5 Eylül Alaşehir'in Kurtuluşu ve Alaşehir Yangını - Doç. Dr. Ömer METİN

Bolu Abant İzzet Baysal Üniversitesi Tarih Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ömer METİN'in "5 Eylül Alaşehir’in Kurtuluşu ve Alaşehir Yangını" adlı yazısı...

5 Eylül Alaşehir'in Kurtuluşu ve Alaşehir Yangını - Doç. Dr. Ömer METİN
04 Eylül 2019 - 23:17 - Güncelleme: 05 Eylül 2021 - 23:17

5 Eylül Alaşehir’in Kurtuluşu ve Alaşehir Yangını

          30 Ağustos Başkumandanlık Meydan Muharebesinde Yunan ordusunun net bir mağlubiyet alıp hızla geriye doğru çekilmesiyle birlikte Alaşehir’deki Yunan işgal kuvvetleri terör estirmeye başladılar. Yunanlıların 30 Ağustos’tan- 5 Eylül’e kadar yaptıklarını bir sonraki başlıkta “Alaşehir Yangınında” detaylıca anlatacağız. Biz şimdi öncelikle 30 Ağustos Zaferinden 5 Eylül 1922 günü Türk askerinin Alaşehir’i kurtarmasına kadar yaşanan gelişmeleri değerlendirelim.

         Yunan Başkumandanı Trikopis, 1 Eylül’de esir edilmiş ve Uşak kurtarılmış, şimşek gibi ilerleyen Türk süvarileri 3 Eylül’de Selendi, 4 Eylül’de Sarıgöl ve Kula’yı kurtarmıştı. Düşman süngüsünden kurtarılma sırası en çok acının yaşandığı Alaşehir’e gelmişti.

         4 Eylül 1922 günü saat 13.45’te Batı Cephesi Kumandanı İsmet Paşa; Birinci Ordunun Menye-Matarlı-Alaşehir’e varmasını, 6 Eylül günü Alaşehir Çayı boyunca düşmanı temizleyerek Salihli’ye ulaşmasını ve orada Gediz vadisi kuzeyinde İkinci Ordu ile birleşmesini emrediyordu.

         Bu emre binaen Birinci Orduya bağlı 5. Süvari Kolordu; Kemaliye, Menye, Taytan köylerine ulaştı. 1. Süvari Kolordusu da Kula-Salihli istikametinde kendisinden hızla kaçan Yunan birliklerini temizliyordu. (Ergül 2007, 469-470)

         5 Eylül’e gelindiğinde Alaşehir, Anadolu’nun içinden kaçan başıbozuk Yunan askerleri ile doldu taştı. Yunan komutanları, Kula-Alaşehir arasındaki tepelerden gelen Türkleri durdurmak için çeşitli önlemler almaya çalıştı fakat bunlar nafile direnişlerdi. Türk süvarisi sel olmuş dağları dereleri aşıp geliyordu. Alaşehir’de bulunan General Franko, Kula’dan Alaşehir Ovasına inen geçit noktalarının tutulması, böylece Yunan piyade kuvvetlerinin Alaşehir’in batısına Salihli’ye doğru emniyetle geçmesi emrini veriyordu. 4 Eylül akşamına doğru Kemaliye’ye ulaşan 1. Süvari Tümeni, Alaşehir’in baştanbaşa yandığını çaresizlik içinde uzaktan görebiliyordu. 

         Alaşehir’den geçip Salihli’ye kaçan 31. Yunan Alayı’nın komutanı Stavridis, Alaşehir İstasyonundan ilerlerken birçok Türk sivile ait cesedin yanmış halde korkunç şekilde koktuğuna ama bunlara bakacak vakitlerin olmadığına, aceleyle dumanlar arasından geçtiklerine dikkat çekmiştir. Belki Yunan komutanını yanmış cesetler ve yangın ilgilendirmiyordu ama Türk 2. Kolordusu, Alaşehir’i yangından kurtarmak için görevlendirilmişti. Fakat 1. Ordunun emri 2. Kolorduya geç ulaştığından (O günlerde telgraf hatları ya düşman elindeydi ya da tahrip edilmişti) Tümenler, 5 Eylül günü saat 13.00’dan itibaren harekete geçtiler. Türk Süvarileri, Alaşehir’e ulaşırken Eşme ve Kula yönünde geçtikleri pek çok köyü yakılmış buldular. Köylüler, yiyeceklerini ve hayvanlarını kaybetmiş perişan haldeydi.

         Eşme ve Kula istikametinden yürüyüşte olan 7 ve 8. Tümenler, Bebekli ile Güneyköy üzerinden demiryolunu takiben Alaşehir’e sevk edildi. Sarıgöl’deki 4. Tümen de Sarıgöl-Alaşehir şosesi üzerinden ilerlemekteydi. Bu tümen Mahmutlar Köyü sırtlarında Yunan artçıları ile küçük bir çatışmaya girdi. Yunanlılar arkalarında 12 ölü ve köylülerden topladıkları araba, eşya ve koyun sürülerini bırakarak kaçtı. Toplanan eşya ve hayvanlar perişan haldeki köylülere dağıtıldı. Albay Sabri Bey (Erçetin) komutasındaki 4. Tümen, yürüyüşüne devam ederek Sarıkız Kaplıcalarına ulaştı. Aynı günün sabahı 4. Orduya bağlı 3. Kafkas Tümeni de Yeleğen-Alaşehir şosesini hiç durmadan yürümüş, Burgaz’ın 8 km doğusundaki Patlak Köyüne ancak varabilmişti. Yani Alaşehir’e varmak için Türk ordusu elinden geleni yapıyor, sadece 2. Kolordu değil 4. Kolordu da Alaşehir’i bir an önce kurtarmak için ilerliyordu.

         Ali Hikmet (Ayerdem) Paşa komutasındaki 2. Kolordu, 5 Eylül 1922 günü akşama doğru Alaşehir’e girdi. Bereketli zengin bir ovada kurulmuş olan Alaşehir’e giren Türk ordusu tamamen harabeye dönmüş bir manzara ile karşılaştılar. Birinci Ordu Kumandanı Sakallı Nurettin Paşa, akşam saat 8’de düşmanın terk ettiği kamyon ve arabalarla dolu yollardan Alaşehir’e vardı. Saat gece 12’de Batı Cephesi Kumandanlığına gönderdiği raporda; 5 Eylül 1922 saat 17.00’da Alaşehir’in kurtarıldığını fakat şehrin ve ova köylerin tamamının yakıldığını ifade etmiştir. Ayrıca Yunanlıların bu yakma-talan işini önceden planlayarak milli servetimizi yok etmeyi amaçladığını, bu nedenle bundan sonraki süreçte Türk milletinin hakkının Yunan’dan alınması için gereken siyasi teşebbüslerin yapılmasını teklif etmiştir. (Ergül 2007, 470-472)

Önce Alaşehir daha sonra Salihli, Turgutlu, Aydın ve İzmir kurtarıldı ama Yunan hep önden kaçtığı için geçtiği yerlerde akla hayale gelmeyecek insanlık dışı hareketlerde bulunmayı daima sürdürdü. Salihli’den itibaren Türk ordusu yetişti ve Yunan zulmünü en aza indirgemeyi başardı. Fakat Alaşehir’e yetişemedi, Anadolu tarihinin görmediği bir yangın-katliam yaşandı. 4 Eylül günü Yunan vahşetine kurban giden güzeller güzeli Adile her gün “Kemal’in askerleri gelecek” diyordu anasına. 5 Eylül günü Kemal’in askerleri Alaşehir’i ve Adile’nin anasını kurtardı ama Adile şehit oldu!

 

         Yunan mezalimi toplam nüfusa oranlandığında Milli Mücadele’nin en çok zarar gören şehri olan Alaşehir, Haziran 1920’den Eylül 1920’ye kadar iki yıldan fazla bir süre Yunan işgalinde kaldı. Her yerde olduğu gibi burada da yerli Rumlar ve Yunan işgal kuvvetleri, sivil halka akla hayale gelmeyecek işkence ve zulüm yaptılar. Fakat en acı olaylar ve nesilden nesile anlatılarak, Alaşehir gençliğine unutturulmaması gereken insanlık dışı muameleler, 4-5 Eylül 1922’de Alaşehir Türklüğüne karşı yapıldı. Yunan askerlerinin kaçarken yaptıkları, daha önceki dönemlerdeki zulümler karşısında tüyler ürpertici ve bir o kadar da iğrençtir.

         Alaşehir’deki Türklere iki yıl boyunca türlü türlü fenalıklar yapan şehirdeki yerli Rumlar ile askerler, 30 Ağustos günü Dumlupınar’da Mustafa Kemal Paşa’nın önderliğindeki şanlı Türk ordusunun Yunan işgalcilere kesin bir darbe vurması karşısında çılgına döndüler. Birkaç gün içerisinde Alaşehir’den söküp atılacaklarını anladıklarından hemen o gün şehrin ileri gelenlerini tutuklamakla kalmamışlar yağmaya da başlamışlardır.

Tabii ki tüm Yunan askerlerini ve yerli Rumları toptan yağmacı ya da katliamcı ilan etmek bizim geleneklerimize yakışmaz. Nitekim Alaşehir’deki bu kadar cani düşman askerleri arasındaki bir Yunan subayı, 3 Eylül 1922 günü sabahı şehrin ileri gelenlerinden bazılarına Alaşehir’i yakmakla görevli bir taburun gelmekte olduğunu ve herkesin başının çaresine bakması gerektiği tavsiyesinde bulundu. Bu söylem insani bir duygu ile yapılmış olabileceği gibi şehirdeki Türklerin moralini bozmak üzere art niyetli de söylenebileceğini göz ardı etmemek gerekir. (Su 1986, 104-105)

Alaşehir’in yakılmasında yerli Rumlardan Diyamandopulos ve arkadaşları görev aldı. Yunanlıların yaktığı şehir ve kasabaları, özel yangın birlikleri ateşe vermişlerdir fakat bunlara yön, yol gösterecek olanlar o bölgedeki yerli Rumlar olmuştur. Yunanlıların Ege Bölgesindeki fenalıklarını bizzat yerinde inceleyen Falih Rıfkı Atay’a Alaşehirli bir ihtiyar, bugünkü Sarıkız tesislerinin olduğu bir barakada, şehirdeki yangın felaketinin başlangıcını şu şekilde anlatmaktaydı:

         “Yunanlılarda ayın otuz birinci günü (31 Ağustos 1922) bir telaş görüldü. Fakat Afyon düşünce hiddetten gözleri döndü. Kapı kapı dolaşıp bin beş yüz kasabalıyı tutukladılar, kâh trenle, kâh yaya İzmir’e doğru götürdüler. Baktık ki sokaklardan bayraksız, borusuz bozgun taburları geçiyor. Dört gözle bizim süvarileri beklemeye başladık. Yerli gâvur kuduz gibi üstümüze saldırdı. Eylül’ün dördünde kasabaya on yerden ateş koydular. Arkasından bir sert rüzgâr çıktı. İşte böyle kül olduk.” (Atay 1974, 77)

         Yunan askerleri Alaşehir’i yakmayı planladıkları için 4 Eylül sabahtan itibaren sokağa çıkma yasağı koyup su yollarını da kestiler. Devamında ise şehri 10 yerinden ateşe verdiler. Yangını söndürmeye çalışan Türkleri ise kurşuna dizdiler. İlk başta gaz ve benzin ile başlatılan ateş, Yunanlıların şehirleri yakmak için oluşturduğu yangın postaları tarafından yağlı paçavralarla kısa zamanda genişletildi. Yıldırım Beyazıt’ın fethettiği ve ne Alâ Şehir dediği güzelim Alaşehir, 4550 ev ve bina içindeki tüm varlığıyla 2 günde yandı ve bir enkaz yığını haline geldi.

         Alaşehir yangını esnasında ateş içindeki evlerden kaçıp canını kurtarmak isteyenlerden birçoğu ya evlerin içinde yanarak ya da yangın postaları tarafından vurularak şehit düştü. Yangın başladıktan sonra şehirde dükkân ve evlerde yağma ve soygun başladı. Genç kızların ırzına geçildi, bir Yunan subay geriye kalan Türk kadınlardan 300 kişilik bir kafile yapıp tren istasyonuna götürdüğü esnada bunların üstüne Yunan makineli tüfek bölüğü tarafından yaylım ateşi açıldı. Alaşehirli bu kadınlardan büyük çoğunluğu şehit düştü ve sadece 80 kadar kadın dağlara kaçabildi. (Su 1986, 106)

         Kurtuluş Savaşı’nı yakından takip etmiş, vatansever, Mustafa Kemal Paşa’nın yakın arkadaşlarından yazar Ruşen Eşref, Alaşehir’deki vahşet ile ilgili şu notları düşmüştür: Yunanlıların bu kasabada yaptıkları çok kanlı çok barbarcadır. İstasyonda bir ev içerisinde yakılan 30 Müslümanın kömür olmuş cesetleri, Kasap Taşçı Mehmet’in eşinin göğsüne barut doldurularak yakılması, bir dal parçası ayırır gibi iki yaşında bir çocuğun bacaklarından ayrılarak ateşe atılması, kızının namusunu korumak için vücudunu onun vücuduna siper yapan Ali Oğlu Mehmet’in şehit edilişi gibi binlerce facia Yunan zulmünün ne demek olduğunu ortaya koyan delillerdir. (Ruşen Eşref 1922, 107)

         Atalarımızın bu tür acılar için söylediği “Ateş düştüğü yeri yakar”, “Başa gelmeyen bilmez” gibi sözler vardır. Alaşehir üzerine düşen bu zulüm, ateş, işkence ve kötülükler şehir halkını kin, nefret ve korkuyla doldurmuştur. Malı, mülkü ve namusu zarar gören Alaşehir halkı, Türk askeri gelip kendilerini kurtardıktan sonra öç alma duygusuyla yanıp tutuşmaya başlamıştı. Alaşehirliler, İzmir’in kurtarılışından sonra İç Anadolu’ya götürülen Yunan esirleri tek tek inceliyorlar ve kişisel davası oldukları Yunanlıların üzerine yaralı bir kaplan gibi atılıyorlardı. Uluslararası savaş kaidelerine göre esirlerin güvenliği Türk askerlerinin güvencesinde olmasına rağmen çoğu kez canı yanan Alaşehirliler, kendisine ya da ailesine zarar vermiş olan bir Yunan askeri veya yerli Rum gördüklerinde intikamlarını alıyorlardı.

         Yunanlıların, Alaşehir ve civarında yaptığı insanlık dışı muameleler, insanlık tarihinin en eski çağlardaki barbarlık dönemlerini bile mumla aratacak seviyeye ulaşmıştır. Olaylara şahitlik eden bir yabancı gözlemcinin raporunda; üç yüz kişilik bir kadın kafilesi Yunanlılarla beraber götürülmek istenirken kadınların karşı koyup kaçmaya kalkmaları sebebiyle üzerlerine makineli tüfek ile ateş edildiği, yetmiş iki kadının diri diri ateşe atılıp yakıldığı ve sadece yirmi civarında kadının kurtulabildiği bilgisi yer almaktadır. Bundan başka yangın külleri üzerinde çıldırmış vaziyette şarkı söyleyip oynayan 14 kız gördüklerini de rapora eklemişlerdir.

         Alaşehir yangınından sonra Uluslararası Kızılhaç ve Çocuk Esirgeme Birliğinden Ege Bölgesine gelen iki temsilci, Alaşehir’deki vahşet için şunları ifade etmişlerdi:

“Her ikimiz 1916 yılından beri birçok felaketlere tanık olduk. Şimdiye kadar buradaki harabelere yaptığımız ziyaretler kadar acı verici bir görevle karşılaşmadık. Hiçbir yerde halkın yüzlerinde okunan korku ve dehşet izlerine benzer acıklı bir görünüşe rastlamadık. Bu görünüş karşısında istemeyerek Pompei ve Mesina harabelerini (yanardağ ve depremde yaşananlar) hatırladık. Fakat bu iki şehrin harap oluşu doğal sebeplerden olduğu halde savaş meydanından çok uzaktaki Alaşehir ve civarının tahribatı, olayları gözleriyle görenlerin tanıdıklarına ve söylediklerine göre yirminci yüzyılın ortasında Hristiyanlar tarafından planlı bir biçimde yapılmıştır. Avrupa’da buna “savaş gereği” diyenler bulunabilir. Fakat biz bütün vicdani kanaatimizle söylüyoruz ki, böyle bir varsayımı kabul edemeyiz”

         Bundan başka TBMM tarafından oluşturulan ve Batı Anadolu’da yapılan zulümleri araştıran Tahkik-i Mezalim Komisyonu’nun Alaşehir faciası hakkında düzenlediği 1 Ekim 1922 tarihli raporda şu tespitlere yer verilmiştir;

“Eylül başlarında Alaşehir, Kasaba (Turgutlu) ve Manisa’da Yunan ordusunun yangın ve katil hareketleri en yüksek derecesini bulmuş, 3 Eylülde Alaşehir komutanı tüm Hristiyan halkı ve askeri toplayarak facia planını düzenlemiştir. Bu facianın düzenlendiğini Müslüman halka her türlü vesilelerle Hristiyanlar söylemişlerdir. Eşraftan Musa Zade Eyüp Hilmi Efendi’ye bir Yunan subayı facianın kararlaştırıldığını, tahrip taburları bulunduğunu önceden haber vermiştir. Alaşehirli Rum kadınlar da öğretmen Nedime Hanıma, katliam için teşkilatlar kurulduğunu ve kilisede alınan kararlarda yangın, yağma ve öldürme planları yapıldığını söylemişlerdir.

4 Eylül pazartesi, Alaşehir’de kalan Yunan taburu yerli Rumlarla beraber çeşmelerin başını tutmuş, halkı evlerine sevk ettikten sonra posta posta evlere girerek geniş ölçüde yağma, işkence ve öldürme işine girişmişlerdir. Aynı gün öğle vakti yangın kasabanın on yerinde birden başlamış, bombalar, yağlı paçavralarla yangın sürdürülmüş, kaçanların çoluk çocuk, kadın birçoğu istasyona sürüklenmiştir. Bunlar ellişer yüzer kişilik kafileler halinde yürütülerek ileriye götürülmüşler, postadan postaya teslim edilerek ve geriye kalan ihtiyarlar ile çocuklar süngü ve kurşunla öldürülerek ekmeksiz, susuz hatta çamur birikintilerini içme girişiminde bulunanlar bile süngü ile yasaklanarak dört gün sürüklenmişlerdir.

Tabak Ali kızının ifadesinden, kendisinin de içinde bulunduğu üç yüz kişilik bir kafileden yoldaki öldürme ve işkence yüzünden Manisa’ya ancak on iki kişinin yetişebildiği anlaşılıyor. Bu kafilelerden en büyük faciayı yaşayan genç ve güzel kızlardan oluşan iki yüz kişilik genç kız kafilesidir. Bu kafilenin içinde kendisini yüksek bir duvardan atmak suretiyle kurtulan öğretmen Nedime Hanım’ın anlattıkları içler acısıdır. Onun anlattıklarına göre kadınlar bileklerinden ve saçlarından büyük bir vahşetle sürüklenmiş ve her genç kız beş on yunan askerinin saldırısına uğramıştı. Kendisi ise tenha bir bahçeye atladıktan sonra süngü ile parçalamış, can çekişen ihtiyarın başı altına küçük vücudunu peştamal ile sararak yastık haline koymak suretiyle kurtulduğunu söylemiştir.”

Mustafa Kemal Paşa’nın askerleri karşısında 30 Ağustos Meydan Muharebesinde bozguna uğrayıp Türk topraklarını bırakıp giderken Yunan askerleri ile ekmeğini yedikleri vatana ihanet eden yerli Rumların giderayak Alaşehir’de sebep oldukları tahribatın acı faturasını da değerlendirmek gerekmektedir. Alaşehir, 38.000 nüfus ve 4500 evden oluşan zengin bir geçmişe sahip şirin bir Batı Anadolu şehriydi. Kurtuluş Savaşı başlarında memleketi düşmandan kurtarmak için yapılan bazı çalışmalara da ev sahipliği yapmış, Kuvâ-yı Milliyenin öncülerinden olmuştur. Ekonomik yönden çok zengin kaynaklara sahip olan şehir, yangında büyük kayıplara uğramıştır.

Şehirde bulunan 4500 evden sadece 100 tanesi kurtulabildi, geri kalanların hepsi kül oldu. Ayrıca şehirde bulunan 10 cami, 20 mescit ile tüm resmi ve özel binalar, yapılar yandı. Bu güzel şehirde incelemelerde bulunan bir yazar şehrin içler acısı halini anlatırken;

“Burada gördüğüm manzaranın yürekler acısı durumunu ve dehşetini anlatamam. Zengin ve bayındır Alaşehir, baştanbaşa yanmış ve şimdi bir yığın taş ve kömür yıkıntısı halinde duruyor. Bütün halk sokaklarda kalmış, herkes evinin yıkıntıları arasında başını sokacak bir yer arıyor, kimi taşları istif ediyor, kimi kül ve odun yığınları arasında yarı yanmış eşyalarını kurtarmaya çalışıyordu.

Şehirde yiyecek ve içecek hiçbir şey yoktu. Şehrin köpekleri bile sokaklarında uzanmışlar, acı acı bağırıyorlardı. Ben hayatımda bu kadar içler acısı ve feci bir manzara görmemiştim” diyerek 20. Yüzyılda Alaşehir’de yaşanan insanlık dramına vurgu yapıyordu.

Yunan zulmü sadece şehir merkezini yakmamış, Eşme-Alaşehir yolu üzerindeki ova köylerini de yakmıştı. Yani Alaşehir ovasında yaşayan halk, evini, hayvanlarını, yiyeceğini kısaca her şeyini kaybetmişti. Köyleriyle beraber Alaşehir’in maddi kaybı o günkü para ile 40 milyon lira civarındaydı ki bu rakam dönemin şartlarında çok büyük meblağ olarak kabul edilmekteydi. (Su 1986, 108-110)

Ruşen Eşref, “Anadolu’da Yunan Zulüm ve Vahşeti” eserinin “Alaşehir’in kanlı facialarına ait bir mektup 6-7 Eylül 1338 (1922)” kısmında Alaşehir’e dair yürekleri dağlayan olayları ve izlenimlerini dramatik bir üslupla ortaya koymaktadır:

“ Alaşehir… Seni her kim görse yüreği kan ağlayacak… Levent kavaklarının rahat yeşilliği altında sen kapkara bir facia imişsin… Zulmün en dokunaklı kurbanı meğer senmişsin…

Allı, morlu peştamallardan etekler içinde çiçek gibi kadınların başucunda nevhagerlerin (ölü ağlayıcısı) olmuş. Dağlarda iki gün iki gece can havli geçirdikten aç ve çıplak bekleştikten sonra artık yıkıntılara iniyorlar, viranelerle, kendi kendileriyle konuşuyorlar. Kimi omzunda yanık bakraçlar taşıyor, kimi bağrına ufacık bir çocuk basmış, kiminin kucağında yırtık bir bohça, kiminin iki elinde yeşil desti… Bir sokaktan bir sokağa dalıyorlar, ne bulacaklar? Ev yok, eşya yok, ekmek ve dükkân kalmamış… Yalnız çeşmelerden sular geliyor. Bu bela vurgunlarından birçoğuna “Yedi Veliler” türbesinde rastladım. Bu türbe, Şeyh Sinan avlusundadır ve Şeyh Sinan Camii ateşten kurtulmuş biricik mabettir. Yeşil ağaçlığın kucağındaki beyaz minaresi bütün acıklı olayı seyretti.

Şikâyetçi kadınlar velilerin başuçlarında, eteklerine inildeşiyorlar. Bunlardan bir kısmı onların kudretine afetten, kurtuluşlarına hayran… Bazıları da şehirden yardımlarını esirgedikleri için kızgın, şimdi hiç olmazsa sağ kalan dertli canlara onlardan merhamet ve teselli diliyor. Kimi de hamd ve şükür için gelmiş: “Malımız gittiyse de canımızı bağışladınız. Bizi bizimkilere kavuşturdunuz” diyor.

Fakat yalnız ve bağrı açık o anayı, ıslak gibi tülbent başörtüsünü kulaklarından ensesine atmış o güzel gözlü ana… Onun sesini unutamıyorum, o, ne yardım, ne mucize, ne teselli, hiçbir şey istemiyordu. Hasret ödü ciğerlerini kavuruyordu ve buraya ah ve vaha gelmişti. “Yirmi yaşında, alı başında gönce gülüm Adilem. Benim dili tatlı gözü nurlu Adilem…” diye dizlerini dövüyordu.

Sonra bize bakıyordu, fakat gözleri yalnız o hayali görüyordu:

“Ah sana yanma mıyım? Şehrin gülü Adilem. Akranlarınla güler oynardın, Kemal’in askerleri şuradan çıkagelecek der beklerdin. Başını kaldır da gör? Kemal de burada” diyor ve subaylara dönerek:

“Üç saatçik daha tez varaydınız, anam, ah cennet hurisi Adilem” diyordu. Ellerini dizlerini dizlerimize sürüyor:

“Şükür sizleri gösteren Allah’a. Sizler de ana kuzuları civanlarsınız” diyordu. Sözleri ve duaları hep hıçkırık, bu türbeden kaçtım.

Yolun karşısında bir köre rastladım. Ceketinin iç ve dış ceplerinden “Sarı Kız” suyu şişelerinin yaldızlı başları çıkıyordu… Eli bir hüzünlü kadının omuzunda yürüyordu. “Bunların en mutlusu belki de budur” dedim, çünkü yanan şehri görmemişti. Gözleri korkunun yüzler ve vücuttaki takallüsünü (gerilip büzülme) görmedi. Fakat bunun kulağında çığlıkların ve silah seslerinin yankısı yok mu? Burnunda giysilere sinen ve havaları bürüyen is ve leş kokusu yok mu? Bu dağlara, kim bilir ne zahmetle taşıdılar. Görenleri bile körleştiren o zifiri yamaç ve uçurumlardan bunu nasıl atlattılar.

Rehberi ile yolcuların duyacağı kadar yüksek sesle konuşuyor:

“Doğru doğru ezan okuyamaz olduk. Türk oğlu sesi kısılmışa, dini vurulmuşa döndü…”

Kadın diyor ki:

“Biz yandık. Ama Allah’ta Muhammet Ümmetinden geçti mi?

“E, Allah bu, ahı yerde komadı”.

Kerpiçlere gömülü boy direkleri hâlâ birer matem çırağı gibi tüten duvarlar arasından geçtim. Nasılsa ateş almamış bir iki evin pencerelerinde küçük küçük bayraklar sallanıyordu. Bu çöl içinde bunları nerelerden buldular? Bunları şimdiye kadar nerelerde sakladılar? Bu esirlikte kalmış Türklere kendi eski günlerini andıran son teselli belirtileri gibi hangi sandıklar dibinde bin helecanlarla gizli kaldı? Tam serbest havayı görecekleri gün harabeler arasında kaldılar. Şimdi kanlı yaşları andırıyorlar. Ürkmüş ve sevinmiş Alaşehirlilerle yaslı şenlikleri hatırlatıyorlar. Bunların altında bellerine Yunan kasaturaları asmış çocuklar oynaşıyor, gördüklerini gözleri büyüye büyüye birbirlerine anlatıyorlardı arkamızdan:

“Yaşasın Tükler” diye bağrıştılar ve içlerinden biri:

“Yürüyelim, ecdadımız bu yollardan yürüdü.

Bu toprakta nice aslan kemikleri çürüdü”

şarkısını okudu. Bunu hâlâ akıllarında tutuyorlar mıydı? Yunan serdarları zafer toprağı sandıkları Türk Küçük Asya’sının yabancıya ne girdap olduğunu şu çocuğun ağzından ve şu pencerenin renginde göreydi ve duyaydı… Her kurtulmuş şehir, hatta köyde bu çocukların yıkıntı ve ziyandan, ölüm ve yağmadan daha kuvvetli sevinçleri ruha ümit ve tazelik veriyor.

Benli Bahçe meydanlığında bir kadına rast geldik. Omuzunda bir küfe vardı. Bizi görünce indirdi:

         “Yiyin evlatlarım, afiyetler olsun, içiniz serinlesin. Sizlere kısmetmiş,” diye hepimize dallara asılı renkli razakı salkımları dağıttı. Sanki hasretini çektiğimiz toprakların ilk hediyelerini aldık… Bir sılanın tadına ilk defa dudak sürüyoruz. Kadın para kabul etmedi. Bu küfleri taburlara nezretmiş, hararetli askerlere sebil gibi dağıtıyor.

         “Çok şükür, sizleri gördük a… Paranızı nidelim. Bizi köpeğin elinden kurtardınız… ve lakin…

         Yazma tülbendine gözlerinin yaşını silerek:

         “Malımı sürdüler benim… Bizimkiler alsa milletimiz yedi derim, gel gör ki köpeğe gaptırdık…” dedi. Ağlaya söylene küfesini omzuna vurdu.

         Cami Kebir mahallesinin sokaklarından birine saptık. Bir evin hâlâ tüten kalıntısı içinde bir kadınla bir delikanlı durmadan toprağı eşeliyorlar.

         Kadın dedi ki:

         “Şu toprağa on iki sekizlik gömdüm dü de…”

         “Sekizlik nedir?”

         Yanmış bir çil ikilik uzattı:

“Dördünü bulduk. Kalanı yok”

Daha ilerde gayet büyük duvarlar arasında kaldım. Bunlar, daha iki gün önceki mamurenin konaklarıydı. Duruşları hâlâ eski Türk stilinden nişan veriyordu. Ocak oyunları havada asılı kalmış tepelerinde alçı nakışlı Türk biçimi külahlar dam kenarlarında medrese bacalarını andırır bacalar iki kat uzamış gibi duruyor.

Bunlardan birinin önünde ihtiyar bir kadın:

“Şu evin on sekiz odası vardı. Her gün elimde idi. O eski şalları; o çeyizlik bezleri bir göreydiniz siz…” diye acındı. Şimdi sahipleri dağlarda esvapsız ve yataksız kalmışlar, üç gündür bağlara yaklaşıp üzüm koparamamışlar. Bu evlerin altında şişkin domuz leşleri, bacakları ve kokuları havada, mahzenlerden çıkmış hayal üstü fareler gibi yatıyor, bütün bu moloz dolu yollar ve feci viranelere ürkütücü bir zehir etkisi dolduruyordu. O sırada sığındığı evi kül olmuş çaresiz bir kedinin yıkıntılar arasında uzanmış yattığını gördük.

Zavallı hayvan insanlardan dehşet duyuyor gibiydi. Kendisini tutmak üzere ilerledim. Fakat beyhude idi. İnsanoğlu hakkında bir takım yeni ve esrarlı bilgiler edinmiş gibiydi. Küçücük dimağı; cam gibi gözleri yeryüzünün en korkunç yaratığı gövdesi ayakta duranlar olduğunu tamamıyla öğrenmişti. O kadar açık bir tiksinme ile gerile gerile büzüldü ve öyle ümitsiz bir inilti çıkardı ki; “İnsanlar mı?... Sizlere gelmek mi?...” diyen nefretli bir söz söyledi sandım?

-Fakat bu muhakemen bize ait değil yavrum. Sana süt veren, ciğer Türklerdi. Sivri tırnaklarınla bizim ipekli minderlerimizi örselerdin. Vücudunun şehvetli gerinmeleri ve türlü türlü nazlarını Türk kucaklarına gösterirdin. Tüylerini okşayan; minimini alının kaşıyan onların merhametli ve koruyucu elleriydi. Seni bu hale, sahiplerine birlikte, evleri ve yiyecekleriyle beraber Yunanlılar koydu.

Beni anlıyorsa bile yine çıkmıyordu; karanlığa kaçtı, derin gibi gözüken küçücük siyahlıkta iki ürkek cam parıltısından ibaret kaldı.

         Bütün Alaşehir’in acılarını bu kedi benimsemiş gibiydi.

Bizim bu halimizi aksakallı Türk de görmüştü, yanıma sokuldu:

“Bak anla; hayvana bile zulümleri dokundu. Adam Yunan ateşiyle yanan farelere bile acıyor. Oğlum, yaptıkları dille tarif edilmez…” dedi.

Kaçkınlardan çok kayıp veren bir güruh önce Alaşehir’den geçmiş. Tüfek dipçikleriyle kapıları kırmış; önlerine çıkanlara süngü çekmiş:

“Ekmek; ekmek… para, para” dermiş.

         En küçük itiraz kanla sonuçlanacağı için zavallılar bunlara istediklerini vermişler. Fakat ikinci tümen, ki bitkin olarak kaçıyormuş, şehrin eski surları önünde görülür görülmez, Yunan jandarmaları ve askerleri herkesi zorunlu emirle evlere sokmuşlar. Bela ve cinayet yangın ve yağma bulutu asıl bu imiş. Zebaniler sokak başlarını kamyonlarla örtmüşler. Kapıları açıp açıp içeriye makinelerle benzinler sıkarlar; yakıcı maddeler atarlarmış. Yerli Rumlar ve Ermeniler de bunlarla berabermiş. Dışarıya çıkanları kurşun yağmuruna tutarlarmış. Alaşehirliler, kapıdan dışarıya çıksa kurşun, içeride kalsa alevler arasında biçare şekilde çıldırmış. Biçareler, odaların içinde duvarları deşmişler; kızlarını, kadınlarını evden eve kaçırmışlar. Bu delikler, yanık duvarlar ortasında hala görünüyor.

         Böylelikle kaçarak; beş arşın duvardan kendini bahçeye atarak kurtulabilen iki kızla tanıştım. Biri öğretmen, biri de eşraf kızıydı. Halide Edip Hanım’ı (Adıvar) arıyorlardı. Öğretmen olanı, Rumeli muhacirlerindendi. Süngü ile yaraladıkları ihtiyarın başı altında yastıktık ederek kurtulabilmişti. Vücudunun üstüne ihtiyarın sıcak kanlarının değdiğini hissetmişti.

         “Beni beraber Atina’ya kaçırmak için beş on genç kız ve kadınla sürüye sürüye istasyona götürmüşlerdi” dedi.

         Arkadaşlarından birini, ırzını teslim etmediği için bir Yunan neferi beş yerinden süngü ile yaralamış. Fakat kadın, canisinin gırtlağını bırakmamış; ikisi yan yana ölmüşler…

         “S…yi de alacaklardı” dedi.

         S… uzun kirpiklerinin gölgesi kadife gibi yumuşak iri yeşil gözleri olan bir kızdı. Yunanlılar onu da; üç arkadaşıyla Türk kızı örneği diye götürmeye çalışmışlardı. Fakat duru tenli S… duvarlardan atlayarak dağa kaçmıştı.

         On iki liralık krepdöşen, ibrişim aldımdı. Altı aydır gizli gizli çalışıp bayrak işliyordum. Bizimkilerin geleceği bize malum olmuştu. Evde beraber bayrak da yandı” dedi.

         Bunlar okulda gizlice kızlara kırmızı beyaz kumaştan elbiseler dikmişler. Vatan şarkıları meşk etmişler. “Ordu geliyor” diye tepsilerle baklavalar hazırlamışlar. Fakat okulda yerli Rumlar; iğnelerine varıncaya kadar bütün eşyalarını vagonlara doldurmuşlar. Giderlerken;

         “Sizi burada oturtmayacağız. Alaşehir’de taş taş üstüne bırakmayacağız” demişlerdir.

         Alaşehir’i ovanın ortasında tek parça bir enkaz yığını, tek parça bir ah vah haline getirmişler.

         Bu viraneler içinde duyduğum her sesi bir kaydetseydim, yakınma kitapları dolar, gönüller kan olurdu.

         Hepsi ne ise, ama mezarlardan ne istediler. Ne biçim aletler kullandılar ki eski Türklerin mermer kavuklarını, yok olmuş hatunların taş çiçeklerini bile biçtiler… Türk toprağından geleneği; anıyı da mı söküp atmak dilediler… İlerideki köyde ateşe verdikleri mezarlık, o simsiyah toprak ve taşlarıyla zulüm işkencesini bu kadar belirgin duyurmuyordu…

         Alaşehir’de caniler İzmir vilayetinin kapısına kendileri için kıyamet gününe dek unutulmaz bir alçaklık bir utanç abidesi diktiler. Nihayet içlerinden birinin kaçarken dediği gibi “Şap gibi bozuldular”.

         Kurtuluş Savaşı’nda, Atatürk’ün hep yanında olan Halide Edip, Yakup Kadri, Falih Rıfkı ve Mehmet Asım; 9 Eylül’de Yunan denize döküldükten kısa bir süre sonra Ege’ye giderek Yunan zulmünde zarar görmüş şehir ve kasabalarda tespitler yapıp, bunları İzmir’den Bursa’ya isimli kitapta yayınladılar. Falih Rıfkı, bu kitabın “30 Eylül 1922’de Alaşehir Harabelerinde” başlıklı bölümünde Alaşehir yangınına dair tespitlerini şu şekilde anlatmıştır:

         “Alaşehir, Anadolu’nun bütün şehirlerinden daha ziyade yandı ve onun faciasını dinleyen adam, uzun müddet Manisa, Kasaba (Turgutlu) ve Salihli isimlerimi bile unutuyor.

         Bu hissin nereden geldiğini araştırıyorum. Karşımda hafif bir rüzgarla bütün harabenin enkazı havaya karışıyor, zira denilebilir ki Alaşehir bir toz halindedir. Ve hiçbir kasaba, Alaşehir kadar öldürülmemiştir, manzarasının öyle bir boşluğu var ki insana bir asırdan beri bu yola kimse uğramamış gibi geliyor, bu harabe, kadim harabeler gibi, kokusuz ve kurudur.

         Bir doktor bizi aldı, susuz, çeşmeler arasında yukarı doğru çıkıyoruz. Doktor:

         -Şu sırta kadar çıkmazsak, kabil değil faciayı tamamıyla göremezsiniz, diyor.

         Alaşehir’in bir hususiyeti de şu ki hiç insan yok. Yalnız kuytu bir köşesinde, enkaz arasından yanmış cesetleri ayıklayarak, analarını ve babalarını seçmeğe çalışan kimsesizler görüyoruz. Fakat niçin etrafımızı sarmıyorsunuz, sizin ıstırabınız yok mu? Zira bu sessizlik arasında ağzınızın söylediğini ve gözünüzün ağladığını ve kollarınızın çırpındığını görmek bile bizim için bir tesellidir.

         Alaşehir dört bin beş yüz evli mamur bir kasabaydı. Harabeler arasında şehrin eski şeklini bina enkazına bakarak tasavvur etmek mümkündür. Fakir ve kerpiç köyler yandıktan sonra kuru bir çamur yığını haline geliyor, mamur kasabalarının enkazı içinde tesadüf ettiğimiz taş duvarlardan, kapı iskeletlerinden, demir parmaklık döküntülerinden evlerin şeklini, hatta büyüklüğünü tanıyabiliyoruz.

         Yunanlılar ve yerli Rumlar, Alaşehir yangınında süngü ile altı yüz kişi öldürdüler, köylerde ve şehirde şimdiye kadar bulunan yanmış cesetlerin adedi iki yüzü aşıyor. Uşak’ta kâfi derece vakit bulamayan tahrip taburu, Alaşehir’i son akçesine kadar soydu, son evine kadar yaktı, tutabildiği kadar insanı hayvanı kesti, ateşe attı. Bu tabur giderken Manamak istasyonunda üç yüz Türk çocuğu öldürmüştür.

         Alaşehir ahalisinin birçoğu yabancı olduğundan, bu kasaba için diğer yanan yerlerden daha ziyade dağılmak tehlikesi var. Hatta şimdiden birçok kimseler Anadolu’nun başka taraflarına, bir daha buraya dönmemek üzere hicret etmişlerdir. Halkı dağıtmamak için en sade usul, meskensizlik ve ekmeksizlik sebebiyle başka yerlere gitmiş olanlara, yeni bir iş ve yeni bir hayat sahibi olmadan evvel, asıl kasaba ve köylerinde oturabilmek ve yaşayabilmek imkânı vermektir.

         Rumeli’den beş altı sene evvel Anadolu’ya gelip bir tekke veya imarete yerleştirilmiş olanlar, bir odayı bir ev gibi ve bir avluyu bir köy gibi görmeğe o kadar alışmışlardır ki onları bu dilenci hayatından çalışmağa ve toprağa çağırmak hemen gayrı kabil bir hale gelmiştir.

         Kapının önünde oturdum, uzakta çıplak dağların gurubuna bakıyorum. Harabeler alaca karanlıkta tabiatla beraber, o kadar kolay ve çabuk sönüyor. Yarı karanlıkta yıkık bir minare görüntüsünün öyle bir hüznü var ki, akşamın ve gurbetin bütün hüznü onda yoğunlaşmış gibi…Güneş battıktan sonra yangının kırmızı alevi göründüğü gibi, en eski harabenin en eski unutulmuş faciası yıkık bir minarenin resminden, bir buharlaşma gibi, bütün atmosfere karışıyor. Guruptan sonra havayı bir harabe yanında teneffüs edenler yıkılmış, yanmış, terk edilmiş ve unutulmuş şeyin bu için için yaşayışını fark etmişlerdir. Bizi sükûtun esrarengiz sesinden ve takibinden kurtarmak için ne ovadan çıngırak sesi geliyor, ne bütün vüsat içinde bir ek ışık yanıyor, hayatın hiçbir haberi yok…

         Alaşehir yanarken, İzmir’e doğru doğru sürüklenen kafilelerin başından geçen maceralar muhayyileyi dehşet içinde bırakıyor. Manisa’ya giden kadın, çocuk ve ihtiyarlardan ibaret bir kafile geceli gündüzlü yaya ve aç yürümüştür. Her müfreze tam dinleneceği vakit bu bedbahtları diğer bir müfrezeye teslim ederdi. Şose kenarındaki sudan bir avuç alıp dudaklarını ıslatmak için eğilenler, yaralı ayağından pabucunu çıkarmak için bir lahza durmak isteyenler, yorulan düşen bir çocuk, açlıktan bayılan kadın, henüz kanı kurumamış bir süngü ile öldürülür ve ihtiyar baba çocuğunun etinden henüz çıkan ve ucundan çocuğun kırmızı kanı damlayan süngünün tehdidi altından, yarasını ve ıstırabını unutmuş görünerek, ağlamaktan korkarak yürürdü.

Bu kafilelerden konuşan, bağıran, yardım isteyen vurulur, başların çoğu kâh kurumuş, kâh taze kanlarla siyah ve kırmızıdır. Uzun ve kalabalık kafile, bir müddet gittikten sonra uzunluğundan ve kesafetinden kaybeder, öldürülen kadının kucağındaki yavru, eğer hemen yerden alınmazsa, müthiş süngü henüz yalvarmasını bilmeyen zavallının karnını yırtar. Ve kafile adım başında bir ceset bırakarak, bazen birbirine sarılmış bir aile bir kişiye inerek, gece gündüz, dereden, dağdan, çamurdan sürüne sürüne, meçhul seyahate devam eder.

         Geçen kafilelerin arkasından gidenler ya henüz soluyan, ya soğumuş yahut eskidiği için kokmuş insanlara tesadüf ederler. Bazı yerlerde iskeleti görünmeğe başlamış cesetlere iri ve çirkin kuşların üşüştüğü görünür. Her kafiledeki adam için, insanın bu korkunç hallere uğramak şansı vardır. Hiç kimse vurulmayacağını bilmez, hiçbir ana çocuğunun sahibi değildir. Yan yana gidenler, ölüler gibi birbirine yabancıdır.

         Hiçbir imdat imkanı yoktur. Eğer kafile azsa ve nöbet değiştiren bir müfreze yorgunluğa tahammül etmek istemezse, o vakit, bir hendek dibinde bedbaht yolcuların çömeldiği görülür. Genç zabit bu kalabalığı kâh bir daire şekline sokar, beğenmezse bir kavis haline getirir, uzatır veya kısaltır. Ve biraz sonra ölecek olanlar bu zabitin bir sesiyle en muntazam askerler gibi hareket ederler, aç, susuz ve uykusuz oldukları halde, çekirgeler gibi sıçrarlar, tavşanlar gibi koşarlar ve bütün canlarını gözlerinin bebeğine toplayarak, bütün canlarıyla katillerine bakarlar… Fakat hiç birinin faydası olmaz. Sabırsızlanan neferler, zabitin emri üzerine kâh dipçikleriyle, ölümlerini görmemek için ellerini yüzlerine kapayan bu insanları, tavşanlar ve çekirgeler gibi öldürürler.

         … Ve Alaşehir kafilelerinden biri, böyle azalarak, kısalarak, ekmeksiz ve uykusuz üç güne yakın yol yürümüştü. Nihayet uzaktan Manisa göründü, şüphesiz buraya da uğramayacaklardı. İzmir kim bilir daha ne kadar uzaktı? Katillerden sual sormağa kim cesaret edebilir? Feryat gibi, yardım dileme gibi, yakarma gibi, bu kafilelerde sualin cezası ölümdü.

         Başları önlerinde, kimi mendilinden yarasının kanını sıkarak, ihtiyarlar gençlerin koluna asılmış, baygın çocuklar henüz takatini kaybetmemiş erkeklerin omzunda, yürüyorlardı. Birdenbire Türkçe bir ses duydular:

         -Yere yatınız!

         Ve hepsi yere kapandı…

         Sık ve şiddetli bir tüfek ateşi duyuldu… Biraz sonra başlarını kaldırdıkları zaman, arkalarındaki Yunan bölüğün de kendileri gibi, fakat artık ebediyen yere yatmış olduğunu gördüler. Zira bu Yunan muhafızların, Mustafa Kemal’in süvarilerinin Manisa’ya geldiğinden haberleri yoktu. Kafileyi uzaktan gören birkaç yiğit, Yunan katliamcılarına pusu kurmuştu.

         Kurbanlarını mezara götüren bu katillerin önünde intikam ve ceza; ansızın, işte böyle şimşek gibi çaktı…”

Doç. Dr. Ömer METİN

Kaynak: METİN Ömer, Milli Mücadele’de Alaşehir, Kriter Yayınları, Birinci Baskı İstanbul

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum