BU BİR VEDA - MEHMET BURAK ÇERİ

Arabaya bindiler. Üsküdar – Harem yolu üzerinde Kız Kulesi’ni en iyi gören yerde durdular. İşte sonunda gelmişlerdi.

BU BİR VEDA - MEHMET BURAK ÇERİ
12 Haziran 2017 - 21:06 - Güncelleme: 12 Haziran 2017 - 21:22

BU BİR VEDA

 

 

  Arabada giderken rengi solmaya başlayan elleri ilişti Sabiha’nın gözlerine. Yorgun ve içli içli baktı. Şehrin bet ve kuru sokaklarına, kuru kalabalıklarına tahammül edemiyordu. Sabahattin’e dönüp ‘’Ne zaman gideceğiz Kız Kulesi’ne?’’ diyerek net bir soru sordu. Sabahattin hazırlıksızca ve mahcup bir tavırla ‘’Yarın’’ dedi. Gözlerinde pembe güller açıvermişti Sabiha’nın.

  Gülen gözlerle ‘’Sonunda görebileceğim orayı, sözünü tutacaksın demek.’’ dedi Sabiha. Bu söz ağırına gitti Sabahattin’in. Ama Sabiha sonuna kadar haklıydı. Bir buçuk sene evvel, evlenmeden önce söz vermişti. Sevdiğinin ondan istediği en önemli şeydi bu. Lakin o bir buçuk sene uzatmıştı. Gel zaman git zaman bir türlü götürememişti. Aslında bahanelerden başka engeli yoktu. Götürmek istese pekala götürürdü. Ancak artık bu isteği yerine getirmeliydi.

  Yıllar evvel, Sabiha, Sebahattin’e ‘’Kız Kulesi’ne bakarak dans edelim’’ demişti. Sabahattin ise ‘’Tamam mavi gözlüm’’ deyip gülüvermişti. Ama söz eskimez nasılsa deyip bir türlü götürmedi.

  Sabiha, Sabahattin’in mahcup yüzüne bakıp, ’’Üzülme sevgilim, bak artık gideceğiz.’’dedi. ‘’Manisa – İstanbul dediğin beş saat demiştin ya hani.’’

  ‘’Tamam bitanem. Eve gidip hazırlanalım. Yarın sabah erkenden yola çıkalım.’’

  Eve vardılar. Sabahattin, Sabiha’yı kucağına alıp merdivenleri çıkardı. Ağırlaşan hastalığı merdivenleri çıkmasını zorlaştırdığından artık onu Sabahattin çıkarıyordu. Kapının önüne geldiler. Sabiha’nın yorgun ve hasta parmakları anahtarı zorla çevirdi. İçeri girdiler. Sabiha doğru yatak odasına gidip yavaş yavaş ufak bir valiz hazırlamanın derdine düştü.

  Sabahattin salona oturmuş, yere doğru bakmaktaydı. Bir iki damla yaş süzüldü ve halıya aktı. Evlenene kadar hiç ağlamayan adam, artık Sabiha’nın görmediği her vakitte gözyaşları döküyordu.

  Sabiha ise içerde mavi elbisesini bulmuştu. Şık ve zarif olan bu elbise şatafattan uzak, sadeliğin zarafetiyle kendini belli ediyordu. Sabiha aynanın karşısına geçti. Mavi elbisesini giymek için soyundu. Renksiz, solgun ve zayıf bedenine bakıyordu. Ellerini karnına götürdü. ‘’Ah, bir bebeğim olsaydı, bir evladım. Sağlığım müsade etseydi...’’

  Mavi elbisesini giyindi. Solgun dahi olsa zarif ve narin bedeninde bu kıyafet mükemmel duruyordu. Gözlerinin mavisiyle birleşip yapılabilecek bütün makyajları kıskandırıyordu. Kıyafetini Sabahattin’e göstermek üzere salona doğru geçti. Hafifçe ‘’Sabahatin’’ diye seslendi. Sabahattin hemen gözlerini elleriyle silip ‘’Efendim’’  dedi. Kapıda görünen Sabiha’yı dikkatlice süzdü. ‘’Aman Allah’ım, deniz kıskanır seni bu halinle. Bütün maviler kıskanır hatta.’’

  Sabiha hoşlanmış şekilde Sabahattin’in yanına doğru gidip kucağına doğru oturdu ve başını omzuna yasladı. Kulanığına doğru ‘’En solgun maviyi mi yani?’’ dedi. Sabahattin cevap vermedi. Neden sonra birden ‘’Hadi uyu. Dinlenik ol. Yarın yolumuz uzun.’’

  Sabiha yatak odasına yönelip gitti. Beş dakika sonra uyumuştu. Az sonra yanına yatan Sabahattin’e kollarını doladı. Uyumaya devam etti.

  Ertesi gün sabah erkenden yola çıkmışlardı. Sabiha koltuğu geri doğru yatırmış uyuyordu. Sabahattin’de onun uykusu bozulmasın diye olağanca dikkatle kullanıyordu aracı.

   Yol gittikçe ikisinin de yüreğinde beliren bir heyecan vardı. Uzun zamandır hiç olmadığı kadar güler yüzlüydü Sabiha. Aslında hep güler yüzlüydü ama, o yolculuk esnasında bir başka gülüyordu. Kadınların gülücüklerinden anlaşılır hüzünleri, buruklukları. Mahzunlukları anlaşılır. İlk kez papatya balı akıyordu gülüşünden. Şu sonbaharın içinde ayrı bir ilkbahar yaşatıyordu gülüşüyle.

  Yol üzerinde bir yerde mola verdiler. Sabiha kapıyı açıp arabadan indi. Başı dönüyordu. Artık düz yolda bile yürümekte zorlanıyordu. Arabaya dayandı. ‘’Sabahattin’’ dedi. Sabahattin hemen yanına geldi. Koluna girdi. Sabiha, Sebahattin’i endişelendirmemek için ‘’Yol çarptı herhalde.’’ dedi. Orada bir masaya oturdular. İki lokma bir şeyler yediler, çay içtiler. Tekrar yola çıkmak üzere toparlandılar.

  Bir iki saat daha yol gidip İstanbul’a girmişlerdi. Kalabilecekleri bir pansiyon aradılar. Çok geçmeden buldular ve yerleştiler. Bir odaya girip eşyalarını yerleştirdiler. Sabiha kedini yatağa bıraktı. Sabahattin’de yanına oturup Sabiha’nın elini tuttu. ‘’Bir iki saat uyu sevgilim. Sonra Kız Kulesi’ne gidelim.’’ dedi. Sabiha’nın aklı kabul etmese de yorgun bedeni bu isteğe direnemedi. Gözlerini kapattı ve uykuya daldı. Sabahattin yatağın baş ucundaki koltuğa bıraktı kendini. O da biraz uykuya dalmıştı.

 Çok geçmeden bir rüyaya daldı. Rüyasında göklerdeki maviliklerde yüzen bir kız vardı. Kız bir ipek tül zarifliğinde rüzgarda savruluyor, üzerine doğru geliyordu. Karanlık bulutlar belirdi önünde. Maviliklerde yüzen kız ne kadar direndiyse de başedemedi bu bulutlarla. Mavi rengi kurşuni griye dönmüştü. Ölü bir yaprak edasıyla Sabahattin’in kollarına doğru süzüldü. Sabahattin’in tutmak için çok direndiyse de tutamadı, parmaklarının arasından kuru bir yaprak gibi ufalanıp gitti kız. Denize doğru uçtu parça parça. Ve kayboldu denizin üzerinde. Sonra denizin neresinden geldiğini anlayamadığı bir ses ‘’Sevgilim’’ diye ona sesleniyordu. Bu ‘’Sevgilim’’ sesleri arasında uykusundan uyandı. Alnında bir damla ter vardı.

  Saate baktı hemen. ‘’Ohh! Tam iki saattir uyuyormuşum.’’

  Yavaşça Sabiha’nın kulağına eğildi ve ‘’Sevgilim. Uyan.’’ dedi. Öyle demesiyle Sabiha gözlerini açtı. Sabahattin’e doğru sıcak bir gülümseme attı. Kalktı. Lavaboya gidip yüzünü yıkadı. Hazırlanmaya başladı. Mavi elbisesini çıkardı valizinden. Sabahattin’e dönüp, ‘’Bir ütü bulsana hayatım.’’ dedi.

  Sabahattin lobiye inip ütü sordu. Çok geçmeden bir ütü bulup yukarı odaya çıktı. Sabiha zaten çok kırışmamış olan elbiseye hafif bir ütü basıp giymeğe hazır hale getirdi.

  Üzerine mavi elbisesini giydi. Koyu siyah saçlarını dağınık topuz yaptı. Mavi küpelerini taktı. Gümüş renk bir kolyeyi boynuna iliştirdi. Gözleri parlıyordu. Sabahattin bu güzelliğe kayıtsız kalamadı. Kendini tutamayıp Sabiha’nın beline doğru sarılıp; yanağından bir öpücük aldı. Uzunca zamandır ilk kez yanakları, az da olsa pembeleşmişti Sabiha’nın. ‘’Hadi’’ dedi, ‘’Hadi gidelim.’’

  Arabaya bindiler. Üsküdar – Harem yolu üzerinde Kız Kulesi’ni en iyi gören yerde durdular. İşte sonunda gelmişlerdi. Sabiha, Sabahatin’in elini sıkıyordu heyecanından. Mutluluğu gözlerinden parlıyordu. Sabiha biraz seyrettikten sonra sallanmaya başladı. Bu arada deniz de çok hafifçe dalgalarını kıyıya çarpıyor, Şıhhk,şıhhk diye gri betonları dövüyor, ancak sonunda dağılıp geri düşüyordu. Yılmadan denemeye devam ediyor, maviliğini griye kabul ettirmeye çalışıyordu.

  Bir gitarist çocuk gelip oturdu denizin kenarına. Bu güzel giyimli çifti görünce onlara uygun nameler dökmeye başladı. Yumuşak sesiyle şarkılar söylüyordu. Dans etmeye başladı Sabiha ve Sabahattin. Hafifçe, yavaş adımlarla dans ediyordu. Sabahattin’in ellerini tutan güçsüz eller... Sabahattin’in gözlerine mıhlayıp gözlerini, bir milim kıpırdatmıyordu Sabiha. ‘’Bak sözünü tuttun.’’ dedi. Ayakta zor durmaya başlamışlardı. Bir banka oturdular. Sabiha bedenini Sabahattin’İn bedenine yasladı. Başını omzuna koydu. ‘’Ah sevgilim. Zihnim ve kalbim aslında çok genç. Ancak bedenim asırlık mabetler kadar yorgun. Kanatlarım dünyanın atomlarında eridi. Uçamadım senin ateşinin etrafında...’’

  Sabahattin’in gözlerinden yaşlar sicim gibi akıyordu. Sabiha elini yavaşça Sabahattin’in kalbine doğru götürüp, ‘’Şu çok sevdiğim şiiri okur musun Bitanem?’’ dedi. Sabahattin az bir sessizlikten sonra şiiri okumaya niyetlendi ve başladı.

 

Uçurumun kenarındayım Hızır
Ulu dilber kalesinin burcunda
Muhteşem belaya nazır
Topuklarım boşluğun avcunda
Derin yar adımı çağırır
Dikildim parmaklarımın ucunda
Bir gamzelik rüzgâr yetecek
Ha itti beni, ha itecek
Uçurumun kenarındayım Hızır

...

Saniyeler gözlerimde birer can                                                                                                                       Her saniyede bir can veriyorum                                                                                                                         (Ömer L. Mete) 

 

   Şiir bittiğinde denizin dalgaları durulmuştu.Maviler gri betonlara çarpmayı bırakıp pes etmişlerdi. Artık mağlup etmeye çalışmayacaklardı. Sonbaharın yaprakları denize doğru uçuyordu. Batıda kaybolan güneş, gri bir tabaka bırakıyordu ardında. Gri,(yağmurlu) ağlamaklı.

  Kız Kulesi herkese kendi hikayesini anlatacaktı. Soran olsa en acıklı hikaye onunkisiydi. Her taşın, her karışın hikayesi olduğunu unutacak ve misalin yalancı ve kibirli tanrıçaları gibi kalacaktı orada...

 

tarihistan.org


FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum