorun karısı, koyu renk gözlüklü genç kız gibi. Ayrıca ülke ya da şehir isimlerine de rastlamıyoruz. Bütün bu ‘özel’lerin paylaşılmamasının sebebi kitabın belli bir topluluğa, ülkeye, coğrafyaya seslenmeyişi; belki tüm insanlığa seslenmek istemesidir. Evrensellik ön plana çıkıyor ve yazar özellikle kitap boyunca liberalizmin yaptığı korkunç insan doğası tanımından herkesi korumaya, uykudaki insanları uykularından uyandırmaya çalışıyor.

Kitabın içeriğine ve olaylar zincirine dönelim biraz da. Kitapla beyaz bir körlük salgının ülkedeki herkesi, bir kişi dışında: doktorun karısı tüm olan biteni izlemekte, nasıl esir ettiği işleniyor. Hükümet olaya el koyduğunu, körlerin her türlü ihtiyacını karşılamayı ve de körlerin mikrobu başkalarına bulaştırmasını önlemeyi bir görev ve sorumluluk olarak görmektedir. Körler ve salgının mikrobunu taşıyanlar eski bir akıl hastanesine gönderilirler. Hastalık mikrobunu taşıyanlar ve hastalar hastanenin iki ayrı kanadına ayrılırlar ve de devletin kendilerine gönderdiği sınırlı miktardaki yiyecekle hayatlarını idare etmeye çalışırlar. İlk başta koğuşlarda düzen sağlanmış gibi görünse de artan kör nüfusu verilen yer ve yiyecekle bir müddet sonra yetinemeyecektir. Liberalizmin öngördüğü toplum düzenin eleştirisi kitapta tam da bu noktada başlar. Bugün birçok iktisadi sistemin temel varsayımı olan ‘kıtlık, az bulunurluk’ (scarcity) problemi ortaya çıkar. Sınırlı kaynaklara rağmen insanları istekleri sonsuzdur. Bu da doğada işlenmiş ya da işlenmemiş her türlü madde için bir arz-talep meselesi ortaya çıkarır ki liberalizm da bu noktadan yayılma şansı bulur kendisine. Artık her şey pazarın bir malı olabilir, maddi olarak bir değer biçilebilir. Pazar yalnızca maddeye değil soyut kavramlara da bir fiyat biçme hakkı görür kendinde ki bu soyut kavram kimi zaman insan emeği olur kimi zaman insan onuru, kimi zaman da vicdanı. Kitapta çarpıcı örneklerini görmek mümkün bu durumun. Örneğin; körler grubundan ‘vicdansız körler’ adı verilen bir grup ortaya çıkar ve hükümetin körlere yolladığı tayınları –tayınların sınırlı olması ve kendilerinin de sayıca kalabalık olması hasebiyle- değiş tokuş karşılığında körlere vereceklerini ilan ederler. Bu meşruiyeti olmayan bir yaptırım olmasına rağmen ucunda hayati bir gereksinim olduğu için körler tarafından kabul edilmek zorundadır. Değiş tokuşun ne karşılığında olacağı meselesi aslında işin can alıcı noktası, belki kırılma noktasıdır. Önceleri para ya da değerli eşyalar karşılığında yapılan alışveriş, körlerin ellerinde verecek bir şey kalmadığında kadınlar karşılığında yapılmaya başlanır. İnsan onurunun ve ahlakın hiçe sayıldığı bir düzene dönüşür sistem. İnsanların açlıklarını gidermeleri onlar için öncelikli hale gelmiştir, bir bencillik hakimdir olaya. Liberallere göre insan özünde/doğasında zaten bencil bir varlıktır. İnsan her zaman mutluluğunu en üst seviyeye çıkarmaya çalışırken acıdan da hep kaçmıştır. Yalnızca bireysel mutluluk/doyum önemli, gerisi teferruattır. Halbuki, kitapta da teşhis edebileceğimiz gibi, insan doğası itibariyle ‘tamamen’ bencil bir varlık değildir. Onu insan yapan, yaşayışı ve kavrayışı itibariyle hayvandan ayıran da bir yanı vardır. Örneğin, kitapta koyu renk gözlüklü genç kız, annesinden ayrılmış olan şehla gözlü çocuğa tıpkı bir anne şefkatiyle yaklaşmakta; görme yeteneğiyle birlikte kaybettiğini düşündüğü insani yönünü hiç değilse bu şekilde canlı tutmaya çalışmaktadır. Zaten az olan yemeğini çocukla paylaşır, gece uyuyunca çocuğun üzerini kontrol eder ve onu kötü olaylara tanık olmaktan alıkoymaya çalışır.

Kitaptaki bir başka ilginç nokta da doktorun karısının körlük salgını boyunca -körlerle aynı koğuşta kalmasına rağmen- görme yetisini kaybetmemesidir. Bu durum aydın-toplum ilişkisini anlama açısından mühimdir. Doktorun karısı körlerin tüm o sefil hallerine şahit olmakta, elinden geldiğince her birinin karınlarını doyurmalarına, temizlenmelerine büyük bir özveri ile yardım etmektedir. Bu durumun doktorun karısına büyük bir ıstırap verdiğini kitapta birçok yerde kendi ağzından duyuyoruz. İşte liberalizmin sonucu ortaya çıkan toplumdaki aydınların da durumu buna benziyor. Kör olan (gözleri gören ama bir nevi kör olan) insanlarda toplumda kendi menfaatlerini korumak için çalışıyor, mücadele ediyor, bazen bir noktadan sonra insani yönlerini kaybediyorlar, ne acı ki kaybettiklerini fark etmiyorlar, el yordamıyla başkasının haklarına uzanıyorlar. Kendilerinden çok şey yitiriyorlar, sistemin öngördüğü (düşünmeyen/ akl’etmeyen) haz ve mutluluk peşinde koşan bireylere dönüşüyorlar ve bunun da adının ‘insanın doğası’ koyuyorlar, o insan doğasını her suçun günah keçisi ilan ediyorlar. Aydının çığlığı ise belki onca kalabalıkta cılız bir seda olarak duyuluyor, belki de fark edilmiyor bile. Hastalığı teşhis edebilen fakat herkese yetecek merhemi olmayan bir hekim gibi.

Kitap olarak Körlük de kendine aynı vazifeyi seçmiş, karşımızda duruyor işte. Bizi uyandırmak istiyor, “Sen bencil değilsin, sen insansın!” diye haykırmak istiyor; fakat sesinin bastırılmasından da korkuyor. İnsanın özüne yabancılaştığı, ahlak ve vidan kavramlarının içlerinin boşaltıldığı çağımızda doktorun karısının yaptığını yapmaya çalışıyor. Elinden gelse hepimizi uyandıracak uykumuzdan.

 

Aralık 2014/ Ankara

ECEM NUR KUŞÇU

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum