Cengiz Dağcı ve II. Dünya Savaşında Türkistan Lejyonerleri - Yazan: Prof. Dr. Abdulvahap KARA

Cengiz Dağcı ve II. Dünya Savaşında Türkistan Lejyonerleri - Yazan: Prof. Dr. Abdulvahap KARA
17 Kasım 2019 - 16:10 - Güncelleme: 17 Kasım 2019 - 16:27

Cengiz Dağcı ve II. Dünya Savaşında Türkistan Lejyonerleri

Dünya tarihinin en kanlı ve karanlık sayfalarından birisinin 1939-1945 yılları arasında yaşanan II. Dünya Savaşı olduğu malumdur. Aradan 70 yıldan fazla bir zaman geçmesine rağmen 60 milyondan fazla insanın hayatını kaybettiği bu savaştan çıkarılacak çok dersler vardır. Bu tahripkar savaştan insanların çektiği çileler ve acılar kelimelerle ifade edilemez. Cengiz Dağcı bu savaşın tam içinde yer alan ve yaşadıklarını usta bir şekilde kaleme dökebilen ender usta yazarlardan birisidir. Onun yazdıklarını tekrar tekrar okumak ve üzerinde düşünmek zorundayız. Ama maalesef onun kitapları Türkçe dışında hiçbir dile çevrilmemiş durumdadır. Son zamanlarda onunla ilgili belgeseller yayınlanması ve bir film yapılması  olumlu bir gelişmedir. Bu konuda daha çok filmler, hatta televizyon dizileri yapılmalıdır. Ancak, o zaman Dağcı’nın yazdıkları halka mal olur ve yazdıklarından dersler alınır.

II. Dünya Savaşı’nın en çileli insanları Cengiz Dağcı ve onun Türkistan Lejyonerlerindeki arkadaşlarıdır. Çünkü bunlar Stalinizm ve Hitlerizm arasında kaldılar; yani en büyük iki diktatörünün baskısına birden maruz kalan insanlardır. Oysa savaşın diğer kurbanları öyle değil. Ya Hitler’in veya Stalin’in kurbanlarıydılar.

Savaşın bu en çileli kurbanları olan Türkistan Lejyonerleri meselesi ile ilk defa 1997-2002 yılları arasında Mustafa Çokay konulu doktora çalışmalarım esnasında karşılaştım. Bilindiği gibi 1917 Ekim Devrimi sırasında Kazakistan’ın milli devlet yapılanması için mücadele eden Alaş Milli Hareketi içinde yer alan ve 1917 Kasımında ilan edilen Türkistan Muhtariyeti Hükümeti’nin Başkanı olan Çokay Bolşeviklerin üstün gelmesinden sonra 1921’de Avrupa’ya geçerek Sovyet yönetimine karşı ülkesinin ve diğer Türkistanlıların bağımsızlığı için fikri mücadele etmişti. II. Dünya Savaşında Naziler tarafından Paris’te tutuklanarak esir kamplarına getirilen Çokay’a burada Türkistan Lejyonerleri projesinin başına geçmesi istedi. Ancak Çokay kabul etmedi ve evine dönmek istedi. Esir kamplarından Paris’e giderken Berlin’de 27 Aralık 1941’de şüpheli bir biçimde vefat etti.

Çokay’ın ölümünden dört ay sonra Nisan 1942’de Sovyet ordusundan esir düşen Türkistanlı askerlerden oluşturulan Türkistan Lejyonerleri hayata geçirildi. Bunlar savaştan önce Stalin’in kızıl terörüne mazur kalan halkların mensuplarıydı. Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan gibi savaşın cereyan etmediği ülkelerden askere alınarak kendi iradeleri dışında cephelere sürülmüştü. Nazilere esir düştüklerinde ise bir başka zulümle karşı karşıya kalmışlardı. Daha sonra savaş bitmiş, ama onların çilesi yine bitmemişti. Araştırmalarım sırasında onların bu korkunç durumu beni çok düşündürmüştü.

Mustafa Çokay Evinde Yaş Türkistan'ı Hazırlarken (Nogent Sur Marne - 1930)

Mustafa Çokay

Kafamı birçok sorular kurcalamaya başlamıştı. Acaba bu insanlar Sovyet ordusundan Nazilere ilk esir düştüklerine üzüldüler mi, yoksa sevindiler mi? Daha sonra esir kamplarında Nazi zulmüyle karşılaşınca nasıl bir hayal kırıklığı yaşadılar? Nazi esir kamplarında nelerle karşılaştılar? Türkistan Lejyonuna kabul edilip esir kamplarından kurtulduklarında ve Nazi asker elbisesi giydikleri nasıl bir duygu yaşadılar? Savaş bitti, ama onların çilesi yine bitmemişti. Çünkü, Stalin savaş esirlerini vatan haini ilan etmişti. Ülkelerine dönerlerse idam dâhil, en ağır cezalara çarptırılacaklardı. Herkes savaş bitti diyerek mutluluk şarkıları söyleyerek evlerine, yurtlarına dönerken, onların ortada vatansız kalmaları nasıl bir duyguydu? Bu soruların cevaplarını tarih kitaplarından veya arşiv belgelerinde bulamazsınız.

Bu sorulara cevaplar sadece Cengiz Dağcı’da, onun romanlarındaydı. Çünkü romanların insanın iç dünyasını anlatan eserlerdir. Türkistan Lejyonerlerinin yaşadıkları tüm sıkıntıları ve çileleri o başarılı bir şekilde romanlarına yansıtabilmişti. Çünkü, o da bir Türkistan Lejyoneriydi. Tüm sıkıntıları o da çekmişti. Yazar olarak yetenekli olmalıydı ki, tüm yaşadıklarını eserlerinde aksettirebilmişti.

Ayrıca Dağcı tarihi misyonunu da biliyordu. Onun misyonunu kendisinin ve çilekeş arkadaşlarının yaşadıklarını, uğradıkları haksızlıkları dünyaya anlatmaktı. Bu sebeple, savaşın sonunda, Dağcı için hatıraları yazıp bitirmek hayatının en önemli görevidir. Bunu ne pahasına olursa olsun tamamlamak azmindedir. Bu düşüncesini Yurdunu Kaybeden Adam romanında şu sözlerle belirtir: “…Ben kendi dünyamda yaşarken onlar da benimle birlikte yaşamadılar. Yarın dünyamdan ayrılacağımı bilsem, birkaç yarım yamalak satırla “Hatıraları” yazar ve bitirirdim.”  Korkunç Yıllar romanında da bunun için yaşamakta olduğunu şu satırlarla ifade eder: “Ölmüş kahramanların heykellerini ölüler değil, yaşayanlar yükseltirler. Onların ruhlarını içimden çıkarıp bir heykel haline getirmek için ben hayatta kalmalıyım.”

Böylece Dağcı önemli bir misyonu yerine getiriyordu. Gelişmiş ülkelerde II. Dünya Savaşı ile ilgili hatıratlara büyük önem verilmektedir. Mesela, ülkesi Nazilerce işgal edilen Hollanda Eğitim Bakanı savaştan sonra Londra radyosundan halkına şöyle seslenmişti: “Hollanda halkı Alman işgali sırasında çektikleri acıları kaydedip biriktirip bunları savaştan sonra yayınlamak zorundadır.” Bu sözler, 15 yaşındaki Anna Frank’a Amsterdam’da Nazilerden saklanan ailesiyle yaşadıklarını yazmasına sebep olur. Savaşta ölen Frank’ın yazıları daha sonra bulunarak kitaplaştırıldı ve birçok dillere de çevrildi. Kitap Almanya’da hiçbir kitapçının vitrinine konulmadığı halde yüzbinlerce sattı. Oyun haline getirildi. Ancak, bu tip çalışmalar maalesef savaşın acılarını yaşamış Türk ülkelerinde çoğunlukla göz ardı edilmekte olduğunu üzülerek söylemeliyim.

Cengiz Dağcı’nın kendine biçtiği misyonunu başarılı bir şekilde yerine getirdiğini ifade edebiliriz. Çünkü eserlerindeki tasvirler ve askerlerin duygu ve düşünceleri çok canlıdır. Birçok detayı da romanlarına yansıtabilmiştir. Onun bu başarısını sadece kaleminin kuvvetine ve ifade gücüne bağlayamayız. Bize göre, onun başarının en önemli bir diğer unsuru da onun savaşla ilgili romanlarını daha savaş bitmeden, 1945’in ilk aylarında Berlin’de bombalar düşerken yazmaya başlamış olmasıdır. Böylece savaşın anıları daha tazeyken onları kağıda dökebilmiştir. Biz bazı Türkistan Lejyonu mensuplarının savaştan 40-50 yıl sonra SSCB çöktükten sonra kaleme aldıkları hatıralarını okuduğumuzda yaşadıkları birçok detayı yazamadıklarını, unuttuklarını tespit ettik. Bu sebeple anılarını zaman geçirmeden sıcağı sıcağına yazmış olması isabetli olmuştur.

Ayrıca Dağcı’nın anılarını hatırat şeklinde değil de, roman şeklinde yazmış olması da ayrı bir öneme haizdir. Genelde insanlar yaşadıkları önemli olayları hatırat şeklinde yazma eğilimindedir. Ama Dağcı öyle yapmamış, önce roman şeklinde kaleme almıştır. Hatıralarını çok sonra 1998’de kaleme alacaktır. Onun gençliğindeki roman yazma tutkusu, belki de onu bu yola sevk etmiş olmalıdır. Çünkü, Dağcı, eserine yazarlık hevesiyle başladığını Korkunç Yıllar’da şu sözlerle dile getirir: “Şimdi hürriyetimin hudutlarına yaklaştıkça, bu “Hatıralar” masalını uzattıkça uzatmak istiyorum. Sende hala o yazarlık hevesi mi var? Uzun söylemekle çok can sıkacağım biliyorum, ama ne zararı var. Bu hikaye sevdiklerime ait olduğu kadar, kendime de aittir.”

Ne sebeple olursa olsun Dağcı’nın anılarını roman olarak kaleme alması özel bir değere sahiptir. Çünkü, bu romanlar, II. Dünya Savaşı’ndaki Türkistan Lejyonerlerinin iç dünyasını günümüze ulaştıran yegane kaynak durumundadır. Dağcı hatıralarını roman şeklinde yazmakla, Hitler ve Stalin gibi dünyanın en acımasız iki diktatörü arasında kalan insanların iç dünyasında esen fırtınaları bir nebze olsun tarihe aksettirmiştir. Bunu yaparken de başarılı bir romancı olduğunu ispatlamıştır. Edebiyat araştırmacısı Orhan Söylemez, Dağcı’nın “Korkunç Yıllar” ve “Yurdunu Kaybeden Adam” romanlarında anlatılanların kuru tarihi bilgiler olmadığını, o dönemi yaşayanların duygularını, endişe ve düşüncelerini ortaya koyabildiğini ifade etmektedir. Böylece biz Dağcı’nın romanları sayesinde o inanılması güç anlarda askerlerin nasıl bir halet-i ruhiye içinde olduğu hakkında fikir sahibi olabiliyoruz.

Dağcı’nın romanlarından sadece ikisi tamamen savaş anılarına ayrılmıştır. İlk romanı Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam adıyla iki cilt halinde 1956’da İstanbul’da yayınlandı. İkinci romanı bundan tam 40 yıl sonra 1996’da yine İstanbul’da Biz Beraber Geçtik Bu Yolu adıyla neşredildi.

Birinci romanın, yani “Korkunç Yıllar” ve Yurdunu Kaybeden Adam”’da Cengiz Dağcı’yı canlandıran karakterin ismi Sadık Turan, ikinci romanda, yani “Biz Beraber Geçtik Bu Yolu”’nda ise İzmail Tavlı’dır. İkinci roman Dağcı’nın çok sevdiği fedâkar eşi Regina’nın hastalandığı zaman kaleme alındı.

 “Korkunç Yıllar” ve “Yurdunu Kaybeden Adam”’da Dağcı daha savaş bitmeden duygu ve düşüncelerini eserine yansıtmaktadır. “Biz Beraber Geçtik Bu Yolu” romanı ise savaştan yaklaşık 50 yıl sonra Dağcı’nın savaş günleri ve anılarıyla hesaplaşmasıdır. Bir başka deyişle, Sadık Turan savaşın taze duygularını, İzmail Tavlı ise 50 yıl sonra o anılarda gezinirken ortaya çıkan duygu ve düşünceleri yansıtır. Bu yüzden olsa gerek Dağcı, aynı sahneleri iki farklı kişiliğe yaşatmaktadır.

Dağcı’nın roman kahramanına Sadık Turan adını vermesi tesadüf değil, bilinçli bir tercihtir. Cengiz Dağcı üzerine araştırmalarıyla tanınan Prof. Dr. İbdrahim Şahin, Dağcı’nın turan ülküsüne olan inancını Sadık Turan adıyla yaşatmak istediğine işaret eder. Çünkü, Dağcı, Türkistan Lejyonu günlerinde “müebbet ülke turan” idealine inandı. Türkistan Lejyonundaki arkadaşları Turan’a olan sadakatleri uğruna hayatlarını kurban etmişlerdi. Dağcı, böylece kahramanına Sadık Turan adını vermekle ölen arkadaşlarının anısına verdiği değeri göstermektedir.

Dağcı 1940 kışında Sovyet ordusuna alındı. Orduya katılırken Dağcı elbette savaşta nelere şahit olacağından ve savaştan sonra da edebiyat alanında eserler vermeye devam edeceğinden ve Türkiye’de meşhur olacağından habersizdi. Onun hayatı ve eserleri hakkında araştırmalar yapan İsa Kocakaplan “Dağcı, 1940 Aralığında askere çağrıldığı günlerde, Kırım’dan kalkan bir bulut olup Türkiye’ye yağacağını bilmiyordu”, demektedir.

Cengiz Dağcı 9 Ağustos 1941’de öğle saatlerinde Ukrayna’da Bug Nehri kıyısında Almanlara esir düştü. “Korkunç Yıllar” romanının kahramanı Sadık Turan ve “Biz Beraber Geçtik Bu Yolu” romanının kahramanı İzmail Tavlı da Bug Nehri kıyısında Almanlara esir düşmektedir. Dağcı hatıralarında bu konuya değinerek şunları söylemektedir: “Ben ne Sadık Turanım, ne de İzmail Tavlı. Ne var ki, her iki olayla benim o günkü durumum arasında yakınlık ve benzerlik var. Her iki romanımda da o günkü gerçek durumumdan istifade edildi.”

Peki, Dağcı esir düştüğüne üzüldü mü? Romanlarındaki ifadelerine bakarsak, hayır, üzülmedi. Hatta sevinmişti bile diyebiliriz. Çünkü esir düşmekle ateş kasırgasından sağ salim çıkmış oluyordu. Dağcı “Korkunç Yıllar” romanında esaretin harpsiz, ateşsiz ve ölümsüz geçen ilk günün, Sadık Turan’a cennet gibi geldiğini yazar. “Biz Beraber Geçtik Bu Yolu” romanında Tavlı da benzer duygular içindedir. Bu durumu Teğmen Tavlı ile Ukraynalı Çavuş Boyko arasında geçen bir diyalog ortaya koyar. Teğmen Tavlı, Almanlara esir düştüğü için coşkulu bir sevinç gösteren Boyko’ya esir olduklarını hatırlatır. Bunun üzerine Boyko “Ne fark eder? Eskiden de esirdik. Her zaman esir olduk. Canımızı kurtardık ya!.. Savaş bitti bizim için. Sağız. Yaşıyoruz. Önemli olan yaşamak!” der.

Ancak Almanlara esir düşen Dağcı’nın sevinci uzun sürmeyecekti. Nazi esaretinin savaşın ağır şartlarından çok daha beter olduğunu çok geçmeden anlayacaktı. Esir düştüğü günün akşamı Bug Nehrine yakın bir köyde, karanlık bir ahıra kapatıldı. Ahırda başka esirler de vardı. 11 Ağustos akşamı ahıra bir grup esir daha getirildi ve sayı beş yüze çıktı. Ahır o kadar dolmuştu ki, insanlar sabaha kadar ayakta durmak zorunda kaldı.

Nazi esir kamplarındaki ağır şartları gören ve daha kamptaki ikinci gün çizmesi ayağından alınan Dağcı “Korkunç Yıllar” romanında Turan’ın ağzından duygularını şöyle aktarır: “Alman çavuşun ayağımdan çizmeleri aldığı gün hiç kimseyle konuşmadım. O gün benim için yeni bir hayat başlıyordu… Yeni hayatta, hayat için savaşmanın lüzumunu hissediyorum. Bundan dolayı da herkesten nefret ediyorum. Tekrar cepheye dönmeye, harp etmeye razıydım. Kime karşı? Kime karşı olursa olsun! Ne uğurda olursa olsun! Neyin şerefine olursa olsun! Yalnız bu dört duvar arasındaki hayat için olmasın. Yalnız bu insanların arasından çıkayım.”

Esirlerin getirildiği kamptaki meydan çok kalabalıktı. Esirlerin çoğu elbiselerindeki bitleri temizlemekle meşguldü. Orada burada hareketsiz yatan esirler göze çarpıyordu. Bunların öldükleri, ancak cesetleri iki üç gün sonra kokmaya başladıklarında anlaşılıyor ve ölüler bir duvarın dibine odun yığılır gibi yığılıyordu.

Gece olunca meydanda yatacak bir yer bulmak yeni gelen esirler için büyük bir sorundu. Kırmızı yapılar kapı pencerelerine kadar tıklım tıklım insan doluydu. Yer bulmak da mümkün değildi. Her yerde ağlayan, inleyen, uyuyan insanlar vardı. Yanlışlıkla bunlardan birine basacak olursanız, kızgın sesler ve küfürler yükseliyordu. Hatta tekme tokat saldıranlar da çıkıyordu. Dağcı’nın buradaki duyguları “Korkunç Yıllar” romanında Turan’ın ağzından şöyle yer almaktadır: “Yarabbim bu ne zulüm! Ömrümde ilk defa olarak kurtuluş ümidi bulunmayan bir yerde olduğumu anlıyorum.”

Kampta durum günden güne kötüleşiyordu. Esirlere bir hafta boyunca yiyecek hiçbir şey verilmedi. Her gün yüzden fazla esir açlık, susuzluk ve hastalıklardan ölüyordu. Bir sabah, meydanın köşesindeki hoparlörden yemek verileceği ilan edildi. Ayrıca yemek dağıtımı esnasında intizam bozulduğu takdirde ateş açılacağı da ikaz edildi.

Kuyruğa giren esirler, sıraları geldikçe, mutfaktan verilen elli gram ekmek ve yarım litre çorbayı alıyordu. Çorbaları konserve kutularına, kutuları olmayanlar ise şapkalarına doldurtuyorlardı. Çorbasını ve ekmeğini alan esirler, arkadaşlarına sırtlarını dönerek adeta bir günah işliyormuşçasına gizli gizli yiyorlardı.

 “Biz Beraber Geçtik Bu Yolu” romanından, konserve kutularının esirlerin en değerli eşyalarından biri olduğunu anlıyoruz. Esirler bin bir güçlükle temin ettikleri kutularını yanlarından hiçbir zaman ayırmıyorlardı. Bunun için konserve kutusunu açtıkları iki delikten geçirdikleri iple gündüzleri kemerlerine bağlıyorlar, gece ise başlarının altında korumaya alıyorlardı.

Çorba, yeşil renkli bir sıvı, ekmek de taşlı, samanlı ve tuğla gibi sertti. Ama günlerce aç kalıp hiçbir şey yememiş olan Dağcı’ya bu ekmekler, o güne değin yedikleri ekmeklerin içindeki en lezzetlisi gibi geliyordu.

Dağcı’nın “Biz Beraber Geçtik Bu Yolu” romanındaki ifadesine göre, nda geçen her ay, bir asra bedeldi. Burada yenen bir lokma ekmek, o kadar değerliydi ki, neredeyse, dört başı mamur bir bayram sofrasına eşitti. Kamptaki eziyet ve sıkıntı onu o kadar sarsmıştı ki, hayata bakışını dramatik bir biçimde değiştirmişti. O artık kentlerin insanlar için inşa edildiğine inanmıyor, bu insanların da Tanrı tarafından yaratılmış olduklarından şüphe ediyordu. Kirovograd’da yalnız insanlar değil, güneşin ışığı, gecelerin karanlığı, yağan yağmur ve hatta kar bile bir başkaydı.

hkkruykryukyukyukryukruky

Türk Armaları

Evet, esaret böyle korkunçtu.  Bundan kurtulmanın, kamptan sağ çıkmanın tek yolu Türkistan ve diğer lejyonlara katılmaktı.  Cengiz Dağcı da böyle yaptı ve Türkistan Lejyonuna katılmak üzere kamyona binerek yola çıktı. Dağcı o andaki duygularını hatıralarında şu şekilde dile getirmektedir: “Yolculuğumuz sırasında kendimin Türkistanlı esirler arasında bulunduğumuzu anladım. Ne ki, (ben de dahil) nereye götürüldüğümüzün farkında değildik. Oysa Özbekler arasında yer alan konuşmalarda Türkistan Lejyonu ve Türkistan Ordusu gibi anlayabildiğim kelimeler geliyordu kulağıma. Öyle bir anda (kendimin farkında olmadığım) içimde uyuyan duyguların uyandıklarını hissediyor, karanlığın içinden çıkmış muhteşem bir tablo ışıldıyordu gözlerimin önünde: Türkistan Ordusu… Genç ömrümde hiç telaffuz edemediğim bu iki kelime gül gibi açılıyordu susamış kuru dudaklarımda.”

Güneşli bir Nisan sabahı Varşova’nın 30 km güneydoğusunda Legionova Kasabasına ulaştılar. Kamyon burada bir askeri kampın önünde durdu. Kampın ortasında duvarları kerpiç, damı çinko iki katlı kumandanlık binası ve çevresinde ahşap barakalar yer alıyordu. Eskiden Polonya ordu karargahı olan bu yer, bir esir kampı değildi. Burası bir eğitim kampıydı. Sovyet ordusundan esir düşen Türk kökenli askerler eğitiliyordu.

Eğitilen askerlerden Alman ordusu kadrosu içinde Türkistan Lejyonu oluşturuluyordu. Lejyon, Dağcı Legionova’ya gelmeden bir ay önce kurulmuş olmalıydı. “Korkunç Yıllar” romanında bir esir kendisine şöyle der: “Bir ay oluyor. Berlin’den adamlar geldiler. Aralarında Almanca’yı su gibi bilenler vardı. Bizi meydanda topladılar, ateşli nutuklar söylediler. Türkistan’ın hürriyeti uğruna savaşmak için bizi silaha sarılmaya çağırdılar.”

Artık Dağcı’nın hayatında yeni bir dönemin başladığı aşikardı. Dağcı, hayatının bundan sonraki bölümünün nasıl olacağını bilmese de, esir kamplarındaki hayatından çok daha iyi olacağını seziyordu. En azından yalnızlık çekmeyecekti. Dili, dini, kökeni ve tarihi ortak insanlar ile beraber olacaktı. Sıkıntıya düştüğünde elinden tutacak, ayağa kaldıracak birileri her zaman yanında olacaktı.

Kampa geldikten hemen sonra yemek verdiler. Daha sonra hamama girip temizlenmeleri sağlandı ve Alman üniformaları dağıtıldı. Üniformalar yeni değildi. Prusya ordusundan kalan eski üniformalardı. Üniformaların kol yenlerine üç beyaz minareli Semerkant camisi ve çevresine de “Allah bizimledir” yazısı işlenmişti. Üstlerine giydikleri bedenlerine uymayan eski üniformalarla halleri hem gülünç, hem de acıklıydı.

Şubat 1943’te Krakov Kampına getirilip Türkistan Lejyonuna dâhil edilen İkram Han lejyondaki ilk gününü şöyle anlatmaktadır: “Sovyet Ordusunda rüyamıza dahi girmeyen çikolataları yiyip, sigaraları içtik ve barakalarda yattık. Sabah erkenden banyo yaptık. Çıkarken yeni Alman asker üniformalarını giydik. 8-9 ay cephelerde doğru dürüst yıkayamadığımız üniformayı çöpe attık. Banyodan çıkışta Almanların elimize üniforma verip “bunları giyin” demesi bize sürpriz oldu. Giyerken birbirimize bakıp hayretten ne diyeceğimizi bilmiyorduk. “Neydik, ne oluyoruz?” şeklinde şaşkın şaşkın düşünürken, aramızdan birisi “Vallahi sonunda Alman askeri de olduk. Bu da kaderimizmiş” dedi. Herkes bu acayip duruma kısmet diyerek güldü.”

Dağcı yabancı üniforma içinde önce vücudunun üşüdüğünü, sonra duygusallığını yitirdiğini, ardından da vücudunun kirlendiğini hissetti. Daha birkaç gün öncesine kadar kendilerini esir eden ve her türlü zulmü yapan ordunun üniformalarını giymek kendisini şaşkına çevirmişti.

Ancak, Dağcı huzursuzdu. Her sabah giydiği Alman üniforması demirden dar bir kalıp gibi ruhunu sıkıyordu. Boğulur gibi oluyordu. Derslerden boş kaldığı vakitlerde, karargahın en kuytu yerindeki çam ağaçlarının gölgesinde için için ağlıyordu.

Dağcı ve Alman üniformalarını giyen diğer askerler dışarı çıktıklarında, Alman askerlerinin meydanın ortasına bir ateş yaktıklarını gördüler. Bir Kazak subay Rusça konuşma yaptı: “Sizler için esirlik bitmiş bulunmaktadır. Bizimle beraber memleketinizi düşmanlardan temizleyeceğinize ve sizlere emanet ettiğimiz, sırtınızdaki o Alman üniformasının şerefini bir Alman gibi koruyacağınıza inanıyoruz.” Subay sözünü bitirdikten sonra herkesten çıkardıkları Sovyet üniformalarını koşarak ateşe atmalarını istedi. Askerler eski üniformalarını ateşe atarken, Almanlar kahkahadan kırılıyordu.

Dağcı’nın Türkistan Lejyonunda en büyük tesellisi, Türkistan’ın bağımsızlık mücadelesi için eğitilmeleriydi. Aslında kendisi Türkistanlı olarak görmüyordu. O Kırımlıydı. Fakat onun için Türkistan’ın bağımsızlığı, Kırım’ın bağımsızlığı kadar önemliydi. Kırım Türklerinin fikir ve düşünce adamı İsmail Gaspıralı aklına geliyordu. O da Türkistan halklarının bütünlüğü ve bağımsızlığı için mücadele etmişti. Türkistanlı askerlerin aralarında tek Kırımlı olduğu için kendisine saygı gösterdiklerinin de farkındaydı.

Lejyon askerleri için iki kutsal kelime vardı: Türkistan ve bağımsızlık. Bunun için savaşacak ve bunun için öleceklerdi. Vatanlarındaki dini ve manevi değerlere sahip çıkacaklardı.

Her sabah talime çıkmadan önce tabur imamları vaaz ve nasihatte bulunuyordu. Bu imamların, “Camilerimizi dine inanmayan ateist Ruslardan kurtaracak mıyız?” sorusuna askerler hep bir ağızdan “Kurtaracağız” diye cevap veriyorlardı. Lejyonlar arasında dil meselesi de önemli bir yer teşkil ediyordu. Ana dile sahip çıkmak da bir vatanseverlik olarak görülüyordu. Askerlerden biri konuşurken yanlışlık veya dalgınlıkla ağzından Rusça bir kelime kaçıracak olursa, yanındakiler alınıp “Allah her millete bir dil verdiği gibi, biz Türkistanlılara da bir dil vermiş” diyorlardı.

Ancak, Nazi yönetiminin Türkistan’a bağımsızlık vermek gibi bir planları yoktu. Nazilerin Türkistan için düşündüğü en iyimser siyasî haklar bile Sovyetlerin tanıdığı hakların çok gerisindeydi. Kırım’ın demokratik millî yönetiminin kurulması için yedi ay boyunca Berlin’de Nazi yetkilileri ile görüşmelerde bulunan Müstecip Ülküsal sonunda böyle bir şeyin imkansız olduğunu anladı. Ülküsal’a göre, Almanlar Sovyetlerde işgal ettiği Türk bölgelerine demokratik haklar vermekten yana değildi. Bolşevikler gibi, Nazilerin de gayesi Türk bölgelerini sömürmektir. Üstelik, Almanlar bunu Ruslardan daha kaba ve hızlı bir biçimde yapacaklardı. Almanların hakimiyeti, neticede Sovyet Birliği’ndeki Türkler için “efendi” değiştirmekten başka bir şey olmayacaktı.

Nazilerin üstün ırk nazariyesi de Türkistanlı askerleri rahatsız ediyordu. Bu nazariyenin yersizliğini kendi aralarında tartışıyorlardı. Bir Türkistanlı asker şöyle diyordu: “Kendilerini üstün bir ırk, asil kanlı olduklarını sanıyorlar; ben Ferganalı bir Özbek dihkanını bin Herr Franz’a değişmem.”

Lejyonda kapısında “Nur für Deutschen”, yani sadece Almanlar için yazılı tuvaletlerin bulunmasını da bu nazariyenin bir sonucu olarak görüyorlardı. Bir asker bu durumu hicvederek şöyle dedi: “B..ları da bizimkilerden başka sanki! Akasya ağacının gölgesinde inşa ettikleri ahşap tuvaletin kapısında “Nur Für Deutschen” yazılı”.

Savaşın sona erdiğini 10 Mayıs 1945’te duyan Dağcı bu habere yeterince sevinemedi. “Biz Beraber Geçtik Bu Yolu” romanında bu haberi nasıl karşıladığını şöyle ifade etmektedir: “Nihayet geldi son. Savaş bitti. Gözlerim sulanıyor. Ölenlerin ardından ağlamamı irademin bütün kaslarıyla önleyebiliyorum. Ama sevinemiyorum.”

Evet savaş bitmişti. Ama Dağcı ve onun gibilerin çilesi hala bitmemişti. Vatanına dönemezdi. Nereye gidecekti? Durumları diğer mültecilerden farklıydı. Müttefiklere karşı savaşmışlardı. Bundan dolayı onların gözünde düşman sayılıyorlardı. Kırım Sovyetlerin yönetimindeydi. Sovyet lideri Stalin, Almanların elindeki Sovyet esirlerini hain ilan etmişti. Kırım’a dönmek, ölüm demek, hapishane ve sürgün demekti. Onun için savaşın bitmesine sevinemiyordu. Dağcı’nın hayatta kalma savaşı, insanca ve insan onuruna yakışır bir biçimde yaşama savaşı devam ediyordu.

Dağcı, artık bir lejyoner, bir asker değil, mülteciydi. Hem de Türk asıllı bir Sovyet mültecisiydi. Hayatının bundan sonraki dönemi bir mültecinin yurt bulma mücadelesi bulma olarak başlıyordu. Dağcı’nın bu kaderini paylaşan yüzbinlerce insan İtalya ile Avusturya’da endişe içinde yaşıyordu. Azerbaycanlı savaş esirlerinden Cabbar Ertürk, o dönemde Kuzey İtalya’nın Türk mültecilerle adeta bir Türk ülkesi görünümünü aldığını belirtmektedir. Burada mülteci kamplarında ve dışında Alman ordusu saflarında savaşmış olan yarım milyonu aşkın Türkistanlı, Kazanlı, Kırımlı, Kafkasyalı ve Azerbaycanlı askerler bulunmaktaydı.

Stalin’in baskıcı yönetiminin ağır baskısından habersiz Amerikalı ve İngiliz subaylar sivil halkın ülkelerini niçin terk ettiklerini anlamakta zorlanıyorlardı. Türk asıllı olanlarının dışında, mültecilerin hemen hepsi ABD’ye gitmek için yetkililere yalvarmaktaydı. Türk asıllı olanların gitmek istedikleri yegane ülke ise Türkiye idi. Çünkü, onlar dil, din, gelenek ve göreneklerinin Türkiye’de korunacağı düşüncesindeydiler.

Kendilerini esir etmiş olan İngiliz ve Amerikalılara Türk olduklarını gururla söyleyerek biz Türkiye’den gideceğiz diyorlardı. Ancak, onların önünü kesecek tedbirleri Moskova, çoktan almış bulunuyordu. Almanlara karşı savaşan müttefik devletlerin daha savaş bitmeden Almanya için ateşkes şartlarını belirledikleri protokole, Moskova, Almanlarla birlikte Sovyetler Birliği’ni terk eden vatandaşlarının geri verilmesi şartını koydurttu. Dahası Stalin, Sovyet ordusundan esir düşerek Alman saflarında kendilerine karşı mücadele edenlerin özellikle teslim edilmesini istiyordu. Nitekim Almanya, İtalya, Avusturya ve Fransa’da bulunan mülteciler 1945 yılının sonuna kadar istisnasız Sovyetler Birliği’ne teslim edildiler. Moskova bunun için savaştan sonra özel komisyonlar kurdu. Bunların temel görevi Batı Avrupa ülkelerini dolaşarak buralardaki mültecileri önce tespit etmek ve sonra “vatanınız sizleri bekliyor, size hiçbir ceza verilmeyecek” şeklinde propaganda yaparak onların ülkelerine geri dönmelerini sağlamaktı.

İngiliz ve Amerikalı askeri yetkililer, Sovyetler Birliği ile yapılan anlaşma uyarınca, Sovyet vatandaşı olduklarını tespit ettikleri mültecileri kendi iradelerinin dışında ülkelerine gönderdiler. Bunlar, Sovyet, İngiliz ve Amerikan askerlerinin nezaretinde konvoylar halinde trenlere bindirilerek Sovyetler Birliği’ne sevk edildiler. Sovyetler Birliği’ndeki kendilerini bekleyen korkunç akıbetten endişe eden bazı askerler, trenlerden kendilerini atarak intihar ettiler. Bunların sayısı o kadar çoktu ki, İtalyan ve Fransız gazetelerine haber oldular. 

Nihayet, bu durum 1946 yılı başlarında Batılıların dikkatini çekti. Özellikle UNRA (Birleşmiş Milletler Yardım Teşkilatı) bu konuda ABD nezdinde girişimlerde bulundu. Nihayet, konu Birleşmiş Milletlerin gündemine geldi ve hiçbir suçları olmayan sadece Sovyet baskısından kurtulmak ve insanca yaşamak isteyen insanları tekrar bu baskı rejimine geri göndermenin bir cinayet olduğu ifade edildi. Böylece, 1946 senesinden itibaren sivil mültecilerin Moskova’ya iadesi durduruldu.

Dağcı Sovyetler Birliği’ne teslim edilme endişesini hiç yenemedi. Özellikle kampa ne zaman Amerikan askerleri gelse, içi ürperiyordu. Onların kendilerini yakalayıp Ruslara teslim edecekleri korkusunu içinde duyuyordu. Dağcı bu duygusunu “Korkunç Yıllar” romanında Turan’ın 1.8.1946’da Roma’dan yazdığı mektupta yer alan şu satırlarda görüyoruz: “Dün merdivenlerden inerken aşağıda, kapının yanında iki Amerikan inzibat eri gördüm. Çocuk gibi titredim. Korktum. Odama koşup saklandım. Kapıyı kilitledim, pencerenin önüne gittim. Odama girecek olurlarsa, kendimi pencereden atacaktım. Bu korkularımın sebebini biliyorum. Titremem çok uzun sürmedi. Güldüm bile. Her üniformalı görüşümde, bir defa daha korkuyorum. Amerikan Hükümeti sanki her inzibat erine Alman ordusunda askerlik yapmış olan Cengiz Dağcı’yı tutup Ruslara teslim et, diye emir vermiş! Ama gene de korkuyor, insanların yüzlerine bakamıyorum.”

Polonyalı Regina ile hayatını birleştiren Dağcı bir yolunu bulup Sovyet yetkililerine yakalanmadan İngiltere’ye gitmeyi başarır. Hayatının sonuna kadar orada yaşayan Cengiz Dağcı 22 Eylül 2011 tarihinde vefat etti. Türkiye’nin girişimleriyle naaşı vatanına kavuştu. 3 Ekim 2011’de Kırım Özerk Cumhuriyeti‘nin başkenti Akmescit‘teki (Simferopol) Kebir Camii‘nde öğle vaktinde Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Mehmet Görmez tarafından kılınan cenaze namazından sonra Akmescid’e 100 kilometre uzaklıktaki Yalta bölgesine bağlı Kızıltaş köyünde defnedildi.

Cenaze törenine Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu ile Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay‘ın da aralarında bulunduğu 200 kişilik bir heyet katıldı. Kırım Tatarlarının milli lideri Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, cenaze esnasında gerçekleştirdiği konuşmasında Türkiye’nin çabaları için teşekkür etti.

Sonuç olarak diyebiliriz ki, tarihin en çileli askerleri olan Nazi lejyon projesindeki insanların yaşadıkları bugüne kadar yeterince araştırılıp kamuoyuna mal edilememiştir. Bu konuda elimizdeki bulunan önemli bilgi kaynaklarından biri Dağcı’nın romanları ve hatıralarıdır. Bundan dolayı Dağcı sadece bir yazar değil, aynı zamanda II. Dünya Savaşı’nın önemli bir kesitine tanıklık etmiş ve yaşadıklarını yazıya geçirebilmiş bir tarihi şahsiyettir de. Lejyonların yaşadıklarını, hissettiklerini ondan daha iyi yansıtan başka biri daha yoktur.

Prof. Dr. Abdulvahap KARA

Kaynaklar:

1-Anne Frank Hatıra Defteri, (Çev. Şazimet Nazlı Tekin), İstanbul, 2004, s. 5; Yağcı, Öner, Nazi Kampları, İstanbul, 2004.

2-Dağcı, Cengiz,  Hatıralarda Cengiz Dağcı (Yazarın Kendi Kaleminden), İstanbul 1998.

3-Dağcı, Cengiz, Biz Beraber Geçtik Bu Yolu, İstanbul, 1996.

4-Dağcı, Cengiz, Korkunç Yıllar, İstanbul 2000.

5-Ertürk, Cabbar, Kızılordu’dan Kafkas Milli Lejyonuna Bir Türk’ün II. Dünya Harbi Hatıraları, İstanbul 2005.

6-İkram Han, Hüseyin, Bir Türkistanlının İkinci Dünya Savaşı Hatıraları, İstanbul, 1999.

7-Kara, Abdulvahap, Gamalı Haç ile Kızıl Yıldız Arasındaki Cengiz Dağcı, , İstanbul: Türk Edebiyatı Vakfı Yayınları, 2019.

8-Kara, Abdulvahap, Türkistan Ateşi Mustafa Çokay’ın Hayatı ve Mücadelesi, İstanbul, 2002.

9-Kocakaplan, İsa, Kırım’dan Londra’ya Cengiz Dağcı, İstanbul 1998.

10-Söylemez, Orhan, “Türkiye Türkçesinde Yayınlanmış Türk Dünyası Romanlarında Tarih”, II. Uluslar arası Türk Uygarlığı Kongresi, Bişkek, 4-6 Ekim 2004, Bişkek 2005.

11-Şahin, İbrahim, Cengiz Dağcı’nın Hayatı ve Eserleri, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1996.

12-Ülküsal, Müstecip, Kırım Yolunda Bir Ömür Hatıralar, Kırım Türkleri, Ankara, 1999.

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum