Dili sıkılan adam Yusuf Atılgan - Yazan: OYLUM YILMAZ

OYLUM YILMAZ Atılgan, bugün tekrar tekrar okunmakta ve üzerinde düşünülmekten vazgeçilememektedir.

Dili sıkılan adam Yusuf Atılgan - Yazan: OYLUM YILMAZ
00 0000 - 00:00 - Güncelleme: 27 Haziran 2020 - 14:53

1950'lerin içinde bir yerlerdeyiz, iki ana akım yer bulmuş kendine edebiyatın içinde: Toplumcu gerçekçiler ve varoluşçular. Tartışmalar, kavgalar gırla gitmekte. Ancak kıyıda köşede kalmış bir adam, başka bir şeyler yazmakta, yaşamakta, sıkılmakta ve düşünmektedir… Ortada, ağızdan hiç gitmeyen bir kuru tat, iştahsızlık, tekdüzeliğin deliliğe en yakın hali, belki biraz arayış, sevgiye dair zayıf bir inanç ve sıkıntı vardır. Orada bir yerde aniden sıkıntı dile döner, dilin kendisi olur. Ve Yusuf Atılgan var olur! Sıkıntılıdır… Bir alaycı kahkahası bile yoktur Atay misali içimize rahatlık veren. Rahatsızdır… Rahatsızlıktan kendine bir yazın evreni yaratıp yaratıp yok eder. İnsafsızdır… Hümanizm içinde ne zaman ölmüştür bilinmez ama bizim içimizdeki insanı insafsızca en iyi o anlatır. Yine de biliriz ki anlatmak da, yazmak da, düşünmek de, arayışın ta kendisidir. Yusuf Atılgan arar… Onu en çok arayışı ele verir. Ve okurunu kendine bağlar, sevdirir…

Kasaba ve şehir

Ondandır ki, 1950’lerin içinde bir yerlerde, kimseler onu ciddiye almasa da, toplumdan fena halde kopuk olmakla suçlansa da Yusuf Atılgan, bugün tekrar tekrar okunmakta, yazdıkları yeniden basılmakta ve üzerinde düşünülmekten vazgeçilememektedir. O zaman buyurunuz yazarın Can Yayınları’nca tüm eserlerinin yeniden basılması vesilesiyle, kısacık bir portresine…

Yusuf Atılgan kuşağının yazarlarının aksine hem şehir hem de kasaba demektir. Önce şehirden başlayalım, yani “Aylak Adam”dan: “Birden kaldırımlardan taşan kalabalıkta onun da olabileceği aklıma geldi. İçimdeki sıkıntı eridi.” Umutlu ya da belki umutsuz diyebileceğimiz o arayışı daha ilk cümleden itibaren başlatır Yusuf Atılgan “Aylak Adam”da. Bakışın öznesi olarak dolaşır şehirde. Bunun gücünü, iktidarını, rahatlığını yaşar. Ama dramatik bir şekilde yine şehirde dolanırken, yaşarken, bakışın nesnesidir aynı zamanda ve haliyle sıkıntısının, rahatsızlığının haddi hesabı yoktur. Bu sıkıntıyla boğuşur durur kahramanımız. Yani C. Onun adını bile söylemez bize Atılgan. İsim dediğin nedir ki? Daha biz kim olduğumuzu bile bilmeden bize verilmiş anlamsız bir sözcük. Bir insan hakkında fikir verebilecek en son şey…

Aylak adam, adı üstünde hiçbir şey yapmadan dolaşır şehrin, kışın, baharın, yazın ve sonbaharın içinde. Roman dört mevsime bölünmüştür ironik bir şekilde. Zira doğaya dair hiçbir his, hiçbir anlatım zenginliği, sezgi, ifade, ima yoktur metnin içinde. Aylak adam arar, şehrin yarattığı tesadüflerin içinde sürüklenir, kadınların peşine takılır, sinemalara, muhallebicilere girer çıkar, tramvaylara, otobüslere biner, iner… Sıkılır, sıkıntıdan kurtulmaya çalışmaz, sıkılmaktan bir tür varoluş tutturur. Atılgan’ın “Aylak Adam”dan sonra kaleme aldığı “Anayurt Oteli”nin efsaneleşmiş anti-kahramanı, hiç-adamı Zebercet’in var olma mücadelesi ise takıntılar üzerinedir. Üstelik hikâyenin geçtiği taşra kasabasının kendisidir bu defa sıkıntı. Tüm olanaksızlıkları ve tekdüzeliğiyle taşra kasabasının ruh hali Zebercet’in içinde bir nabız gibi atar. Hikâye boyu geciken Ankara treniyle gelen esmer kadının geri dönüşünü bekler Zebercet. Kadın, gelmez… Bütün hayatını bu takıntılı bekleyişe çevirir Zebercet; kadın gelmedikçe, arzu nesnesi eline geçmedikçe, bu hayal kırıklığını giderecek, onun yerine koyacak bir şeyler de bulamaz hayatında. “Aylak Adam” ümitsiz arayışın romanıysa “Anayurt Oteli” bulamayışın romanıdır.

Birlikte düşmek

O zaman tam burada yazarın öykülerine geçebiliriz. İlk bakışta sanıldığının aksine Atılgan’ın öykü karakterleri tutunamayan, kendini bırakan karakterler değildir. Tek amaçları hayata sıkı sıkı sarılmak, onu bırakmamaktır. Atılgan’ın öykülerinde daha da su yüzüne çıkan bu inadın arkasında söz konusu ideal aşk arayışı yatar. Yalansız sevgi arayışı. Bu öyküleri okurken boşlukta düşer gibi hissederiz kendimizi ama tek başına değilizdir sanki, bizimle birlikte düşen, eli elimizde bir sevgili hayali, düşüşe eşlik etmektedir. Bir eşlikçimiz de içimizde hiç doyurulmadan duran cinsel iştahımızdır. Sadece kahramanlar değil, şehrin ve kasabanın kendisi de birer doyurulmamış cinsel arzular bütünüdür yazarın evreninde. Şehir ve kasaba sanki birbirine sürtünerek yaşar, devinir. Ama o kadar. Daha ileri gidilmez, gidilemez. Tramvaylarda birbirlerine sürtünenler, sinemalarda tanımadıkları insanların kollarına yaslananlar, masa altında dizlerini birleştirenler, sözgelimi bir muhallebicide birbirlerinin ellerini bile öpemezler. Kimse gerçekten kendisi olamaz, zevk veremez ve alamaz.

Gelelim son olarak, öfkeye… “Aylak Adam”ın yayımlandığı tarihlerde Yusuf Atılgan’ın toplumdan kopuk bir yazar olmakla eleştirilmesi, onun üzerinde bir öfke yaratmış mıdır, diye düşünürüm hep. Her anlamda toplumun yalanlarından, ikiyüzlülüğünden, çarpıklığından tiksinen, onun içinde gerçek ve saf bir şeyler bulmaya çalışan “Aylak Adam”n niyeti sıkı bir toplumsal eleştiriye imza atmak değilse eğer, ne olabilir ki? Atılgan, yazdığı her metinde, açık açık gösterir bize; toplumsal hayat, bir hastalıktır. Hatta varoluşun kendisi bir hastalıktır. Hastalığı iyileştirmek için yazan kişi hastalığını da, zayıflıklarını da ortaya döker, açık eder Atılgan’a göre. O, eleştirdiği her şeyin ortasına, “Ben de sizlerden biriyim aslında” diyerek çırılçıplak çıkıvermektedir. Ve sanırım tam da bu yüzden bir yazar olarak çok okunmakta, çok sevilmektedir.

Kaynak: http://vatankitap.gazetevatan.com/haber/dili_skilan_adam_yusuf_atilgan/1/24964

 

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum