Dîvânu Lugâti't-Türk ansiklopedisi - Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun

Dîvânu Lugâti't-Türk ansiklopedisi - Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun
18 Mayıs 2020 - 01:16 - Güncelleme: 18 Mayıs 2020 - 01:24

Dîvânu Lugâti’t-Türk sadece bir sözlük değildir. Eski Türk şiirinin en eski kaynaklarından biri, Türk atasözlerininse en eski kaynağıdır. Ercilasun bu çalışmasında Dîvânu Lugâti’t-Türk’teki şiirler ve atasözleri özgün biçimleri ve bugünkü Türkiye Türkçesine aktarmalarıyla vermiştir.

Yeni Şafak’tan İlker Nuri Öztürk’ün yazarımız Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun ile yeni kitabı “Divanu Lugati’t-Türk’teki Şiirler ve Atasözleri” hakkında yaptığı röportajı sizlerle de paylaşıyoruz:

Atasözleri Türk’ün düşüncesini yansıtır

İlker Nuri Öztürk (İNÖ): Türk dilinde atasözü ve şiirin yeri nedir?

Ahmet Bican Ercilasun (ABE): Gerek şiirin gerek atasözünün doğuşunu dilin doğuşuna kadar götürebiliriz. Diller muhtemelen, insanların birbirlerine hitap ettiği tek tek kelimeler halinde ortaya çıkmıştır. Daha sonra kelime grupları ve cümleler oluşmuş, böylece diller, kuralları olan, bütüncül sistemler haline gelmiştir. Türkçenin de bu şekilde oluştuğunu tahmin edebiliriz. Daha ilk oluşma devrinde atasözleri ve şiirlerin de ortaya çıktığını düşünüyorum. Özellikle çeşitli ayin ve törenlerde, belki de müzik eşliğinde paralel ifadelerle ilk nazım örneklerinin meydana gelmiştir.

Önce şiir mi, atasözü mü? Muhtemelen önce şiir. En eski atasözleri belki de sözlü şiirlerden hafızalarda kalmış beyitlerdir. Böyle düşünen edebiyat tarihçileri olduğu gibi, atasözlerinden şiire gidişin olduğunu düşünenler de vardır. Dilin kuruluş dönemi geçtikten sonra şiirlerden hafızalarda kalan atasözleri olduğu gibi (Ziya Paşanın vecize haline gelmiş bazı beyitlerini hatırlayınız.) atasözlerinden de şiire geçilmiş olabilir. Dîvânu Lugâti’t-Türk’ten birkaç atasözü örneği verirsem durum daha iyi anlaşılabilir: Alplar birle uruşma, begler birle turuşma (Alplar ile vuruşma, beğlere karşı durma). Benim “iki kanatlı” adını verdiğim bu atasözünde kanatları alt alta yazarsak bir beyit elde ederiz:

Alplar birle uruşma, 

Begler birle turuşma.

Kafiyesi, redifi yerli yerinde olduğu gibi hece sayısı bakımından da Türk halk şiirinde çok yaygın olan 4+3=7’li hece ölçüsüne tam tamına uyuyor.

Bir örnek daha: Kurug yıgaç egilmes, Kurmış kiriş tügülmes (Kuru ağaç eğilmez, kurulmuş kiriş düğümlenmez). İki kanadı alt alta getirince yine 4+3=7’li bir şiir çıkıyor. Yine hem kafiye hem redif var. Üstelik burada bir de mısra başı kafiyesi (ku-) var:

Kurug yıgaç egilmes,       

Kurmış kiriş tügülmes. 

DLT (Dîvânu Lugâti’t-Türk) içindeki 266 atasözünden 102’si böyle iki kanatlıdır ve kanatlardaki hece sayısı ya aynıdır ya birbirine çok yakındır. Hemen hemen hepsinde de kafiye vardır.

Gerek atasözleri, gerek şiirler, Türk dilinin estetik tarafını yansıtırlar. Atasözleri ayrıca dilden çıkmış olan dünya bakışını ve Türk felsefi düşünüşünü ortaya koyar.

Dîvânu Lugâti’t-Türk ansiklopedisi

İNÖ: Divanu Lugâti’t-Türk’teki atasözü ve şiirlerin esere katkısı nedir?

ABE: DLT, Türkçenin bilinen ilk sözlüğüdür. Türkçeden Arapçaya bir sözlük. Fakat bu tanım DLT’yi anlatmaya yetmez. DLT bir ansiklopedik sözlüktür. 11. yüzyıldaki Türk hayatı, Türk anlayışı, Türk âdet ve gelenekleri, Türk efsane ve destanları gibi pek çok hususta da bize bazen kısa bazen geniş bilgiler sunar. Mesela 24 Oğuz boyunun adını ve damgalarını ilk kez bu eserden öğreniriz. Atasözleri ile şiirler ise kelimelere örnek olarak verilmiştir. Yani kelimenin anlamının verilmesiyle yetinilmemiş, onun dil içinde kullanımına ait örnek de verilmiştir. Ancak bu örnekler o kadar çoktur ki (266 atasözü, 142 dörtlük, 95 beyit) biz bu sayede dönemin âdeta bir atalar sözü külliyatını ve bir şiir antolojisini elde etmiş oluruz. Tabii Kâşgarlı Mahmud, dilin sadece kelimelerden ibaret olmadığının da farkındadır. Tıpkı modern yabancı dil öğretim yöntemlerinde olduğu gibi dille birlikte kültürün de öğretilmesi gerektiğini bilmektedir. Atasözleri ve şiirlerin aynı zamanda Türk bediiyatının ve felsefesinin örnekleri olduğunun da hiç şüphesiz şuurundadır. Şu dörtlüklerde 11. yüzyıl şiirimizin estetiğini biz de görebiliriz:

Etil suwı aka turur,

Kaya tüpi kaka turur,

Balık telim baka turur,

Kölüŋ takı köşerür.

İdil suyu akıp durmada,

Dağ dibini kakıp durmada,

Gölcükler de oluşur orda.

Balık da çok, kurbağa da,

Bu dörtlükte İdil (Volga) ırmağı tasvir edilmiştir. Üçüncü dörtlükteki telim “çok”, baka “kurbağa” demektir. Şu dörtlüklerde de genel bir bahar tasviri vardır:

Tümen çiçek tizildi,                                       

Bükünden ol yazıldı,                                     

Üküş yatıp özeldi,                                       

Yirde kopa adrışur.

Bin bir çiçek dizildi,

Tomurcuklar açıldı,

Aylarca yatıp ezildi,

Yerden çıkıp ayrışır.

Kızıl sarıg arkaşıp,                             

Yipgin yaşıl yüzkeşip,                         

Bir birgerü yörgeşip,                                   

Yalŋuk anı taŋlaşur.

Al sarı sırt sırta verir,

Mor yeşil yüz yüze vurur,

Birbirine sarılıp durur,

İnsanlar bakıp şaşırır.

Son dörtlüğün ikinci mısraına bakar mısınız? Bütün kelimeler y- ile başlıyor. Hazırladığım kitapta, şiirleri açıkladığım gibi buna benzer ahenk unsurlarını da hep gösterdim.

Şiirlerdeki ahenk

İNÖ: Şiirlerdeki ahenk, söyleyiş ve konulara baktığınızda nasıl bir toplum görüyorsunuz? Metinler bize hangi ipuçlarını veriyor?

ABE: Bir kere o dönem Türkçesinin şairlere verdiği bütün ahenk unsurlarından faydalanılmıştır. Kafiyeler, redifler, ses tekrarları, hece ölçüleri, çeşitli edebî sanatlar… Teşbihler, teşhisler…

Şu beyit dört başı mamur bir tablodur:

Kim ayıp iştür kulak: 

Ay evi artuç butak.

Kim der, hangi kulak işitir:

Ayın evi ardıç dalıdır.

İki mısralık bu tabloda yansıtılan manzara şudur. Havanın açık olduğu bir gece. Ay, on dördünde, yani dolunay. Önde bir ardıç ağacı ve dolunay sanki ardıcın dalına konmuş. Ardıcın yanında narin bir kız düşünebilirsiniz. Kızın bedeni ardıcın dalıdır. Yüzü de dala konmuş dolunay. Yani bu küçücük şiirde istiare sanatıyla bir tablo çizilmiştir. Keşke ressamlarımız bu şiirlerin yanında böyle tablolar yapsalar.

Şiirlerden toplu olarak gördüğümüz şudur: Yerleşik hayatla, konar göçer toplum âdeta bir aradadır. Daha doğrusu yakın zamana kadar Toroslarda görüldüğü gibi bir yaylak kışlak hayatı vardır. Bir yanda kır hayatı, bir yanda yerleşik toplumun bütün görünüşleri. Aşk var, ticaret var, bilgelik var, öğütler var. Fakat her şeyden önce savaşçı bir toplum var. Şiirlerin pek çoğu savaşlarla ilgilidir.

İNÖ: Divanu Lugâti’t-Türk ve Kâşgarlı Mahmud ile birlikte Yusuf Has Hacib, Edib Ahmed üzerine yapılan çalışmalar sizce yeterli mi?

ABE: Hem Türkiye’de hem Türk dünyasında hem de yabanca Türkoloji çevrelerinde bu eserlerle ilgili çok çalışma yapıldı. Özellikle son 30 yılda çalışmalar çok arttı. Fakat bu eserler o kadar önemli ve o kadar çok şey barındırıyor ki üzerlerinde ne kadar çalışılsa az. Her çalışma yeni bir katkı sağlıyor. Belki artık sanatçılara da iş düşüyor. Romancılara, şairlere, ressamlara, filmcilere. Bu vesileyle DLT hakkında Feyzi Ersoy tarafından “Bir Kitaba Tutuldum” adıyla güzel bir roman yazıldığını da belirteyim. Bir de henüz basılmamış bir çocuk romanı var. O da basılırsa Türkiye’de DLT hakkında ikinci bir roman olacak. Benim bildiğim Kâşgarlı Mahmud hakkında Uygurların yazdığı bir roman da var. Doğu Türkistan ressamları Kâşgarlı’nın güzel portrelerini de yapmışlar. Ayrıca Kâşgar’da mezarının bulunduğu yerde heykeli de var.

Prof. Dr. Ahmet Bican ERCİLASUN

Tilki kendi inine ürüse uyuz olur

İNÖ: Son dönemde artan Türkçe tahribi ve yabancı söz kullanımı hakkında ne söylemek istersiniz? Türkçe bizim için neden önemli? Onu nasıl koruyabiliriz?

ABE: Dil hem korunmalı hem geliştirilmeli. DLT elbette dilimizin, özellikle dilimizin, edebiyatımızın ve kültürümüzün temel metinlerinden biridir. Ama sadece DLT değil. Orhun Abideleri, Kutadgu Bilig, Oğuz Kağan Destanı, Dede Korkut Kitabı, Yunus Emre, Mevlid, Ali Şir Nevayi, Fuzuli… Bütün bunlar temel metinlerimiz. Türk dili ve edebiyatı çok zengin. Yüzlercesi var. Tabii bütün bu saydığım eserlerdeki dil, bugünün dili değil. Ama bugünün dilini kullanacak olan yazarlar ve şairlerin bilip anlaması gereken eserler. Türk aydını olabilmek için asgari şart, temel eserlerimizi bilmektir. İşte dil hassasiyeti de bu bilgi ve birikime dayanır. Kendi dilinin temel eserlerini bilmeyen, onların hiç olmazsa bir kısmını okuyup sindirmeyen, zevkine varmayan bir insanda dil hassasiyeti bekleyemezsiniz. “Ben Ömer Seyfettin’in hikâyelerini çok seviyorum, ben Yahya Kemal’in şiirlerine bayılıyorum, ah Fuzuli, lirizmin büyük ismi!” Bu birikim ve duygulanmalara sahip olmayan insan, bu isimlerdeki dilin zevkine varmamış insan dile karşı hassasiyet gösteremez.

İnsanların büyük çoğunluğu için dil sadece bir iletişim vasıtasıdır. İnsanlarla iletişim kurarken işini görüyorsa insana bu kadarı yeterli gelir. Şu veya bu kelimeyi kullanmış, fark etmez. İletişimini sağlıyor, meramını anlatıyor ya, bu kâfi.

Maalesef dilcilerin, dil bilimcilerin de birçoğu dili “iletişim aracı” olarak tarif ediyorlar. Bu yanlıştır. Dil, evet, her şeyden önce bir iletişim aracıdır ama bundan ibaret değildir. Dil bir milletin bütün bir tarihi, kültürü ve edebiyatıdır. Daha somut söyleyeyim. Türkçe, Yahya Kemal’dir; Türkçe, Yakup Kadri’dir; Türkçe Sait Faik’tir; Türkçe annemizin ağzındaki ninnidir; Türkçe dedelerimizin dillerinden dökülen öğütlerdir, atasözleridir; Türkçe türkülerimiz, şarkılarımız, manilerimizdir. İşte dili bütün bu görünüşleriyle bilirsek o zaman hiç korkmayalım, dile hiçbir şey olmaz.

Eksik olan insanlarımızda bu bilgi, birikim ve kültürün olmayışıdır. Bu da eğitim işidir. Türk millî eğitimi belki 50-60 yıldan beri bu birikimi vermiyor, veremiyor. Yani asıl mesele eğitimdir. Daha açık söyleyeyim, eğitimin âdeta “hiçbir şey öğretmeme” ilkesine dayanmasıdır.

Demek ki işe eğitimden başlamak gerekiyor. Bunun için de yöneticilerin, eğitimin öneminin farkına varması ve eğitim sistemini “bir şeyler öğretir” hâle getirmesi gerekiyor.

Türkçenin bizim için neden önemli olduğu da her hâlde bu satırlardan anlaşılmış oluyor. Çevremizdeki insanlarla dille iletişim kuruyoruz, yani dille anlaşıyoruz. Ama Türkçe şart değil, herhangi bir dille anlaşabiliriz. Bütün kültürümüz Türkçede saklı olduğu için Türkçe önemli. Kültür de milleti yapan, yani bizi Türk yapan asli unsur. Türkçe kullandığımız için, kültürümüz bu dille bize aktarıldığı için ve gelecek nesillere de bu dille aktarılacağı için geçmiş, yaşayan ve gelecek nesiller Türk’tür. Bir başka ifadeyle Türkçe ve onun taşıdığı kültür bizim manevi varlığımızdır. Bütün insanlar da maddi ve manevi taraflarıyla insandırlar. Yani yalnız Türklüğümüz değil, insanlığımız da dilden ve kültürden geliyor.

DLT’deki atasözlerinden biri şöyle: Erdem başı tıl. Yani erdemin başı dildir. Birebir açıklama böyle. Bir de Kâşgarlı’nın açıklamasına bakalım: “İyi ve övülmeye değer işin başı dildir. İyi konuşmayı bilen onunla şeref kazanır.”

Son bir atasözüyle bitirelim: Tilkü öz inke ürse uduz bolur. Yani tilki kendi inine ürüse uyuz olur. Bu atasözü hakkında Kâşgarlı Mahmud’un açıklaması da çok ibret vericidir: “Bu (atasözü), kabilesini, aşiretini, kendi ülkesini inkâr ederek ve ayıplayarak kötüleyen kimseler için kullanılır.” Kabile ve ülkeye, “dil”i de ekleyebiliriz. Kendi dilini inkâr eden, kötüleyen de inine ürüyen tilki gibi uyuz olur.

*15 Mayıs 2020’de Yeni Şafak gazetesinin Kitap Eki’nde çıkan röportajın tam metnidir.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum