Atatürk, 10 Kasım ve Atatürk'ün Milli Dış Politikası - Yazan: Doç. Dr. Ömer METİN

Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Türkiye Cumhuriyeti Tarihi Ana Bilim Dalı Başkanı Doç. Dr. Ömer METİN'in yazısı: "Atatürk, 10 Kasım ve Atatürk’ün Milli Dış Politikası"

Atatürk, 10 Kasım ve Atatürk'ün Milli Dış Politikası - Yazan: Doç. Dr. Ömer METİN
10 Kasım 2019 - 13:50 - Güncelleme: 10 Kasım 2019 - 14:19

Atatürk, 10 Kasım ve Atatürk’ün Milli Dış Politikası 

Türk kurtuluş ve aydınlanma savaşının mimarı, Türk milletinin yetiştirdiği en değerli evlatlardan birisi ve tüm hayatını Türk milletinin mutluluğuna adamış Mustafa Kemal Atatürk’ü anmak için toplanmış bulunmaktayız. Atatürk’ün yaşamı ve devlet adamlığı birçok alt başlık altında konuşulabilir fakat biz bugün güney sınırlarımızda yaşanan gelişmeleri de göz önünde tutarak Atatürk’ün Milli Dış Politikasına dair bazı meselelere değineceğiz

Atatürk’ün dış politikasının temel taşlarından birisini Yurtta sulh cihanda sulh fikri oluşturmaktadır. Atatürk’ün bu sözünün anlamı üzerinde yüzeysel yorumlar yapılmakta ve derinliğine analizi maalesef yapılmamaktadır. Milli birliğimize ve irademize yönelik hain 15 Temmuz darbe girişimi ; Atatürk’ün ve bu devletin kurucu temel değerlerinin, özellikle de laiklik ilkesinin önemini bir kez daha gözler önüne sermiştir. Eğer ülke içinde bir sulh ve birlik sağlanamazsa ne yaşadığımız bölgede ne de dünyadaki barışın bizler için bir değeri olamaz düşüncesindeyim. Atatürk her zaman mensubu bulunduğu milletin yüksek menfaatlerini her şeyden üstün tutmuş ve son nefesine kadar bunun için mücadele etmiştir. Türkiye’nin çok zor bir coğrafyada konumlandığının her zaman farkında olmuş, milli birlik ve dayanışmada en küçük bir zafiyetin dış politikada da ülkeyi ne tür felaketlere götürdüğüne bizzat Osmanlının yıkılış sürecini yakından yaşayarak tanık olmuştur.

Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olarak görev yaptığı dönemde 2 büyük dış politika sorununun da ülke içindeki barışın zedelendiği döneme denk gelmesi, şaşırtıcı olmamıştır. Bugünlerde çok sıcak gelişmelerin yaşandığı Musul için Türk devleti, İngiltere ile savaşmayı göze aldığı bir dönemde Şeyh Said İsyanı patlak vermiş, Türkiye’nin bölgede güçlenmesini istemeyen Batılı dostlarımız bizi bu iç sorunumuzla baş başa bırakmışlardır. Başka ilgi çekici bir örnek Hatay’ın Anavatana katılması için 1937’de Fransa ile gerginleşen ortamda da Dersim Olayları ortaya çıkmış ve Türkiye’nin ilgisi doğal olarak iç güvenliğe çekilmiştir. Tabiki de bu iç isyanların tek sebebi dış politik gelişmeler olarak gösterilemez. Başka birçok siyasi-sosyo-ekonomik sebepleri de vardır. Fakat benim burada dikkat çekmek istediğim husus; Atatürk’ün Yurtta Sulh Cihanda Sulh tezinin hiç de hafife alınmaması gereken bir söylem olduğu ve ülkemizin iç ve dış güvenliği açısından ülke içi barışın ne kadar önemli olduğuna vurgu yapmak adınadır. Belki konumuz dışında ama bu konuyla ilgili olarak 1974 Kıbrıs Harekâtı öncesi ASALA terör faaliyetlerinin 1973’te başlaması da ayrı bir tesadüftür. 1983’te Avrupa’da sivillerin de ASALA saldırılarıyla ölmesi üzerine 1984’de ASALA bitmiş yada bitirilmiş ve hemen arkasından da 1984 şubatta PKK büyük eylemelere başlamıştır.  Ve En son örnek de içinde yaşadığımız bugünlerdir. Ortadoğu’da haritalar yeniden çizilirken bizim enerjimizi iç politikaya çekmek hatta mümkünse devletimizi parçalamak için 15 temmuz darbe girişimi yaşanmıştır. Bahsettiğimiz bu iç ve dış politik olayları göz önüne aldığımızda öğrenci arkadaşlarımı Atatürk’ün Yurtta Sulh Cihanda Sulh tezini daha derinlemesine incelemeye ve ona sahip çıkmaya davet ediyorum.

Birinci Dünya Savaşı öncesi Bulgaristan’da Askeri ateşe olarak görev yapan Yarbay Mustafa Kemal, Bulgarların 11 Mayıs 1914'deki ulusal gününde verilen bir baloya davet edilmişti. Bu balo ’ya yabancı devlet temsilcilerinin özellikle milli giysileriyle gelmeleri istendi. Mustafa Kemal bu baloda manevi bir üstünlük sağlamak istiyordu, bu nedenle İstanbul Topkapı Sarayı'ndan özel izinle yeniçeri kostümü getirtti. Daha sonrasını o gece o salonda bulunan Bulgar Meclisinin Türk temsilcisi İsmail Hakkı Kavalalı’dan anılarından dinleyelim; “Geniş ve bol ışıklı salonda devam eden muhteşem gecede, gösterişli bir yeniçeri kıyafetiyle içeri girdi... Mustafa Kemal'e çevrilen bütün gözler O'na hayranlıkla bakıyordu. Orada bulunan Bulgar Kralı Ferdinand, Mustafa Kemal'i yanına davet ederek iltifatlarda bulunmuş, kıyafetinden ve başarısından dolayı da tebrik etmişti. Bir gümüş tabakayı da lütfen kabul etmesi dileğiyle hediye etmişti... Bir süre sonra, büyük ödüllü bir dans yarışmasına girdi. Bulgar Başbakanı'nın kızına kavelyelik ediyordu.. Mustafa Kemal çok güzel dans ederdi. Nitekim, bütün valsleri olağanüstü bir başarı ile bitirerek yarışma birinciliğini kazandı. Bu ara Bulgar Meclisi Başkanı bana, bu gencin kim olduğunu sormuştu. Önce tanımadığımı söyledim, sonra ataşemiliter Mustafa Kemal olduğunu öğrenince hayranlığını şöyle belirtmişti:

-"Müthiş, müthiş bir adam!"

Anlıyoruz ki Atatürk, Türk öğün, çalış ve güven sözünün bir örneğini bizzat kendisi vermiştir. Ama burada sadece Bulgarlara mesaj vermek adına geçmişiyle övünmüş fakat gelecekte milletine güven verebilmek için çok ama çok çalışmak gerektiğini de Sofya’daki görevi boyunca düşünmüş, hayaller kurmuş ve günlüğüne 1914’te şu ifadeleri düşmüştür; benim tutkularım var hem de pek büyükleri; fakat bu tutkular yüksek makamlarda bulunmak veya büyük paralar elde etmek gibi maddi emellerin doyumuyla ilgili bulunmuyor. Ben bu tutkularımın gerçekleşmesini, vatanımıza büyük faydaları dokunacak, bana da gerektiği gibi yapılmış bir görevin canlı iç rahatlığını verecek büyük fikrin başarısında arıyorum. Bütün yaşamımın ilkesi bu olmuştur. Ona çok genç yaşımda sahip oldum ve son nefesime kadar da onu koruyacağım, diyerek ileride yapacağı büyük işlerin fikir jimnastiğini yapmaktaydı.

Peki, Mustafa Kemal, Kurtuluş Savaşına başlarken nasıl bir Türkiye aldı? Birinci Dünya Savaşına başlarken Osmanlı İmparatorluğu yorgun, yenik, yalnız, müttefiksiz bir devletti. Balkan Savaşlarında tarihinin en haysiyet kırıcı yenilgisine uğramıştı. Durum o kadar kritik duruma gelmiştir ki; Adriyatik kıyılarına sığınan kılıç artığı askerler ile Selanik’te sürgünde bulunan II.  Abdülhamid’in gemiler ile memlekete getirilebilmesi, Ege denizini ve adaları işgal eden Yunanlıların izniyle gerçekleştirilebilmiştir. Cihan imparatorlukları kurmuş Türkler için bu durum çok haysiyet kırıcıydı. Balkan Savaşı faciasıyla Türklerin bütün askeri şöhreti yok olmak üzereydi. Fakat bu şöhret kısa süre sonra Çanakkale ve Kut’ül Amare’de tekrar ortaya çıkacaktı.

Birinci dünya savaşına girdiğimiz günlerde İngiliz başbakanı Lorg George, 1914’de parlamentoda yaptığı konuşmada; Türkler için şu ifadeleri kullanmıştı: Türkler, insanlık için bir kanserdir. Türkler, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır. İnsanlığın huzura kavuşması için Türkleri, balkanlardan olduğu gibi Anadolu medeniyetinin de atmak gerekir diyerek Balkanlardaki soykırımdan sonra Anadolu’da yaşanacak muhtemel bir soykırımın da şifrelerini veriyordu.

Yine savaş sonunda Anadolu’da işgaller başladığında İngiliz dış işleri bakanı Lord Curzon, İngiliz parlamentosunda 1919’da şu sözleri ifade etmiştir; Türkiye’de askerlik mesleği bitmiştir, askeri okullar kapatılacaktır. İç güvenlik için başlarında itilaf devletleri ile işbirliği yapacak küçük bir subay grubu ile ağır silahları olmayan 50.000 kişilik bir jandarma kuvvet bulunacaktır. Geri kalan subaylar ise Fransız lejyonlarında paralı askerlik yapabilecektir. Lord Curzon ayrıca İstanbul’un Türklerin elinden alınıp Vatikan tarzı uluslararası Konstantinapol şehri kurulacağını ve Ayasofya’nın da tekrar kiliseye çevrileceğini iddia etmiştir.

İngiliz devlet adamları Türkiye için bu duygu ve düşünce içerisindeyken, Mütareke döneminde İstanbul’daki bazı dernek ve gazetelerdeki aydınlar ile bazı devlet adamları, Anadolu Türklüğünün kaderini İngiliz merhametine bırakmak için birbirleriyle yarış haline girmişlerdi. Buna karşın Anadolu’da asi olarak ilan edilen ve haklarında katli vaciptir fetvası verilen Mustafa Kemal ve Türk milliyetçileri, Ya İstiklal Ya ölüm diyerek, bu topraklar için kara toprağa düşmüş isimsiz yüzbinlerce mehmetçiğin kemiklerini sızlatmamış ve sonuçta 1000 yıllık Türk yurdu olan bu topraklara ebediyen kalıcı olacak imzalarını atmışlardır.

Milli Mücadele; hakkın kaba kuvvete, Türk milliyetçiliğinin emperyalizme, vatanseverliğin ihanete, akılcı ve modern devlet anlayışının çağdışı safsatalara karşı zaferidir.

Milli Kurtuluş Savaşında, Türk Milletinin, Atatürk’ün ön­derliğinde kazandığı zafer, Asya’nın bir ucundaki Endonezya’dan Hint yarımadasına, Orta Doğuya, Fas’a kadar sömürge haline geti­rilmiş bulunan İslâm âlemini bir uçtan bir uca sevince boğmakla kalmamıştır. Çin’den Maçine, Hint yarımadasından Afri­ka’ya kadar, sömürge veya yarı sömürge idaresi altında yaşayan, Konfüçyüsçü, Brahman, Hristiyan veya diğer dinlere mensup yüz milyon­larca insana da umut, sevinç ve ilham kaynağı olmuştur.

ŞİMDİ DE MİSAK-I MİLLİ-SEVR-LOZAN ÜZERİNE DEĞERLENDİRME YAPACAĞIM

Güney sınırımızdaki sıcak gelişmeler nedeniyle günümüzde Misak-ı milli ile birçok tartışmalar yapılmaktadır. Öncelikle misakı milli, toplumda sıkça yanlış anlaşıldığı üzere milli sınırlar anlamına gelmemektedir. Misakı Milli açıkça milli yemin demektir ve Bu tek taraflı milli yeminin, bir antlaşma olmadığı için uluslararası bir geçerliği de yoktur. Bir kere bunların net olarak anlaşılması gerekir. Misak-ı Milli için Erzurum ve Sivas kongresinde çalışmalar yapılsa da resmen ilan edilmesi son Osmanlı mebuslar meclisinde 17 Şubat 1920’de gerçekleşmiştir. Fakat Türkiye’nin burada haklı olduğu nokta, Mondros Ateşkes Antlaşmasına ve tüm uluslararası ateşkeslere göre savaş sona erdiği an, cephe çizgisinin gerisinde kalan toprakların ilgili ülkelere ait olması gerekiyordu. Bu nedenle Mondros Ateşkesi yapıldığında Osmanlıya ait ve işgal altında olmayan Musul, Kerkük, Nahcivan ve Batum şehirlerinin Osmanlıda kalması gerekirdi. Fakat bizim unuttuğumuz ya da hatırlamak istemediğimiz Mondros Ateşkesinin 7. Maddesi var, buna göre İtilaf Devletleri, güvenliklerini tehdit edecek bir durumun ortaya çıkması halinde herhangi bir stratejik yeri işgal etme hakkına sahip olacaktır. Eğer bu antlaşmaya imza koymuşsanız stratejik petrolü ya da limanı olan bölgeleri, savaşın galiplerinin işgal edebileceğini de kabul etmiş oluyorsunuz. Milli Mücadele sırasında Sovyet desteği almak ve Fransızları İngilizlerden uzaklaştırmak adına Batum ve İskenderun, Misak-ı Milli’den taviz olarak verilmiştir. Doğal olarak Büyük Millet Meclisinde şiddetli tartışmalar yaşanmış ve milli metne sadık kalınmadığı yönünde isyan eden bazı vekiller zor yatıştırılmıştır.

 

Sevr ve Lozan’a bakacak olursak, Birinci Dünya Savaşı sonunda devletlere dikte edilen antlaşmalar içinde, uygulamaya konamadan yırtılıp atılan tek antlaşma Sevr’dir, dikte edilerek değil, müzakere edilerek ve tarafların gerçek rızasıyla imzalanan tek antlaşma Lozan’dır. Bu nedenledir ki, Büyük Savaşı bitiren antlaşmalar içinde, bugün de varlığını koruyan ve hukukî değer taşıyan tek şerefli antlaşma, yine Lozan’dır.

10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması 433 madde 161 sayfadan oluşmaktadır. Bu antlaşmayı ortaya çıkarabilmek için itilaf devletleri Paris’te 102 oturum yapmış ve son şeklini verdikleri antlaşma metnini Osmanlı hükümetine iletmişlerdir. 22 Temmuz 1920’de antlaşma imzalanmadan 20 gün önce Sultan Vahdettin başkanlığında 50 kişilik bir saltanat şurası toplanmıştır. Sadrazam Damat Ferit, bu antlaşmanın varlıkla yokluk arasında bir seçim olduğunu, bu nedenle yokluğu var olmaya yani yok olmayı Sevre tercih eden varsa çıksın konuşsun diyerek oylamaya katılanları Sevr’i onaylamaları için tehdit etmiştir. Şeyhülislam Mustafa Sabri Efendi ise; bu antlaşmayı imzalamamak bilerek ölmek demek, bilerek ölmek ise intihar etmek, intihar ise çok büyük günahtır diyerek antlaşmanın imzalanması yönünde görüş bildirmiştir. Görüşmeler sonunda 49 evet ve 1 çekimser oyla Sevr Antlaşmasının imzalanmasına karar verilmiş, Hadi paşa başkanlığında 3 kişilik bir ekip, 20 Ağustos 1920’de Damat Ferit’e göre var olma, Türk milliyetçilerine göre yok olma antlaşmasını imzalamıştır. Bu antlaşmanın mecliste onaylanmadığı doğrudur fakat doğru olmayan şudur; İstanbul işgal altındadır ve ortada bir meclis yoktur. Bu nedenle Sevr’i, Anadolu hareketine kabul ettirmek için ağustos 1920’den sonra İngiliz destekli Yunanlılarla Türk milliyetçileri arasında ölüm kalım savaşı başlayacaktır.

Sevr ile Lozan arasında çok az fark olduğu yönündeki iddialar tamamen akıl dışı yalanlardır. Eğer bunu söyleyen biri var ise ya aklında ya da bilimsel ahlakında bir problem vardır. Sevr’e göre Trabzon, Rize, Artvin ile tüm doğu Anadolu’yu içine alan topraklar Ermenistan’a verilecektir. Edirne, Kırklareli, Tekirdağ ile İzmir ve Manisa, Yunanistan’a verilecek. Ermenistan’ın güneyindeki toprakları içine alacak ve Mersin’den denize çıkabilecek özerk bir kürdistan kurulacak, bir yıl sonra isterlerse bağımsız olacaktır. Akdeniz ve iç ege tamamen İtalyan nüfuz bölgesine, Sivas, Adana, Mardin üçgeninde kalan tüm topraklar da Fransız idaresine bırakılacaktı. İşte Sevr ile Lozan arasında çok az denilen fark bu kadar devasadır.

Lozan’a da tarafsız bir gözle bakacak olursak şu değerlendirmeleri yapabiliriz; Mustafa Kemal Paşa, Lozan’a gidecek heyete kapitülasyonlar ve Ermeni yurdu kurulması konusunda kesinlikle taviz verilmemesini ve derhal masadan kalkılması talimatını vermiştir. Şunu açıkça söylemek gerekir ki, Türk heyetinde diplomasi alanında yetişmiş uzman eksikliği vardı. Ayrıca Atatürk ile İsmet Paşa arasındaki telgraf görüşmeleri İngiliz istihbaratınca izleniyor, ertesi gün masaya oturulduğunda Türklerin hangi konular taviz vermeyeceği ve hangi konularda blöf yaptığı İngiliz heyetince biliniyordu. Lozan’ın ilk görüşmeleri Musul ve kapitülasyonlar üzerinde uzlaşılamadığı için kesintiye uğradı.

Bu arada Atatürk, 17 Şubatta İzmir’de bir milli iktisat kongresi düzenlemiştir. Burada Atatürk’ün dünyaya kapitülasyonlar üzerinden verdiği çok önemli iki mesaj vardır. Birincisinde Atatürk, Sadece siyasi değil iktisadi bağımsızlıkta da çok kararlı olduklarını, Tanzimat’tan itibaren Türklerin batının iktisadi jandarması yapıldığını ve artık buna son verileceği mesajını vermiştir. İkinci mesajında ise bu Kongre’de Liberalizm tartışmaları yapılarak Türkiye’nin Sovyetlere yanaşmasından hatta sosyalist olmasından korkan Batıya, Yeni Türk devletinin siyasi ve ekonomik rotasının batı dünyası olacağı yönünde güçlü sinyaller vermiştir.

Tekrar Lozan’a dönecek olursak 23 Nisan 1923’te başlayan ikinci tur görüşmelerde her iki tarafın karşılıklı tavizleri sonucu, 24 Temmuz 1923’te Lozan antlaşması imzalanmıştır. Antlaşmada Türkiye’nin hedefine ulaşamadığı veya kimilerince başarısızlık olarak nitelendirilen konular şunlardır;

  • Türkiye, Batı Trakya’da halk oylaması istemesine rağmen bu istek kabul edilmemiş ve Batı Trakya Yunanistan’a bırakılmıştır.
  • Yunanistan’ın Batı Anadolu’da açmış olduğu zararlar için 3 milyar lira savaş tazminatı istenmiş fakat karşılığında sadece Karaağaç’ı almıştır.
  • İtilaf Devletleri, Birinci Dünya Savaşı sırasında Avrupa bankalarında bulunan Osmanlı Devletine ait 5 milyon liraya el koymuş, Lozan’da bu para geri alınamamıştır.
  • Birinci dünya savaşı başlamadan önce İngiltere’ye sipariş edilen ve parası peşin ödenen Sultan Reşat ve Osman savaş gemilerine İngilizler el koymuş, Lozan sırasında gemiler yerine para istendiğinde, İngilizler bu parayı da vermemiştir.
  • Musul, Türkiye sınırları dışında kalmış ve ikili görüşmelerle çözülmesi kararlaştırılmıştır. Özellikle Musul konusunda muhalif vekiller hükümeti çok ağır eleştirmişlerdir. Mustafa Kemal Paşa, Musul için hem milli mücadele sırasında hem de barış sonrası çok mücadele etmiştir fakat Türkiye’nin gücü Musul’u almaya yetmemiştir. Atatürk, kurtuluş savaşı sırasında bölgeye milis kuvvetler göndermiş, Kürt aşiretleri özellikle Şeyh Abbas önderliğinde İngilizlere karşı isyan edip Türkiye’ye bağlanmak istemiş fakat İngilizlerin sert müdahalesi ile karşılaşmışlardır. Askeri tarihte ilk kez İngiliz savaş uçakları köylerdeki sivil hayatı ve kara muharip güçlerini düzenli olarak bombalamıştır. Yine uluslararası arenada Türkiye’ye karşı siyasi ve ekonomik baskı oluşturmuş, Şeyh Sait isyanı ile Türkiye’de iç karışıklık çıkarmıştır. Lozan görüşmeleri kesildiğinde Musul’un bırakılabileceği olasılığı mecliste görüşülürken Atatürk, çok sert eleştiriye maruz kalmış, kürsüye çıkarak ya barış için misak-ı milliden ödün vereceğiz ya da İngiltere ile savaşa tutuşacağız. hemen oylama yapalım eğer savaş kararı çıkarsa hemen orduya emir vereyim çıkışında bulunmuştur. Bu durum karşısında muhalif vekillerden hiçbiri İngilizlerle savaşmayı da göze alamamıştır. Musul ile ilgili söyleyeceğim son şey, Musul; Atatürk’ün ölünceye kadar içinde kalan bir ukde olmuştur. Bu nedenle Atatürk; Misak-ı Millî için gücünüzün oranında gidebildiğiniz ve alabildiğiniz yerdir demiştir.

Karşılıklı uzlaşma sağlandığı için Boğazların askerden arındırılması, Patrikhane, Mübadele, Azınlık okulları gibi konularda bir başarı ya da başarısızlık ölçütünden söz edilemez.

Ege Adalarına gelirsek, Osmanlı Devleti, Balkan Savaşları sırasında Yunanlılara karşı denizlerde ağır bir yenilgi almış, sadece şu an Yunanistan’da olan adalar değil, Gökçeada ve Bozcaada da Yunanlılarca işgal edilmiştir. Bunun sonucu olarak Osmanlı Devleti, Londra ve Atina Antlaşmaları ile Ege Adalarını Yunanistan’a verdiğini hukuken kabul etmiştir. Osmanlının elinde sadece Gökçeada, Bozcaada ve Meis kalmıştır. Yani Ege adaları Lozan’da masada değil Balkan Savaşlarında savaş meydanında kaybedilmiştir.

Balkan Savaşlarında Ege’de bulunan tüm adaları işgal eden Yunan donanması, 12 Adada İtalyan kuvvetleri olduğu için bu adalara girmemiştir. Bildiğimiz üzere 12 Ada Trablusgarp savaşı sırasında İtalyanlarca işgal edilmiş ve 1912 Uşi antlaşmasıyla İtalya’ya geçici olarak bırakılması Osmanlı hükümeti tarafından kabul edilmiştir. Kısa süre sonra I. Dünya Savaşı başlamış ve İtalya ile Osmanlı farklı taraflarda yer almış ve savaşta İtalya’nın kazanan taraf olması nedeniyle de Lozan’da bu adalardaki İtalyan egemenliği kabul edilmiştir. II. Dünya Savaşına kadar İtalyan işgalinde kalan 12 Ada, II. Dünya Savaşında tarafsız kalan ve savaşın uzamasına neden olan Türkiye’yi cezalandırmak amacıyla 1947 yılında İngiltere ve ABD tarafından Yunanistan’a verilmiştir.

Lozan’da Türkiye’nin kaybettiği sadece Meis adasıdır. Meis adası 12 Adalar ile beraber İtalya’ya bırakılmıştır. Musul için dünyanın süper gücü İngilizlerle kara savaşını göze alan Türkiye, 12 Ada için niye İtalya ile savaşı göze alamamıştır diye soranlar olabilir. Cevabı çok basit, deniz gücümüz olmadığından İtalya ile denizlerde savaşma ve kazanma ihtimalimiz sıfırın da altındaydı. Adalar meselesi ile birlikte Lozan bahsini de kapatmış oluyoruz.

LOZAN’DA SONRA ATATÜRK’ÜN ANADOLU DIŞINDA KALAN TÜRK YURTLARI VE TÜRKLERLE OLAN İLGİSİNDEN SÖZ ETMEK İSTİYORUM

Öncelikle Atatürk’ün dış politikasında Latin alfabesinin önemine dikkat çekmek istiyorum. Atatürk Latin Alfabesine geçişte Türk Dünyası ile alfabe-dil-kültür birliğini hedeflemişti. Türkiye’den önce Azerbaycan bu alfabeyi kullanmaya başlamış ve Türkiye’nin alfabe reformundan sonra Sovyet Rusya, Türkler arasında milli bir uyanıştan çekindiği için bünyesindeki Türk cumhuriyetlerinin hepsine ayrı ayrı kuralları olan kril alfabesi zorunluğu getirmişti. Aynı şekilde Balkanlardaki Türk azınlığın da eğitim-öğretimde latin alfabesi kullanması yasaklanmıştır. Balkan Devletleri, Balkan Türklüğünün Anavatanla iletişim yollarını kesmek, Türklerin aydınlanmasını engellemek için Latin alfabesini yasaklamış, Osmanlıca eğitim yapılması yönünde politikalar geliştirmiştir. Gerek Rusya gerek Balkan devletleri, bünyesinde bulunan Türkleri, fikir ve kültür yönünden Anadolu Türklerinden ayırmak için farklı alfabe kullanmaya zorlamışlardır.

Atatürk, Milli Mücadele yıllarından itibaren Sovyetler ile uluslararası konjonktür gereği karşılıklı çıkara dayalı bir dostluk geliştirmişti. Fakat buna rağmen Türk dünyasına olan ilgisini hiç eksik etmedi. Orta Asya Türklerine öğretmenler gönderdi ve elbet her imparatorluk gibi Sovyetlerin de dağılacağı öngörüsünde bulundu. Gelecekteki muhtemel bu dağılma karşısında, Türk hükümetlerine, gerekli hazırlık yapmaları noktasında adeta geleceğe mektup yazmıştır.

Atatürk sadece Sovyet idaresindeki Orta Asya Türkleri ile değil Çin zulmü altındaki Doğu Türkistan ile de yakında ilgilenmiştir. Bu konuyla ilgili olarak Zeki Velidi Togan,   Türkistan'da Çin yönetimine karşı başlayan ayaklanmalar sonucunda 12 Kasım 1933 tarihinde Kaşgar'da "Şarki Türkistan İslam Cumhuriyeti" adı altında bir devlet kurulduğundan bahsetmektedir. Bu devletin hükümet ve ordu teşkilatının oluşturulması için İzmir'li Dr. Mustafa Kentli Ali Bey ve Harbiye’den Mahmut Nedim Bey,  müsteşar olarak Atatürk tarafından Kaşgar'a gönderilmiştir. Doğu Türkistan İslam Cumhuriyeti, Ankara hükümetine gönderdiği teşekkür mesajında "Yeni bağımsızlığa kavuşmuş Doğu Türkistan'ın mavi bayrağından sevgili Türkiye'nin al bayrağına selam olsun" ifadesini kullanmıştır.

Atatürk’ün BALKAN PAKTI VE MÖNTRÖ SÖZLEŞMESİ’ndeki diplomasi başarısına da değinmek istiyorum.

Atatürk’ün, Realist ve bağımsızlıktan ödün vermeyen barışçı politikası, Türkiye’nin yaklaşık 100 yıl çatışma halinde olduğu Balkan milletleriyle tüm sorunların çözümünü de sağlamıştı. Atatürk’ün liderliğine ve yapıcı dış politikasına Balkan ülkeleri de karşılık vermiş 1934 Şubatında Balkan Paktı çerçevesinde bölgede kısa sürede olsa bahar havası esmişti.

Möntrö’deki diplomasi başarısına değinecek olursak;

Tarihin tekerrür ettiği I. ve II. Dünya savaşlarında ne garip tesadüftür ki, her iki savaşın planlanandan daha uzun sürmesine Atatürk neden olmuştur. O, büyük devletlerin planlarını alt üst etmiştir. Bildiğimiz üzere Çanakkale zaferi ile Birinci Dünya Savaşı’nın kısa sürede sonlanması hayali suya düşmüştü. Bunu, Alman tarihçisi E. Jöckh’e söylediği “Boğazları ve Çanakkale’yi tıkamakla Rusları Karadeniz’e kapatmış oldum ve eninde sonunda çökmeye mahkûm ettim”, sözleriyle anlatmıştır.  Aynı etkiyi, barış içindeki stratejik dehası ve karizmatik ikna gücüyle yirmi bir yıl sonra Montrö Sözleşmesi ile gerçekleştirmiştir.

İkinci Dünya Savaşı’ndan hemen üç sene önce Montrö ile Boğazlar, savaş gemilerine kapatılmış ve kesin olarak Türkiye’nin egemenliğine bırakılmıştır. Böylece Atatürk, ölmeden önce Türkiye’yi bir büyük savaşın dışında tutma başarısını göstererek, nasıl büyük bir siyasi dahi olduğunu bir kez daha dünya aleme kanıtlamıştır.   

HATAY

Atatürk, Montrö’den hemen bir yıl sonra bu kez başka bir meseleyi çözmek için Anadolu yollarına düşmüştü. Bir vatan toprağı olan, fakat henüz Türkiye sınırları içinde resmen yer almayan Hatay’ı kendisine dert edinmişti.

Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri Hasan Rıza Soyak hatıratında, Atatürk’ün 1937 Ocağında Hatay için Güney Anadolu’ya yapmış olduğu ziyaretin, Fransa ile bir savaşı başlatacağı yönünde Türk hükümetinde endişe yarattığını Atatürk’e söylemiştir. Bunun üzerine Atatürk gülerek, “garip şey çocuk, biz istesek bile Fransa bizle savaşa giremez, onlar Alman tehdidi karşısında kendi dertlerine düşmüşlerdir. Devamında ben bir askeri harekâtın başlangıcı gibi yorumlanabilecek şekilde tertip ettiğim bu seyahati, Hatay’daki Türk çoğunluğun antlaşmalarla kabul edilmiş haklarını korumak konusunda ne kadar hassas olduğumuzu ve diplomatik ayak oyunları ile soydaşlarımızın haklarının korunması noktasında sabrımızın kalmadığını tüm dünyaya göstermek istedim.”

Bunun üzerine Soyak, “Affınıza sığınarak sormak isterim paşam; eğer karşı taraf hakkı teslim etmez ve silahtan başka çare kalmazsa ne yaparız” diye sorar;

Atatürk; “Bilirsin ki çocuk Hatay’ın şahsi davam olduğunu defalarca Fransızlara söyledim ve icap ederse tekrar şahsen halletmem gerekir. Eğer iş silahlı mücadeleye kalırsa derhal cumhurbaşkanlığından ve mebusluktan istifa edeceğim. Serbest bir Türk vatandaşı olarak bana güvenen arkadaşlarımla birlikte Hatay’a geçip meseleyi yerinde halletmeye çalışacağım, İsterse Türk Hükümeti beni ve arkadaşlarımı asi ilan eder ve gerekeni yapabilir” diyerek kararlılığını göstermiştir.

Atatürk, Hatay için son hamlesini Ankara’daki 19 Mayıs 1938 törenlerinden sonra Mersin ve Adana’ya yaptığı gövde gösterisiyle tamamladı. 1938 yılı başlarından itibaren Fransa, Atatürk’ün hasta olduğu ve o öldükten sonra Hatay konusunda diğer Türk liderlerin onun gibi kararlı olamayacağı ve bu işin kapanacağı yönünde propaganda başlatmıştı. Atatürk çevrilmek istenen oyunu ilk bakışta sezmiş, içinde yanan vatan aşkı bütün şiddetiyle alevlenmişti. Derhal kararını verdi ve özel bir tren hazırlattı. Doktorların ve devlet adamlarının ısrarlı tavsiyelerine kulak asmayarak güney sınırımıza gitti. Adana ve Mersin’de saatlerce askeri geçit törenleri yaptırdı ve dimdik ayakta izledi. Böylece Fransızların tertipli yayınlarına layık olduğu cevabı vermişti ama belki de Hasan Rıza Soyak’ın belirttiği üzere, hayatını 6-7 yıl daha uzatma şansını sıfıra indirmişti.

25 Mayıs’ta Ankara'ya geldi. Garda, trenden indiğinde, oturma salonuna kadar yürüyecek hali kalmamıştı. Karşılayanlar arasında bulunan İçişleri Bakanı Şükrü Kaya, yanındaki Fatih Rıfkı Atay’a döndü ve “Falih, Atatürk’ün yüzünün rengine bak, Atatürk ölüyor!! Dedi ve ertesi gün derhal İstanbul’a hareket edildi. Bu Onun Ankara’yı son görüşüydü.

Biraz önce bu ve bunun gibi örneklerde gördüğümüz üzere Atatürk, sadece bir askeri deha değil aynı zamanda uluslararası diplomasinin de keskin zekaya sahip liderlerinden birisi olmayı fazlasıyla hak etmiştir. Daha askeri öğrencilik yıllarından başlayan vatana dair tutkuları ölümüne aylar kala ağrılar içinde Hatay için vermiş olduğu mücadele ile zirve yapmıştır. Hatay için gücünün son zerresine kadar verdiği mücadele; Misak-ı Milli için söylediği şu cümleyi tekrar kulaklarımızda çınlatıyor; “Misak-ı Milli’nin sınırları gücümüz oranında gidip alabildiğin yer kadardır.”

 Ruhun şad olsun Atam, sadece senin değil 26 Ağustos 1071’de Anadolu’nun kapılarını açan Alparslan’dan 26 Ağustos 1922’de ebedi yurdumuza mührünü vuran tüm devlet büyüklerimiz ve dahi bu topraklar için daha bugüne kadar şehit olan Türk evlatları, unutmayınız ki hiçbir mevki, maddi-manevi beklenti içinde olmadan bu ülkeye hizmet edecek birçok vatansever var olmaya ve bu bayrağı daha ileriye taşımaya devam edecektir.

Ne Mutlu Türküm Diyene!

Doç. Dr. Ömer METİN

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum