3 Mayıs'ı 3 isimden dinlemek

3 Mayıs'ı 3 isimden dinlemek
18 Haziran 2020 - 13:41 - Güncelleme: 18 Haziran 2020 - 13:46

Hakan Paksoy (HP): Millî Düşünce YouTube kanalı izleyicilerini selamlıyorum.

Bugün önemli bir konuyu, Türk siyaset ve fikir hayatında ve devlet hayatında önemli olmakla birlikte çokta fazla üzerinde durulmayan bir olayı tarihte gerçekleşmiş bir olayı, Türkiye’de konunun en iyi bilenleriyle konuşacağız.

Konuklarımız Eski Devlet Bakanımız ve Millî Düşünce Merkezi Genel Başkanı Sayın Sadi Somuncuoğlu, Millî Düşünce Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi ve MİSAK Yönetim Kurulu Üyesi Sayın Prof. Dr. Ahmet Bican Ercilasun ve Millî Düşünce Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi, MİSAK Başkanı Prof. Dr. Sayın İskender Öksüz, üçünüz de hoş geldiniz efendim.

Üç konuğumuz da. gerek Türk Dünyası gerekse de Türkiye için yakından tanınan ve çok önemli çalışmaları olan üç isim. Bugün 1944 olayları diye bilinen ve 3 Mayıs’ta gerçekleşen gösterilerden sonra da Türkçüler Günü olarak ilan edilen çok önemli olayların yaşandığı bir döneme bakacağız. Bu dönemde neler oldu hatırlamak için önce Bican Ağabeyle bir görüşeceğiz, Bican Ağabey 1944’de ne oldu, 3 Mayıs ne anlama geliyor, bize bu konuda biraz bilgi verir misiniz lütfen?

Ahmet Bican Ercilasun (ABE)

Hay hay!

1940’ların başında çok hareketli bir yayın hayatı vardı. Özellikle dergicilikte, yani bir yandan Türk Milliyetçilerinin dergileri çıkıyor, bir yandan, efendim, kendilerine solcu diyen sosyalist diyenlerin dergileri çıkıyor. Bu arada Nihal Atsız 1944 yılında Orhun Dergisi’ni yeniden çıkarmaya başlıyor. 1934’de kapatılmıştı Orhun Dergisi, 1944’de yeniden çıkarmaya başlıyor.

Orhun Dergisi’nin 15. sayısında yani 1944 yılının Mart ayında Başvekil Şükrü Saraçoğlu’na, onun ifadesiyle Saraçoğlu Şükrü’ye açık mektup yazıyor. O dönemde, tabii, Başvekile açık mektup yazmak son derece önemli çünkü tek parti dönemi. Üstelik bu açık mektupta çok sert ifadeler var. Açık mektupta Türkiye’deki komünistlerin faaliyetlerini anlatıyor ve komünistlerin devlet tarafından âdeta himaye edildiğini, devlet tarafından onlara görev verildiğini söylüyor. Mart ayında bunu yazıyor; eğer herhangi bir hareket olmazsa, herhangi bir cevap verilmezse ve dergi kapatılmazsa, Nisan’da örnekler de vereceğim diyor ve Nisan sayısında Başvekil Saraçoğlu Şükrü’ye, ikinci açık mektubunu yazıyor.

Burada örnekler veriyor. Dört kişiyi özellikle anlatıyor. Bunlardan biri Sabahattin Ali’dir. Komünist olduğu halde, Atatürk’e ve İnönü’ye hakaret eden bir şiirden mahkûm olduğu halde, devlet konservatuarında kendisine öğretmenlik görevi verildiğini anlatıyor. Bir başkası Pertev Naili Boratav. Onun da Almanya’da doktorasını bitirmediği halde, adeta, hükümet tarafından taltif edilerek, Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine doçent olarak atandığını anlatıyor. Bir üçüncü isim Sadrettin Celal. O da 1923’de Komünist Enternasyonaline katılmış bir isim. Onun İstanbul Üniversitesi’nde, Pedagoji Enstitüsü’nün başına getirildiğini söylüyor. Bir dördüncü isim Ahmet Cevat.

Bu ikinci mektuptan sonra dergi hemen kapatılıyor, Atsız’ın Boğaziçi Üniversitesi’ndeki öğretmenliğine son veriliyor ve Sabahattin Ali Atsız aleyhine bir dava açıyor. Daha doğrusu Sabahattin Ali, dava açması için teşvik ediliyor, âdeta kışkırtılıyor.

Olaylar Sabahattin Ali ve Atsız davasıyla meydana geliyor. 1944 26 Nisan’da birinci duruşma. Mahkeme çok kalabalık ama esas ikinci duruşma, yani 3 Mayıs 1944. Mahkeme yine çok kalabalık, dinleyiciler mahkemeye sığmıyor. Tabii bunlar üniversite gençleri ve milliyetçi gençler, Atsız’ın etkisinde kalmış olan gençler. Bunlar mahkeme salonuna sığmıyor, dışarıya taşıyor ve bu defa Ulus’taki hükümet meydanına doğru yürümeye başlıyorlar. Aslında o zaman adliye binası Anafartalar’da malum Ulus’a yakın oraya yürümeye başlıyor ve büyük bir gösteri yapıyorlar.

Demek ki Sabahattin Ali-Atsız davasının ikinci duruşmasında oluyor bu. Yani 3 Mayıs 1944’de gençler, birkaç bin genç, -bu gençlerin ‘kahrolsun komünizm’ ‘komünistler Moskova’ya’ gibi sloganları var- Sabahattin Ali’nin kitaplarını yakıyorlar. O zamanki motosikletli polisler, atlı polisler gençlerin üzerine gidiyorlar. Onlardan birçoğunu alıp nezarete atıyorlar, yani 3 Mayıs olayları bu.

Fakat arkası geliyor. 9 Mayıs’ta 3. duruşmada Atsız, Sabahattin Ali’ye hakaret davasından dolayı 4 ay hapis, 66 lira para cezasına mahkûm ediliyor ama mahkûmiyet erteleniyor. Fakat aynı gün yani mahkûmiyetin ertelendiği gün Atsız tutuklanıyor. 10 Mayıs’ta Reha Oğuz Türkkan tutuklanıyor. Hemen arkasından Nejdet Sançar, Orhan Şaik Gökyay, Zeki Velidi Togan, Hüseyin Namık Orkun, Hasan Ferit Cansever gibi isimler tutuklanıyor. Ve hemen bir hükümet bildirisiyle, aslında bu gösterilerin basit gösteriler olmadığı, hükümeti devirmek amacı taşıdığı, gizli bir teşkilat kurdukları efendim anayasaya aykırı, meclisi devirmek maksadını güden bir teşkilat kurdukları ifade ediliyor hükümet bildirisiyle.

18 Mayıs’ta bu hükümet bildirisi İstanbul’daki sıkıyönetime gönderiliyor. Sıkıyönetim de aynı mahiyette bir bildiri yayınlıyor. 19 Mayıs’ta bayram dolayısıyla Reis-i Cumhur İsmet İnönü bir nutuk veriyor. O nutukta da bu Turancıları, efendim, memleketi uçuruma sürüklemekle, efendim, gizli bir teşkilat kurmakla, efendim, gençleri hainane emellerine alet etmekle suçluyor. Böylece ‘Irkçılık Turancılık Davası’ dediğimiz duruşmalar başlıyor. Tam 65 oturum efendim devam ediyor ve 1945 yılına geçiyor yani sarkıyor.

1945 yılında, tutuklanan 25 kişiden 10’una çeşitli cezalar veriliyor. Mesela, Zeki Velidi Togan’a 10 yıl mahkûmiyet, Atsız’a 6 yıl mahkûmiyet, Reha Oğuz Türkkan’a 5 yıl mahkûmiyet veriliyor. Mahkûmiyet dışında sürgün cezaları da var. Mesela Alparslan Türkeş’e 9 ay ve küsur mahkûmiyet cezası veriliyor. Ama hemen askerî temyize başvuruyorlar, Askeri Yargıtay’a başvuruyorlar, Yargıtay davayı bozuyor. Yargıtay davayı bozunca, efendim, tahliye ediyorlar.

Yani olan olaylar kısaca bu.

Sadi Somuncuoğlu (SS): Sonra da beraat ediyor hepsi de.

ABE: Tabii hepsi Yargıtay tarafından beraat ettiriliyor. Önce Askeri Yargıtay mahkûmiyet kararlarını bozuyor ve dava ikinci örfi idarenin, sıkıyönetimin, ikinci mahkemesine gidiyor. İkinci mahkemede hepsi beraat ediyor.

HP: Teşekkür ederiz Hocam.

İskender Hocam bu ırkçılık suçlaması Türk Milliyetçilerinin üzerine devamlı gelen bir konu. Tabii, 1944’den sonraki dönemi Sayın Bakanla işleyeceğiz ama Türk Milliyetçilerinin milliyetçiliğiyle Irkçılık ne kadar uyar yan yana gelir. Turancılar, Turancılık nedir, biraz açıklar mısınız lütfen?

İskender Öksüz (İÖ): Tabii… Turancılık kolay. Türk Milliyetçisiyse bir insan Turancıdır. Turancılık ne demek? Türklerin, dünyadaki Türklerin, hür ve bağımsız olmaları ve birlik olmaları ülküsüdür üçü birden: Hür, bağımsız ve birlik. Atsız bey sırayla söylerdi bunu. Evvela hür ve bağımsız, ondan sonra, yani istiklalden sonra birlik. Birlik de çeşitli şekillerde düşünülebilir. Avrupa Birliği gibi bir birlik düşünülebilir. Bunları istemeyecek bir Türk’ün olması mümkün değil. Zaten oraya doğru gidiliyor şu anda da, Turancılık o.

O zaman neden dehşet verici bir şey? O zamanın siyasi şartlarından herhalde. Turancılık deyince Sovyetler’i düşman ederiz kendimize endişesi var.

ABE: Ve Almanların mağlup olduğu bir dönem.

Ve Almanların mağlup olduğu bir dönem şey diye anlatırlar. Almanlar ilerlerken İsmet Paşa komünistleri hapse atarmış, Ruslar ilerlerken de komünistleri bırakıp efendim milliyetçileri hapse atarmış.

SS: Şaka yapmışlar herhalde!

ABE: Doğru, sonradan yapılan araştırmaların çoğu dış politikaya bağlı olduğunu ifade ediyorlar araştırmalar, yani doktora tezlerinde filan bunlar belirtiliyor.

SS: Ama delil yok, yorum.

ABE: Tabii ki yorum ama şu gerçek, yani Stalin’in önünden Stalingrad’dan Almanlar çekilmeye başladıktan sonra, Ruslar kuvvetlendikten sonra, Türk Milliyetçilerinin üzerine gidiliyor.

İÖ: Burada Rusların kulisi de vardır. Yani bunları topla şeklinde.

SS: Yalnız kusura bakmayın şunu da söylemek lazım. Tevetoğlu hatıralarında anlatıyor, 1944’te Türkçüler tabutluklarda, işkence görürken komünistler de görüyor aynı dönemde. Atatürk döneminden başlıyor komünist tevkifatları. Demokrat Parti dönemine kadar kesintisiz devam ediyor.

ABE: 1945’te de mi komünist tevkifatları var Sadi?  1944’te de mi olması lazım?

SS: Var 45’te. Daha sonra da var, hayır Nazım Hikmet filan ne zaman tevkif oluyor?

ABE: Onlar 1938’de.

SS: Yani Cumhuriyet hükümetleri döneminde 1951’e kadar devamlı komünist tevkifatı devam etti[1].

ABE: Yapmıştır evet doğru.

SS: Rusların ileri gitmesi geri gelmesiyle bağlantısını kurmak için delil koymak lazım.

İÖ: Turancılık bu. Irkçılık daha da karmaşık. Bir dünyadaki ırkçılık var. Tarihe bakmak lazım o iş için. Bir de Türkiye’de ırk dendiğin zaman ne kastediliyor, ona bakmak lazım. Bu kelimeler bugünkü anlamlarına gelmiyor. Mesela işte İstiklâl Marşı’mızda “Kahraman ırkıma bir gül, ne bu şiddet bu celal” diyor. Oradakinin her halde Hitler’in ırkıyla bir ilgisi yok.

Batıda nasıl? Batı, emperyalizm döneminde kendisine, yaptığı işlere, yaptığı gayriinsani işlere aslında bir izahat, bilime dayanan bir açıklama arıyor ve ırkçılığı icat ediyor. Dinî dayanak da arıyor, ilmî dayanak da arıyor. Dinî dayanak kolay çünkü Hristiyanlık’ta “Tanrı insanı kendi suretinde yaratmıştır.” diye bir hüküm var. Bizimkiler pekiyi anlamadıkları için bunu hadis diye Müslümanlığa da sokuştururlar birçok Hristiyanî motifi ithal ettikleri gibi. Kendi suretinde ne demek? Yani Tanrı siyah olamaz. Rengi kendi suretinde yarattığına göre Tanrı’da siyah değildir. O halde siyahlar insan değildir. İnsan olmayınca ruhları yoktur filan.

Bunun ekonomik tarafı da var. Çok güzel iş. Amerika’dan pamuk alıyorsunuz. Siyahilerin topladığı, esirlerin topladığı pamuğu alıyorsunuz, İngiltere’de işliyorsunuz bu pamuğu ve başka şeyleri de işliyorsunuz. Endüstri başlamış, bunları Afrika’ya götürüp satıyorsunuz. Karşılığı para değil. Takas yapıyorsunuz. Karşılığında köle alıyorsunuz.

Bu arada dini de kullanıyorlar. Afrika’da, mesela, bir mağara var, kurtuluş için o mağaraya sokuyorlar gençleri. Öbür ucunda mağaranın -aslında tünel gibi bir şey- geminin tayfaları bekliyor içeriye girenleri yakaladıkları gibi gemiye tıkıyorlar. Korkunç rakamlar var. Mesela Afrika’dan Amerika’ya giderken, kölelerin %30’unun yolda ölmesi söz konusu. Amerika’ya esir bırakıyorlar esir karşılığında pamuk alıyorlar dolayısıyla bu üçlü çark gayetle zengin ediyor bazı insanları ve İngiltere’yi.

Ve şiirler yazıyorlar ondan sonra. Meşhur yazar ve şairleri Rudyard Kipling’in, Beyaz Adamın Yükü diye bir şiiri var. Yarı şeytan yarı çocuk diyor siyahlara, Hintlilere filan. Çin çok eski bir devlet. Batıdaki devletlerden daha eski bir devlet. Türk devletleri gibi. Çin bir şey ithal etmek istemiyor. Ama nasıl olur? Çin’den mal alacaklar, bir şeyler alacaklar ama onlar bir şey istemiyorlar. Çin’i ticarete zorlamak için İngiltere onlara Hindistan’dan esrar götürüyor. Fakat Çin hükümeti esrarı yasaklıyor. Tabiî olarak.  Bunun üzerine Çinlilere zorla esrar içirmek için harp açıyorlar. Kazanıyorlar harbi, zorla esrar sokuyorlar. Çinlilere ve zorla esrar içiriyorlar. Bunlara Opium Savaşları yani esrar için savaşlar deniyor.

Bunlar çok eski devirlere ait hikâyeler değil. 19. asırdan bahsediyorum, 20. asrın başından bahsediyorum. Mesela İndiana Senatörü Albert Beveridge’ın 1890’larda Senato’da, Amerikan senatosunda bir konuşması var;

“Köksüz medeniyetlerin ve çürüyen ırkların daha asil ve daha zinde, daha doğurgan insan tiplerinin, üstün medeniyetlerinin önünde kayboluşu.”

diye anlatıyor tarihi.

Charles Cochrane… Cochrane Vakfı filan Amerika’da. Mississipi Senatörü bu cumhuriyeti kuran baş eğmez ırktan bahsediyor. Ve dünyanın ari ırklar tarafından fethedileceğini anlatıyor. Yani dolayısıyla Hitler bunların sonuncusu ilki değil

HP: Yanı ırkçılık Hitler’den çıkmadı, Hitler ırkçılıktan çıktı.

İÖ: Çıkmadı evet. Hitler sonuncusu.

1891’de Frank Baum, Aberdeen Saturday Pioneer Gazetesinde -ki kendi gazetesi bu- şunları yazıyor. Bu adam meşhur bir adam siz de hatırlayacaksanız, bütün seyirciler de hatırlayacaklar. Meşhur Oz Büyücüsü vardır ya onun yazarı. Bu adam diyor ki, “Pioneer’in daha önce de açıkladığı gibi bizim güvenliğimiz yerlilerin tamamen itlafı ile mümkündür.” İtlaf kelimesini kullanıyorum burada ki haşere için kullanılır. Onun kullandığı kelime İngilizce “exterminate”, itlaftır birebir.

ABE: Yani, yok etmek diyor.

İÖ: Yok etmek ama katliam demiyor, itlaf diyor.

ABE: Yani biz itlafı köpekler için filan kullanırız

İÖ: Hamam böcekleri için kullanırız ama işte. “Onlara asırlar boyu haksızlık yaptıysak ne için? Medeniyetimizi korumak için. Bir haksızlık daha yapalım ve bu ehlileşmeyen, ehlileşmeyecek yaratıkları dünya yüzünden silelim.”

HP: Tarih kaç demiştiniz hocam?

İÖ: 1891. 19. asrın sonu. 20. asrın başına yaklaşıyoruz.

Setif Katliamı var 1945. Cezayir, 45 bin Cezayirliyi öldürdüler diyor. Fransa hayır 45 bin kişiyi öldürmedik topu topu 25 bin kişiyi öldürdük diyor. Silahsız halk üzerine ateş açıyorlar. Paris’te bu 45’ten sonra, bir gece 300 Arap ölü bulunuyor. Tesadüfe bakın, hepsi aynı anda ölüveriyor adamcağızların. Ve 23 Şubat 2005’te, bu daha da eğlenceli, bir kanun çıkıyor Fransız Parlamentosu’ndan. Çocuklara, her kademede gençlerimize, Fransa’nın, özellikle Kuzey Afrika ve dünyanın diğer taraflarına nasıl medeniyet getirdiğimizi anlatmamız lazım diyor. Nasıl medeniyet getirdiği de bu rakamların içinde var. Neyse, Fransız Anayasa Mahkemesi kanunu kadük hale getirdi, kaldırdı, yürürlükte değil şu anda. Bu Setif Katliamı vesaire 31 Ocak 2006 tarihinde deklasifiye ediliyor. Yani yürürlüğe girme imkânı da kalkıyor.

Dolayısıyla bu fikirlerden Hitler doğuyor, Hitler’den doğmuyor bu fikirler. Bu fikirler zaten var.

ABE: Bizde ırk deyince?

İÖ: Bizde ırk deyince, atlayayım biraz, yoksa epey hazırlığım var bu konuda. Mesela Atsız Bey, Nejdet Sançar Bey,  “biz ırkçıyız ama laboratuvar ırkçısı değiliz” derler. Şimdi Hitler filan gülerler bu işe. Irkçıyım diyen herkes güler. Onlar milleti kastediyorlar aslında bugünkü anlamda.

ABE: Zaten Atsız’ın 33 veya 34’de Orhun dergisinde bir yazısı var başlık “Millet eşittir Irk” veya “Irk eşittir Millet”

İÖ: Evet, yani Mehmet Akif de “Kahraman ırkıma bir gül” dediği zaman her halde DNA’dan bahsetmiyordu. Zaten DNA’nın ne olduğunu ikisi de bilmiyordur. Fakat 1930’lar, 1940’lar filan dört kol çengi. O işlerin yani Avrupa ırkçılığının zirveye çıktığı yıllar. Bizimkiler bir türlü onlar gibi olmamışlar. Tam tersine, biliyorsunuz herkes biliyor İmparatorluk çatırdıyor. Yani 19. asır şanlı geçmişimizle biz övünürüz, Türkçüler övünürler şanlı geçmişiyle. Ama 19. asır şan ve şerefe çok da dâhil değildir! Sanki şimdi bizim nevzuhur Osmanlıcılar daha çok, işte Vahdettin döneminin şan ve şerefini arar gibiler. Pek şanlı ve şerefli dönemler değil onlar bildiğiniz gibi. Onlar şu kadar asırlık anayurdumuzun, Rumeli’nin, mesela, elimizden çıktığı yıllar. Şimdi o çöküş dönemini, vatanın bitiş dönemini kurtarma çabaları var. Bir Osmanlıcılık çıkarılıyor. Bu, Fransız İhtilali’ne de uyuyor kimindi bu? Bican bilir.

Türk, Musevi, Rum, Ermeni
Gördük bu rûz-ı rûşeni.

Böyle marşlar var, millet sisteminden vazgeçiliyor. Ondan sonra olmuyor, Hristiyan tebaa şakır şakır ayrılıyor. Osmanlıcılık tutmuyor. O zaman İslamcılık yapalım diyorlar. İslamcılık da tutmuyor biliyorsunuz. Arnavutlar ayrılıyor. Araplar Birinci Dünya Harbi’nde, devlete karşı yürüyorlar filan. Sonunda çare kalmıyor. Geriye kala kala kala Türklük kalıyor. Ve işte Yusuf Akçura’lar, Ziya Gökalp’ler ve Cumhuriyet, Türklük temeli üzerinde kuruluyor. Bu temel başlarda belli, İnönü de sıkı Irk lafları ediyor o tarihlerde. Sonradan akıllarına geliyor Irkçılık Turancılık diye dava açmak. Mesela Atatürk’ten sonra 1940 yılında Cumhuriyet Halk Partisi Konferansları var. Bunun birinci konferansında Agop Dilaçar’ın Türk Dil Kurumu’ndan Agop Dilaçar’ın, çok enteresan bir ifadesi var: “Türkçülük”, diyor Dilaçar, “ırkçı olmadığı için noksandı. Kemalizm ona ırkçılığı ilave etmiştir.” Tabii bu Kemalizm’den Atatürk’ün pek de haberi yok.

Ulus’ta bir başyazı var. Ulus biliyorsunuz o tarihlerde Cumhuriyet Halk Partisi’nin resmî yayın organı gibi. Hangi tarihler? 1940’lardan bahsediyorum. Başyazının başlığı şu: ‘Türkiye dünya ırkçılığında yerini almalıdır.’ İstiklâl Marşı’nda, Harbiye Marşı’nda, ‘muhtaç olduğun kudret damarlarındaki asil kanda mevcuttur’, 10. Yıl Marşı’nda bol bol ırk lafı var. Ama bizim yayınlarda hiçbir zaman arî ırk hikâyesi yok. Neden? Çünkü ırkı millet olarak kullanıyorlar. Bican’ın dediği gibi Atsız ‘Irk eşittir Millet’ diyor ve öyle kullanıyorlar o tarihlerde. Bir şaşkınlık ama millet yıllarca cemaat anlamında kullanılmış bizde: Katolik milleti, Protestan milleti, Yahudi milleti, Müslüman milleti şeklinde kullanılmış. Cemaat karşılığı aslında. Cemaatin asıl anlamı bir kilisenin mensupları. Ayrı bir kilisenin ayrı bir din teşkilatının mensupları diye anlaşılmış.

Evet, İnönü’nün de sözleri var. En çarpıcısı belki Hamdullah Suphi’nin. 23 Nisan 1925’de Türk Ocakları’nın 2. Kurultayı toplanıyor. Kurultay’dan sonra yeni seçilen yönetim kurulu olarak İsmet Paşa’ya gidiyorlar. Onlara hitaben İsmet Paşa’nın bir konuşması var. Konuşmayı İsmail Acar’ın “Cumhuriyetin kurucu fikri Türk Milliyetçiliği” adlı kitabın 23. sayfasında bulabilirsiniz. İnternette var kitap. İnönü’nün konuşması şöyle:

“Sizi bir ocaklı kalbiyle selamlamış olmakla bilistifade birkaç söz söylemek isterim bunu gerek dâhilde, gerek hariçte söylemek için artık vehmedecek bir nokta-i endişemiz yoktur. Milliyet yegâne birleşme vasıtamızdır. Diğer anasır Türk ekseriyeti karşısında bir etkiye sahip değildir. İlkemiz, Türk vatanı içinde bulunanları behemehâl Türk yapmaktır, Türklüğe ve Türkçülüğe muhalefet edecek anasırı kesip atacağız. Vatana hizmet edecek olanda arayacağımız her şeyden önce o adamın Türk ve Türkçü olmasıdır.”

Yıl 1925. Oradan öne doğru sarın, şimdi, 19 Mayıs 1944 nutkuna gelin. Onun sebepleri incelenebilir tamamıyla. Zaten Atatürk’ten sonra Türkiye’de 180 derece bir çark var. Ders kitapları değişiyor, tarih kitapları değişiyor. Efendim, Yunanca ve Latince dersler konmaya başlanıyor. Atatürk’ün radyo konuşmalarında ısrarla ‘Büyük Türk Milleti’ diye hitap etmesine karşılık, 1944’den sonra İsmet İnönü ‘Aziz vatandaşlarım’ı tercih ediyor. Sonuna kadar da öyle hitap etti. Rahmetli Mustafa Kafalı hoca bunun taklidini yaparak söylerdi Allah rahmet eylesin.

HP: Ama tabii Lozan’daki İnönü de, 1925’teki İnönü de tam ve kâmil anlamıyla Türk Milliyetçisi olarak görünüyor. 1944’e geldiğinde, dediğiniz gibi farkın incelenmesi gerekiyor. Hatta 1944’te Irkçılıkla suçlanan, bugün bile ırkçı deyince ilk akla gelen Atsız hoca rahmetli, ilk defa 1970’te Ötüken’in 104. sayısında yayınlanan, sonra Türk Ülküsü kitabında da yer alan ‘Türkçülük ve Siyaset’ makalesinde diyor ki: “Türkçülük ancak ve yalnız bütün Türkler için olan bir milliyetçilik davasını ülkü edinir. Türkler ise Türk soyundan gelenlerle Türk soyundan gelmişler kadar Türkleşip kendini o soya bağlayan ve beyninde hiçbir yabancı ırk düşüncesi bulunmayan fertlerin topluluğudur.”

İÖ: Buradaki ırk da millet demek işte. Yani beyninde başka ırk düşüncesi olmayan ne demek?

HP: Başka bir bağlılığı yok.

İÖ: Amerikan vatandaşlık yemininde de hiçbir başka prense, millete bağlılık hissetmeyeceğim diye yemin ediliyor. Prens, burada egemen, hükümdar demektir.

HP: Tam ve kâmil anlamıyla ‘Ne Mutlu Türküm Diyene’ yaklaşımıdır bu. Değil mi Bican Hocam?

ABE: Tam öyledir zaten. Atsız da Nejdet Sançar da son yazılarında bu ırk kavramına yüklenen kötü anlamdan dolayı ırk yerine soy kelimesini kullanmayı tercih ettiler.

HP: Ekleyeceğiniz başka bir şey var mı İskender Hocam?

İÖ: Vallahi Türkçülük Irkçı mıdır veya nedir, diye sorulduğunda kavramların sahipleri vardır demek lazım. Türkçülüğün sahibi de herhalde her şeyden önce Gökalp’tir. Gökalp, “ırk atlarda olur” diyor. Gökalp bilir bu işleri, veteriner çünkü. Mehmet Akif gibi o da veteriner. Veteriner deyip geçmeyin, çünkü stratejik bir alan o tarihlerde veterinerlik, çok stratejik bir alan. Bugünkü tank uzmanlığı gibi işte.

ABE: Tank mühendisi gibi.

İÖ: Evet evet, teknisyeni mühendisi gibi. Irk atlarda olur diyor işte Türkçülüğün kurucusu, Atatürk’ün fikir babam dediği adam. Kimse de çıkıp, “Yok, öyle değil atlarda olmaz insanlarda da olur” demiyor. Irk kelimesini millet yerine kullanıyorlar. Fakat  44’te de bugün de milliyetçilik kelimesi yerine ırkçılık kullanılmaya çalışılıyor bir algı yaratmak için. Irkçılık kötü bir şey milliyetçilik de ırkçılıktır o zaman milliyetçilik de kötü bir şey.

HP: Ve bir de “bütün milliyetçilikleri ayağımın altına aldım”.

İÖ: Milliyetçilikler ayakaltına alınıyor. Efendim, aslında ayakaltına alınmak istenen Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucu prensipleri. Kuruculuk ilkeleri Kemalizm diye de bunu kastediyorlar, Kemalizm diye de buna saldırıyorlar aslında.

HP: Sayın Bakanım, İskender Hocamın da söylediği, Türk Milliyetçiliği fikrinin kurucusu olan Ziya Gökalp’ten sonra bir de Türk Milliyetçilerini siyasî sahada var eden bir figür var: Alparslan Türkeş ve çok uzun yıllar birlikte çalıştınız. Çok yakın çalıştınız siyasette. Bir de 2017 yılında bu 1944’teki Irkçılık Turancılık Davasıyla ilgili bir yazınız var. “100. doğum yıl dönümünde Alparslan Türkeş”.

Türkeş Bey Türk milliyetçisi mi, ırkçı Turancı mı? Burada, mahkemede hâkimle arasında geçen bir konuşması var, sorulara verdiği cevaplar var? Alparslan Türkeş’in milliyetçiliği nasıldı, ırkçı mıydı?

SS: Evet, Türkeş Bey rahmet olsun, bütün hayatı boyunca o kitabî manadaki ırkçılık kavramını reddetmiştir. 1944 duruşmalarında da, mahkemede hâkimin sorusu üzerine bu konuya verdiği cevap çok açıktır, çok nettir. Ben ırkçı değilim diyor. Ama Türk milletinin üstün meziyetleri olan bir millet olduğuna iman etmiş birisiyim. Onun içinde bizim milletimizden daha bir üstün milleti kabul etmiyorum. Savaşlarda Türk ordusu kendisinin beş misli on misli birlikleri tepeliyor. Bu üstünlüğünü gösterir bir milletin. Bunun da örnekleri İstiklâl Harbimizdir diyor, Çanakkale’dir diyor. Yani bunları görüp de Türk milletinin üstünlüğüne inanmamak mümkün değildir diyor.

Çok net, hadiseleri de zikrederek ortaya koymuş mahkemede. Herhangi bir siyasî propaganda yapma yeri değil. Belli ki bir cezaya çarptırılacaksınız. Kendi fikriniz de, kendiniz de buradan zarar göreceksiniz ama orada açıkça söylüyor. Turancılık konusu da böyle, tabii o günlerde bu kavramlar Atatürk’ten sonra birdenbire kesilmemiş, atsınlar ??? arasında var bunlar konuşuluyor ve kabul ediliyor. O zaman ki Başbakan Şükrü Saraçoğlu, “Biz ırkçıyız. Irkçılığımız sadece kültür meselesi değil aynı zaman da kan meselesidir” diyor. Tabii İsmet Paşa Cumhurbaşkanı, Millî Şef. Saraçoğlu da Başbakan. Yani o günlerde bu kavramlar zihinlerden henüz sökülüp atılmamış. Ama 44 olaylarında, maalesef bu gerçeği dikkate almadan çok acımasızca bu fikrin üzerine gidilmiş.

İÖ: Saraçoğlu’nun tam alıntısı var okuyayım mı? 5 Ağustos 1942 yani olaylardan iki yıl önce TBMM kürsüsünden söylüyor dolayısıyla zabıtta var.

“Biz Türküz, Türkçüyüz ve daima Türkçü kalacağız. Bizim için Türkçülük bir kan meselesi olduğu kadar ve en az o kadar da vicdan ve kültür meselesidir.”

Cümle bu. İzmir Atatürk Lisesi’nden mezun olan Şükrü Saraçoğlu benim lisem olduğu için bunu sokuşturuyorum araya; böyle diyor.

ABE: Zaten Atsız da Saraçoğlu Şükrü’ye açık mektup yazarken, siz bu sözleri söylediniz onun için size yazıyorum diyor. Mektubun başında bunlar var.

SS: Tabii, doğru. Devletin içine komünistler kilit noktalara yerleştiriliyor ama sen de böyle konuşuyorsun diyor. Evet, mantığı gayet yerinde. Efendim yine hâkim diyor ki Türkeş beye 44 duruşmasında, biliyorsunuz askerî mahkeme de yargılandılar. “Evvela şu noktayı size sormak isterim Türkiye’de mevcut saf bir soydan gelme ve karışık ırktan bulunmayacağı hakkındaki düşüncelerinizin ne olduğunu öğrenmek istiyoruz.”

Türkeş:“Bugün devletimizin kabul ettiği ve üzerinde yürüdüğü prensip bence de en doğru ve en makul prensiptir. Yani Türklüğü her şeyden üstün görmekle beraber, gayri Türk unsurları da gerek kültür gerek telkin yoluyla çok kısa zamanda temsil etmek ben de bunu doğru görürüm. İdare işine gelince: benim şahsi görüşüm mühim işlerimizi görecek şahsiyetlerin ya tamamıyla Türk olan yani temsil olunmuş, kendisini Türk’ten başka bir şey saymayan veyahut da Türk ırkından gelen kimseler tarafından idare olmasını uygun bulurum” diyor.

Hâkim:“Karışık ırklar hakkında ne olacak?”

Türkeş: “Arz ettim efendim. Mademki Türkleşmiştir, dedesi veya nenesi şöyledir diye aranmasını doğru bulmam.”

Savcı hemen atılıyor: “Efendim Türkleşmişse kabul ederim.” diyor.

Hâkim: “Demek Türk’üm diyenleri kabul edelim diyorsunuz?”

Türkeş: “Tamamıyla temessül etmiş olanlarını.”

Hâkim: “Turancılık hakkındaki fikirlerinizi söyler misiniz?”

Türkeş: “Benim fikrime göre her şeyden mühim olan Türkiye’dir. Memleketimizin ilmi, irfanı, sanayide dereceye burudan çıksın en ileri dereceye ulaşması için çalışmak lazımdır. Turan yani Türk birliği yalnız Asya’dakiler değil bütün Türklerdir.”

Hâkim: “Hazırlık tahkikatında küçük nüfuslu devletler tehlikeye maruzdur, onun için ilk fırsatta bütün Türklerin birleşmesi lazımdır diyorsunuz.”

Hazırlık tahkikatı sırasında böyle bir ifade vermiş Türkeş Bey.

Türkeş: “Efendim izah edeyim, bunlar benim istikbale dair temennilerimden ibarettir. Tabiatıyla, takdir buyurursunuz ki bir devletin kuvvetini teşkil eden birçok unsur vardır. Bunlardan birisi de devletin nüfusudur. Bu Türk birliğine ait temennilerimizden birisi olabilir. Ben tahkikatta bunu arz ettim. Bugün nüfusumuz azdır. Bunu çoğaltmak için hemen kalkıp birliğe doğru yürüyelim demedim. Bu da istikbale ait bir meseledir ve devletimiz için bir kuvvet teşkil eder.”

Başkan Paşa (Mahkeme başkanı): “Nasıl bu kuvvetten istifade eder?” Böyle bir cümle geçmiş.

Türkeş: “Efendim, mesela 1917’de olduğu gibi 1965’te veya 1999’da Rusya’da bir ihtilal zuhur edebilir. O zamana kadar Türkiye harp endüstrisi bakımından da ilim ve irfan bakımından da ilerlemiş bulunur. 1945’Ve Türkiye’nin de müzaheretiyle bu birliğe doğru yürünebilir, işte fırsat budur.”

HP: Yani, 1989’da geldi. Evet Ağabey.

SS: 65-99 diye söylendiği sene 1944’tü yani. Efendim Başkan Paşa: “Birliğin hududu ne olacak?” Gayet açık Türkeş beyin cevabı: “Türklerin bir bayrak altında birleşmesi.”

Başkan Paşa: “Coğrafi hudutları nedir?”

Türkeş: “Efendim, coğrafi hudutlar Türklerin kesin olarak bulunduğu yerlerdir.”[2]

Evet, 1944-45 Türkçülük Turancılık Davası’nda sorgular, tutanaklar. Yavuz Bülent Bakiler tam kitap halinde bunu yayınlamıştır.

Yani şimdi bu ırkçılık meselesi 1944 davasının temel noktasıdır. İskender Hoca Turancılık üzerinde durdu. Fakat ben baktım Turancılığı suç sayan Cumhuriyet tarihi boyunca Türk Ceza Kanunu maddesi yok. Yani öyle bir madde olmadan suçlanıyor; doğrusu dikkat çekici.

Eğer devam edeceksem bu İsmet Paşa ile onun 19 Mayıs Nutkunu ele almak isterim.

HP: Sayın Bakanım onu biraz sonraya bırakalım isterseniz. Burada çünkü farklı bir noktaya dikkat çekti Bican Hocam.

Bican Hocam da geçmişte, 2017’de,“78 yıl önce kurulan bir komplo mu?” diye bir yazı yazdı. 1939’da bir komplo kurulduğunu ve bu komplonun gerçekleştiğini konu ediyordu. Daha sonra bağlantısını kuracağız ama önce bu komployu Bican Hocamdan dinleyelim. Nedir Bican Ağabey bu komplo?

ABE: Bu yazı MİSAK’ta çıktı biliyorsunuz.“78 yıl önce kurulmuş bir komplo (mu?)” diye soruyorum. Olay şu: Sabahattin Ali 1939 yılında o zamanki CHP’nin resmi organı Ulus’ta, -Falih Rıfkı Atay yönetiyor Ulus’u- İçimizdeki Şeytan romanını tefrika ediyor. 1940’ın başında da bu roman Remzi Kitapevi’nde basılıyor.

O romanda, Nihat isimli olumsuz kahraman Nihal Atsız’dır. Bir başka olumsuz kahraman Tatar Suratlı Herif. Bu da Zeki Velidi Togan’dır. Yine olumsuz kahramanlardan biri İsmet Şerif. Bu da Peyami Safa’dır. Bir başka olumsuz kahraman Profesör Hikmet, bu da Mükrimin Halil Yinanç’tır.

Bu romanda diyor ki,“bu Nihat yani Nihal Atsız gençleri etrafında topluyor, onlara ırklarını anlatıyor, yabancı ırklara karşı düşmanlık aşılıyor.”

Diyor ki,“Tatar Suratlı herif, Nihat’ın etrafına topladığı gençlerle sık sık bir araya geliyor gizli gizli konuşuyorlar, Nihat ve arkadaşları bir takım mecmualar, broşürler çıkartıyorlar.”

Romanda olanlar 44 duruşmalarında aynen var. Neler suçluyor, neler söylüyorsa Nihat için yani Nihâl Atsız için. Ama en enteresan tarafı, yani, o romanda bunlar için yapılan suçlamalar 44 iddianamesinde var. Hatta hükümet bildirisinde var bu suçlamalar. Hatta yabancı devletlerin oyuncağı oldukları, yabancı devletler hesabına çalıştıkları veya yabancı devletlerin bunlardan istifade edecekleri 44 iddianamesinde var. Bu romanda var, 39 yılındaki romanda, yani 44 yılından 5 yıl önceki romanda var.

En ilgi çekici ve daha somut bir şey söyleyeyim, romanın sonunda hükümet güçleri Nihat’ı ve Tatar Suratlı herifi tutukluyor. Yani Nihal Atsız’ı, Zeki Velidi Togan’ı tutukluyor. Diğer iki olumsuz kişi Profesör Hikmet yani Mükrimin Halil, bir yolunu buldu tanıdıklarını araya koydu ve tutuklanmaktan kurtuldu diyor. Bir başka olumsuz kahraman İsmet Şerif, yani Peyami Safa, o da kurtuldu diyor.

Bakın şimdi gerçekten de 1944’te yani İnönü’nün 19 Mayıs nutkundan hemen önce, Maarif Vekili Hasan Ali Yücel’in başkanlığında bir heyet 47 isim tespit ediyor tutuklanmak üzere.  Şimdi size bu kitabı göstereyim. Bu Millî Şef Dönemi meşhur Goloğlu’nun kitabı. 47 isim tespit ediyor yani sonradan 23’e indi ya. tutuklanmak üzere 47 isim.

Bakın bu 47 isimde kimler var. Zeki Velidi Togan var; romanda tutuklanıyor burada da tutuklanıyor, Abdulkadir İnan geçelim onları. Bu 47 isim arasında Peyami Safa da var.Ve efendim Mükrimin Halil Yinanç da var. Romanda onlar tutuklanmadıkları gibi 44’te de bu 47 isim içinde oldukları halde tutuklanmıyorlar. Dolayısıyla ben bu benzerliğe temas ederek yani 5 yıl önce yazılmış olan bir romanla 44 olaylarındaki benzerliğe temas ederek, acaba,78 yıl önce kurulmuş bir komplo mu diye o yazıyı yazdım.

Açıklaması kolay değil. Yani bir kehanet mi? Bu romanı yazan Sabahattin Ali kâhin miydi? Efendim, nasıl bunlar birbirini tutuyor? Çok enteresan ama şunu da söyleyeyim Hasan Ali Yücel’in beraberindeki bir heyet hazırlıyor bu 47 kişilik ismi ve o heyetin içinde Sebahattin Ali de var.

Bir başka şey. Fethi Tevetoğlu yıllarca önce yazdı. 44 Mahkemelerinin hâkimi Cevdet Erkut kendisine söylüyor. Şahitlerin huzurunda diyor ki,44 iddianamesini hazırlayan heyetin içinde ben vardım. Kazım Alöç, yani mahkemenin savcısı vardı. Orada diyor onu Falih Rıfkı Atay kaleme aldı. Sebahattin Ali de vardı. İnönü’nün evinde toplandık diyor. Yani âdeta romandakileri iddianameye yedirmişler ama çok enteresan yani belki de başka türlü bir açıklama getirmek lazım; bu kadar benzerlik var.

İÖ: Elinde kumandayla adalet sözde mekanizması işletiliyor gayet basit.

ABE: Evet, ama 5 yıl önce roman bunları nasıl anlatıyor?

İÖ: Askerlikte kontenjans planı derler ya şöyle olursa böyle yapılır, buradan girerlerse şuradan çıkarız diye o yapılmış 5 yıl önce. Ondan sonra da tezgâha konmuş.

HP: Tabii bu, bugünden baktığımızda bize çok yabancı da değil. Siz ilminizle o güne bakıyorsunuz, biz de bugün yaşadıklarımızla bakıyoruz.

Yaşanan birçok davada benzeri davranış mevcut. Hâkimliğe gitmeden basından okuduğumuz iddianameler oldu. Ya da bir eve baskına giderken, sabahın saat 05.00’inde haberlere çıktı. İşte, filanın evi basıldı gözaltına alındı haberleri. Buna benzer şeyler de yaşıyoruz. Şimdi, bu kumpastan bu kurulan komplodan, sizin anlattıklarınızdan da hareket ederek, 1944 yılına tekrar bakıyoruz.

Türkiye keskin bir politika değişikliği yaşıyor. II Dünya Savaşı’nın sonuna da yaklaşmışız. 1925’te Türkçü olduğunu Türk Ocakları’nda deklare eden dönemin Cumhurbaşkanı, biraz sonra Sayın Bakanıma soracağım, 19 Mayıs’ta sizlerin de bahsettiği o meşhur nutkunu atıyor. Irkçılık ve Turancılık’ı suç ilân ediyor. Milliyetçi camianın, bizim bilgimiz var. Sizlerin sayesinde 44 olayları üzerinde çalışma var ama bu çok etrafa yayılmadı.

Sayın Bakanım biraz önce de söyledim bu 21. yüzyılda Türk destanlarımızın isimleriyle de üzerine gidilen Ergenekon gibi,  Balyoz davası gibi, 28 Şubat Davası gibi, İzmir Casusluk Davası gibi isimli davaların, bütün, kumpas olduğu ortaya çıktı. 15 Temmuz’a götüren süreci yaşadık. Türk devletinin, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin omurgası olan TSK’ya çok büyük zararlar verdi. Dolayısıyla devlete zarar verdi. Dönüp 1944’e bakıyoruz, 1944’te biraz önce bahsettiğimiz politika değişikliği, 1946’da Marshall Planı’yla başka bir yöne doğru da gitti.

1944’ün, bu olayların, devlet hayatındaki ilişkisi, fikir hayatındaki ilişkisi nedir? Türk siyasetindeki etkisi konusunda, özellikle 1980’deki MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’nı yaşayan birisi olarak o günkü davayla da ilişki kurup bugüne nasıl taşırsınız, etkileri ne oldu Türk siyasetine?

SS: Teşekkür ederim. Yalnız müsaadenizle Bican Hoca, 1939’da Sabahattin Ali’nin yazdığı bu romanda, 44 duruşmaları mahkemelerine ait hususlar nasıl yer alıyor? Bu bir tesadüf mü, buna bir izah getirmek lazım diye bayağı tedbirli ifadeler kullandı. Ama bu herhalde rüyasında gördüyse bir vahiy filan geldiyse mümkün, onun dışında ben bir yol göremiyorum. Yalnız bu bize bir şey gösteriyor, hani diyorlar ya yerli yabancı yazarlar, Ruslar 45’ten itibaren cephelerde galip gelmeye başlayınca İsmet Paşa denge kurmak için Türkçülerin üzerine gitti. Ama 39’da böyle bir şey yoktu ki. Bu bir delildir, ama ilgisi olmadığının delilidir. Biraz nutuk ve sonrasında da göreceğiz, ona ait örnekleri. 39’da tasarlanmış bir durum var.

39’dan itibaren Atatürk dönemindeki müfredatın adım adım değiştirilmesi var. Atatürk dönemindeki gerek tarih gerek edebiyat gibi kimlikle ilgili millî şuurla ilgili konulara ait kitapların müfredattan kaldırılmasının başlangıç yıllarıdır. Yani Atatürk’ün vefatını hemen takip eden yıllarda biz müfredatın değiştirilmeye başlandığını görüyoruz. Bunlar tesadüf olamaz. Ruslar galip geldi filan diye hiçbir delil göstermeden yapılan yorumlara itibar etmemize izin vermiyor.

1944 Nutku biliyorsunuz 19 Mayıs törenleri dolayısıyla 1944’te “Mili Şef” İnönü’nün yaptığı bir konuşmanın içerisinde, A4 büyüklüğünde bir buçuk sayfalık kısmının tamamen Türkçülere Milliyetçilere ağır suçlamalarla donatıldığını görüyoruz. Şimdi, hadiseler (gençliğin şahlanışı) ne zaman başlamış Ankara’da? 3 Mayıs’ta. Tutuklamalar veya gözaltına almalar 3 Mayıs’ı takip eden günlerde başlamış. Nutuk ne zaman verilmiş? 19 Mayıs’ta yani 3 Mayıs’tan 19 Mayıs’a 16 gün var daha. Gözaltına almalar yeni başlamış. Bunların sorgularına geçilmemiş ama Millî Şef bu nutkuyla, ırkçılık Turancılık suçlamasının Türkiye’yi nasıl mahvedeceğini anlatıyor. Mahkeme daha başlamamış ona da dikkat etmemiz lazım. Nitekim bu konuşmanın ben iki paragrafını, ırkçılık ve Turancılıkla ilgili keskin ve ağır hükümler ihtiva eden iki paragrafını aynen okumak istiyorum;

“Bu kadar şuursuz ve vicdansız fesatçıların tezvirlerine Türk Milletinin mukadderatını kaptırmamak için elbette Cumhuriyet’in bütün tedbirlerini kullanacağız.”

Bakın bu vurgu öfkeyle, o anki insanlara cevap olsun diye söylenmiş bir şey olamaz. Çünkü bunun devamı günümüzde de aynen muhafaza ediliyor. Demek ki devletin bütün imkânları kullanılacakmış. Ne için? Bu vicdansız, şuursuz fesatçıların tezvirlerine, Türk Milletinin mukadderatını bunlara kaptırmamak için bunu yapacakmış. Bir korku var orada.  Devamında;

“Irkçıların milleti bin bir parçaya ayıracak fesatlı ve nifaklı zehirlerine cemiyeti kaptırır mıyız?”

Yine cemiyeti, toplumu bunların etkileyeceği, bu fikirlerin, bu tarih şuurunun memlekete hâkim olacağını ben anlıyorum.

“Turancılar Türk milletini bütün komşularını onulmaz bir surette derhal düşman yapmak için birebir tılsımı bulmuşlardır. Hele doğudan batıdan ülkeler gizli Turan cemiyetiyle zapt olunur mu?”

Yani bu cemiyetler doğudan batıdan ülkeleri zapt etmek için kurulmuş. 23 kişi yargılanan. Aklın alacağı bir şey değil. Her halde öfkenin hudutlarını tayin edememiş bir manzara var.

“Doğrudan doğruya Cumhuriyet’in, Büyük Millet Meclisi’nin mevcudiyeti aleyhinde teşebbüslerle karşı karşıyayız.”

Mahkeme ifadelerinde böyle bir konuyu kimse de görmedim. Varsa da ben gözden kaçırdım diyeceğim. Yani bu 23 Türk Milliyetçisi, bu kadar ağır, mesnetsiz, ırkçı ve Turancı diye suçlanıyor. Bu insanlar, kendisinin iş başında bulunduğu ve örfî idare ilan ettiği dönemde askerî mahkemelerde yargılandı, tamamı beraat etti. Mahkemeler, yargı, hukuk bu insanların suçunun olmadığına karar veriyor. Ama siyaset bunu kabul etmiyor. Gözaltına alınmalardan 16 gün sonra bunları söyleyen Millî Şef siyasetin kararını takibe alıyor. Hasan Ali Yücel Millî Eğitim Bakanı’dır ve müfredatı aynen nutuktaki esaslara göre değiştirmeye başladı. Bu değiştirilen müfredat bütün köy okullarında, bütün askeri okullarda, yüksekokullar ve fakültelerde, açılış törenlerinde, kapanış törenlerinde ve ders kitaplarında okutulacaktır.

Burada da kalınmamış, o zaman MİT’in adı galiba Millî Emniyet. Millî Emniyet devleti yıkacak zehirli, yıkıcı, tehlikeli akımlar olarak Komünizm, Gericilik ve Kürtçülük- bölücülük takip ederken, bunların arasına Irkçılık Turancılık adıyla Türk Milliyetçiliğini de koymuş. Benim iddiam bu.  Biraz sonra onların delili mahiyetindeki maddeler, örnekleri size sunacağım.

Demek ki devlet kendisini kuran felsefeyi, kendisini kuran başta Atatürk olmak üzere kadroları mücadele hedefleri arasına koymuştur. Müfredat böyle değişince de bütün nesiller buna göre yetiştirilmeye çalışılmıştır. Şimdi 44’te dedim, Millî Emniyet’in hedefleri arasına devleti kuran felsefe, Türk Milliyetçiliği de yerleştirilmiştir ve bununla mücadele başlamıştır.

44’ten 9 sene sonra 1953’te Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılması hadisesiyle karşı karşıya kalıyoruz. Demokrat Parti 1950’de iktidara geldi ve seçimlerde dört beş konuyu işlemişti. Bir tanesi de tabutluklardaki işkencelerdi. O işkenceleri halka anlatarak halktan oy almıştır Demokrat Parti. Bunun üzerine Türk Milliyetçileri 1951’de Türk Milliyetçiler Derneği’ni kurmuşlardır ama bu dernek 1953’te kapatıldı. Kapatılma gerekçesi Başbakan Menderes’in Gaziantep konuşmalarında ve diğer konuşmalarında açıkça ortaya konmuştur. “Irkçılar Turancılar, meydanı boş bulup dolaşmaya başladılar bunlarla uğraşacağız” diyor. 44’teki suçlamalarla, siz istediğiniz kadar beraat etmiş olun. O suçlamalar aynen 53’te de Türk Milliyetçiler Derneği’nin önüne konmuş ve yargılanması yapılmıştır. Ancak orada da 44’de olduğu gibi mahkeme bunu kabul etmemiş. Irkçılık ve Turancılık’ı kabul etmedi. Ama anlaşılıyor ki şiddetli bir baskı var. Başka bir suçtan kapatma kararı aldı. Türk Milliyetçiler Derneği’nin tüzüğündeki “Derneğimiz Birleşmiş Milletlerin ‘milletlere istikbal, insanlara hürriyet’ ilkesini benimser” maddesi siyasetle uğraşmak sayıldı. Sonra Konya Şubesi ile Edirne Şubesi’nin açılışında Fatiha okunmasını dini istismar faslına soktu. Bu iki gerekçeyle Dernek kapatıldı.  Ama karar nasıldı? Yöneticilere temyiz yolu kapalı 10’ar lira para cezası ile. Böylece dernek kapatıldı, maksat hâsıl oldu. Çünkü maksat derneğin kapatılması.

Türk Milliyetçiler Derneği deyince hepimiz çok önemli bir dernekti der, orada keseriz. Ben bu vesileyle yeniden incelediğimde gördüm ki; 1931’de Türk Ocakları kapatıldıktan sonra Türk Milleti üzerinde en etkili olan, kısa zamanda 76 şube açarak, kitaplar yayımlayarak köylere kadar ulaşan, milliyetçilerin birliğini sağlayan önemi bir teşkilat kapatılmıştır. Ama dikkatimi çeken benim üzerinde durmak istediğim konu, 1944’deki ırkçılık Turancılık suçlaması burada da yer almış, herhalde tesadüf olamaz. Yoksa emniyetin elindeki kırmızı kitaba bakarak mı bu işlem yapıldı.

Türk Milliyetçiler Derneğinin kapatılmasıyla görev tamamlandı mı? Hayır. Bakan neler olmuş? Örneklerle anlatalım.

Bizim rahmetli Niyazi Yıldırım Gençoğlu da Elazığ’ın bir kasabasında bir öğretmen, bu derneği kurmuş. Bütün köylü tamamı derneğe üye olmuş. 2 bin nüfuslu bir köy tamamı derneğe üye olmuş. Niyazi Bey de, şairliği de hitabeti de çok tesirli bir insan. Kapatıldıktan sonra sürgün edilmiştir. Van’da Milliyetçiler derneğini kuran öğretmen sürgün edilmiş. Van’da bir fotoğrafçı varmış. Esnaf. Polis evinde, pazarda, işyerinde arkasından takip ediyor, yılgınlığa düşmüş, Van’ı terk etmiş 1953’te. Ahmetli Necdet Özkaya bizim Millî Düşünce’de anlattı, bunlar biz genciz diyor. Bu fotoğrafçı da çok destani bir adam, herkes bundan bahsediyor. 64’te Van’a gelince gittik, sohbetlerini dinledik. Peki, sayın büyüğümüz siz Vanlısınız işinizi bırakıp neden terk ettiniz? Efendim, polis takibinden yılgınlığa düştüm diyor. Yani Türk Milliyetçileri bire bir kişiler. Memursa sürgün ediliyor, esnafsa polis peşine takılıyor. Bunlar o devirlerde hazmedilmesi kolay şeyler değildir.

Sonra birkaç örnek daha zamanın müsaadesinde ben size anlatacağım. Ben 1964’te Ağrı’daydım. Yedek subaylığımı yapmak üzere, Topçu Okulu bitince, kurada Ağrı’yı çektim. Bir gün ilan yapıldı subaylar 13. Tümen karargâhında toplanacaklar. Tuğgeneral bilmem kim bölgemizdeki ırkçı, Turancı, gerici, bölücü ve komünist faaliyetler hakkında konferans verecek diye. Biz de yedek subayız ama subayız, gittik adamı dinlemeye. Ne dediğini de anlamadım. Cemiyet dedi, toplum dedi zaten bunlar gündemde olmayan şeylerdi. Biz 1956-57’de Türk Ocaklarında bunları hep gördüğümüz için hocalarımızdan, ben tabii ilgimi çektiği için yakından takip ettim, sonra bir albay vardı bu konuları iyi kötü konuştuğumuz, ona gittim. Albayım dedim bu konferans ne için verildi, bu general istedi de onun için mi yoksa 13. Tümen böyle bir ihtiyaç mı duydu, dedim. Hayır, şu anda bütün Türkiye’de askerî birliklerde konferans veriliyor dedi. Emir Ankara’dan gelir ve bütün Türkiye’de her yıl bu konferans verilir dedi. 1964’te ben oradaydım. 1965 Mayıs’ında verildi konferans.

Namık Kemal Zeybek 1969’da bitirdi okulu kaymakam olarak tayin oldu, kaymakamlık görevini yaparken İçişleri Bakanlığı’ndan bir yazı geliyor. Kaymakamlık bölgesindeki ırkçı-Turancı, komünist, gerici ve bölücü faaliyetler hakkında rapor verin diye. Namık Kemal Bey de telefon ediyor arkadaşı genel müdür İçişleri Bakanlığı’nda. Siz bir yazı göndermişsiniz. Burada benden başka Turancı yok. Öteki işler hiç yok burada diyor. Genel Müdür diyor ki bak bunu ciddiye al. Eskiden beri her yıl bu evrak gönderilir, oradaki bilgilere göre de işleme konur. Sen buna bir cevap ver diyor. Eğer verecek bir cevap bulamıyorsan, bölgende böyle bir durum yoksa eski raporu al biraz değiştir gönder diyor. Ben giren evrak olarak çıkan evrakın karşısına bunu yazayım kapatayım yoksa sorarlar bu ciddi diyor. Ben sonra hocalara çok söyledim öğrencilere tez verin, neymiş bu yazışmalar İçişleri Bakanlığından her yere giden, herhalde bunun cevabını girdiği klasörleri orada duruyordur. Orada kim hakkında hangi raporlar verilmiş, hangi işlemler yapılmış, efendim öğrenelim bunu bilmeye ihtiyacımız var diye başarılı olamadım. Bu da çok önemli.

Demek ki sadece okullardan ibaret değil. Hasan Ali Yücel’in, İsmet Paşa’nın nutkundaki hususları yazıp, nesilleri öyle yetiştirmek üzere harekete geçmesinden ibaret değil. İçişleri Bakanlığı’nda da öyle, biraz önce söyledim askerî birliklerde de öyle.

Bundan 3-4 sene önce, Millî Düşünce’de otururken, bir arkadaş geldi. Bana, “sen bunu söyleyip duruyorsun, bir general askerî arşivlerdeki bu ırkçılık Turancılıkla ilgili konferansları ve faaliyetleri almış Hayri Yıldırım’a vermiş.‘Son Türkçü Atsız’ kitabını yazan Hayri Yıldırım’a vermiş, haberin olsun” dedi. Bende Hayri Yıldırım’a telefon ettim.“Sen ilgileniyorsun bu konuyla tamam çok güzel lütfen bana da bir fotokopisini gönder” dedim ama“Ağabey kusura bakma göndermem. Ben yazdıktan sonra sana gönderirim” diye cevap verdi. Yani askerî birliklerde de bunun dosyası var.

Başka örnek, tabii bu örnekleri özet olarak veriyorum. Bunların tafsilatı da çok dehşet bir şeyler yaşandığını gösteriyor.

Süleyman Demirel 1993’te Cumhurbaşkanı oldu. Bizim hoca da, rahmetli Orhan Düzgüneş hocamız da Türk Ocakları Genel başkanıydı 93’te. Ben de yönetim kurulu üyesiydim. Hoca, Cumhurbaşkanını bir ziyarete gidelim tebrik edelim dedi. Biz de gittik. Biraz sohbetten sonra baktım sıradan şeyler konuşuluyor. O günlerde de Kırmızı Kitap, işte 44’e oradan bağlantı yapacağım. Halk arasında Kırmızı Kitap adı verilen Millî Güvenlik Strateji Belgesi değişmişti. 5 yılda bir yenileniyordu. Gazetelerde de haberler var artık. Irkçılık Turancılık olarak değil Ülkücüler, Türk Milliyetçileri, MHP ve Ülkü Ocakları gibi isimlerle bu Kırmızı Kitap’ta yer aldığını basına sızan bilgilerden öğrendik. Ben de bunu Demirel’e sordum.“Efendim, Türk devleti kendisini kuran Türk Milliyetçiliği felsefesini Kırmızı Kitaba mı koydu, basında böyle bilgiler yer alıyor lütfen bilgi verir misiniz?” dedim. Süleyman Bey sözü aldı dağdan taştan dolaştırdı uzun bir konuşma yaptı sonunu neye bağladığını kimse anlamadı.

Bakın, 93’te şahit oldum. Yine 2003 yılında Süleyman Bey bütün görevlerden ayrıldı. Efendim, Gözcü Gazetesinde kendisi ile yapılmış bir röportaj yayınlandı. Yapanı da söyleyeyim size, Kurtul Altuğ. Zaten hem televizyonda Cumhurbaşkanıyla röportaj yapıyor hem bu Gözcü Gazetesinde yapıyormuş. Bana gençler getirdiler Gözcü Gazetesini. Orada Süleyman Bey, “Ben 36 yıllık devlet görevimde Türk Milliyetçiliği ayağa kalkmaması için mücadele ettim, bunu yapmasaydım Türkiye Yugoslavya’ya dönecekti” diyor. Bunları biz nereye bağlayabiliriz? Kırmızı Kitap ile bağlamayacaksak bu ifadeleri ve Türk Milliyetçiliği ile mücadelesini, devletin hedef seçtiği Türk Milliyetçiliğiyle mücadelesini nereye bağlayabiliriz? Ayrı ayrı iktidarlar, ayrı ayrı şahsiyetler aynı şeyleri söylüyor.

Şimdi, Rahmetli Türkeş Bey, biliyorsunuz, 75 yılında kurulan koalisyonda dörtlü koalisyonda başbakan yardımcısı oldu ve Devlet Güvenliğine bakan Başbakan yardımcısı olarak görev sürdürdü. Bir konuşmasında basına da yansıdı bu. “Ben Millî Güvenlik Siyaset belgesini gördüm, orda Türk Milliyetçiliği de var mücadele edilen hedefler arasında” dedi. Bu eğer 45’te girmediyse İsmet Paşa’nın “devletin hayatından, toplumun hayatından efendim toplumun bunları etkilemesinden kurtaracağız. Bunun için devletin bütün imkânlarını kullanacağız” derken, müfredat programı buna göre değiştirilirken devletin bütün faaliyetleri de böyle düzenlenmiş iken, biz nereye bağlayabiliriz; bunu hangi hükümet yapar?

Evet, o 1953’te Türk Milliyetçiler Derneği’nin kapatılmaması için derneğin genel başkanı rahmetli Sait Bilgiç Bey, Demokrat Parti Isparta Milletvekili kendisi, Tevfik İleri Demokrat Parti’nin ileri gelenlerinden bir heyet yapıyorlar. Başbakandan sonuç alamayınca Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın huzuruna çıkıyorlar. Celal Bayar’a,“Demokrat Parti’nin gençliği yok, CHP’nin gençliği var. Türk Milliyetçiler Derneği’ndeki gençler Demokrat Partili değil ama Türk Milliyetçisi oldukları için CHP zihniyetine karşı insanlar bunlar. İsmet Paşa bunun kapatılmasını istiyor. Biz de mi İsmet Paşa gibi düşünüyoruz bu konuda?” diye bir soru iletiliyorlar. Bayar diyor ki “Evet, bu konuda aynen İsmet Paşa gibi düşünüyorum.”  Kendisi 1960 İhtilâlinden sonra, biliyorsunuz, yargılandı. Büyük acılar yaşandı. Hepimiz gördük. Cezaevlerinde filan, sonra Kayseri Cezaevine kondu. Adalet Partisi kurulmuştu. Onu kuran Milliyetçiler, Türk Milliyetçileri, Bayar’a hapishanede ziyarete gittiklerinde bunu soruyorlar. “Efendim fikirleriniz değişti mi yine aynı mı düşünüyorsunuz? Evet, aynı düşünüyorum” diyor Bayar. Çünkü bunlarda hem CHP mektebinden yetişmiş hem de Kırmızı Kitap’ta böyle bir şeyler yazıyorlar. Ben öyle yorumladım.

Sonra Celal Bayar serbest kaldı. 1973’te İstanbul’daki Türk Aydınlar Derneğinde bir sohbete geldi. Ben Rahmetli Kafalı Hoca’dan da dinledim, Rahmetli Hacıeminoğlu Hoca’dan da dinledim bunu. Bizim hocalar davet etmişler, Bayar’ın sohbetini dinliyorlar. Kafalı’nın söylediğine göre kendisi Bayar’a bu konuyu soruyor. “Efendim, bugün de aynısını mı düşünüyorsunuz” diyor. Bayar o zaman diyor ki, “Bir hata yapıldı affola.” Aslında kendisi Millî Mücadelenin Galip hocası. Hem Osmanlı dönemini biliyor, hem de Millî Mücadele dönemini. Bir İttihatçı. Hem de Cumhuriyet dönemini biliyor. Lakin Devlet ve siyaset adamlarımızın, aydınlarımızın çoğunda olduğu gibi Türk Milliyetçiliğini ve Türk milliyetçilerini tanımıyor.

HP: Devlet anlayışı da böyle Sayın Bakanım. Devleti kuran idarenin içinde bulunmuş bir kişi. Atatürk’ün son Başbakanı; dolayısıyla galiba Kırmızı Kitap’a girmiş olması büyük önem taşıyor.

SS: Şüphe yok. Ve nesiller öyle yetiştiği için de bugün millî şuur noksanlığından şikâyet ediyoruz.

Ben bunu anlattığım zaman, hatta yazdım da her 3 Mayıs’ın yıldönümünde kısa kısa Yeniçağ’da yayımlandı. Okuyan arkadaşlardan gelip, “Peki, İsmet Paşa Atatürk’ün Başbakanı. Kendisi de biz Türk Milliyetçisiyiz demiş bir adam. Bunları uygun görmediğine, Türk Milliyetçiliği ile mücadeleyi gerekli gördüğüne göre İsmet Paşa’nın fikri neydi?” diye bana sordular.

Efendim, İsmet Paşa’nın devlete sahip olma bakımından bizden fazlası var eksiği yok. Ama Türk Milliyetçiliği, Türk Milleti, Türk medeniyeti ve kültürü anlayışı; Türk tarihi ve onun bilincinde olmak başka bir şey. Nitekim onlara şu cevabı verdim İsmet Paşa hümanizmi savunuyordu. Hümanist bir felsefeye inanıyordu. Hümanizm kötü bir şey değil, iyi bir şey ama Türk Milliyetçisi veya kendi milletinin milliyetçisi olmak şartıyla hümanist olabilir insanlar. Ama Milliyetçilik dediğimiz yani sosyolojinin kanunlarına göre, Yaradan’ın kanunlarına göre meydana gelmiş olan terkip. İnsanları en büyük ve en kudretli şekilde birbirine bağlayan olgu ortada yokken, hümanizm sizin erimenize yol açar. Hasan Ali Yücel batı klasiklerini, doğu klasiklerini tercüme ettirmiş. Kötü mü etmiş? Hayır, iyi etmiş ama doğu klasiklerine bakın Türk klasikleri yok. Hint var, İran var Türk klasikleri yok Kutadgu Bilig yok, Dîvânu Lugâti’t-Türk yok. Bican Hoca bunları devasa eserlerle yeniden topladı, yeniden milletimizin hayatına koydu. Efendim Siyasetname yok, Orta Asya’daki Türklerin Şecere-i Türki -Ebulgazi Bahadırhan’ın- kitabı yok. Yani klasiklerimizden hiçbiri tercüme edilmemiş. İran klasikleri de iyi, Hint klasikleri de, bir şey demiyorum ama biz de olmalıyız, hatta başta biz olmalıyız.

HP: Önce biz, sonra onlar yani.

SS: Tabi, yoksa medeniyetin, insanlık medeniyetinin bunlar ölmez eserleridir. Bizim nesillerimiz de bunları bilsin. Bizim nesillerimiz bunu bilsin ama kendimizi mahrum edersek sonunda millî şuurdan noksan insanlar yetişir.

Bu konu hakkında söyleyeceğim son şey şu.

Ben 1958’de memuriyete başladım. Hatta yaşım bir hafta küçük olduğu için dolsun diye bekledim öyle başladım. Servisteki herkes beni severdi. Ben Türk Ocaklı genç olarak onlara yeni şeyler söylüyordum. Ne zaman ki “güçlü devletler milliyetçiliğe sarılıyor biz de Türk Milliyetçiliğine sarılmamız gerekiyor çünkü o bizim kendimizdir, özümüzdür” dediğim zaman servisteki bütün abiler birbirlerine şöyle bakınır, bakar ve işaretleşirlerdi. Ben de bir türlü anlamazdım. Ondan sonra hayatım boyunca dikkat ettim. Vatansever, düzgün, bilgili, yetişmiş, devlet adamı veya ilim adamı, kanaat önderi kimi bulduysam, müsait bulduğum zaman; “Türk Milliyetçiliği Türk milleti için kurtuluş reçetesi” dediğimde, istisnasız, bana dedikleri şey şu: “yahu doğru iyi de ırkçı Turancı olmasın yalnız” derlerdi. Bunlara kim öğretti? Bütün sahadaki insanlar okullardan aldılar bunları. Sonra da kendi özüne, kendi kişiliğine, kendi kimliğine, kendi tarihine ait her şeyden mahrum kaldılar.

Yine burada unuttuğumuz bir şeyler var, söylemiştim galiba Hakan Bey’e. Biz 1946’da Marshall planını kabul ettik. Bu planı kabul etmemizle beraber bütün devlet kurumlarında değişim çabaları başladı. Millî Eğitim’de de müfredat programlarını değiştirmek üzere Amerika’dan heyetler geldi. Bu heyetler bizim kitaplarımızın nasıl olacağını bize gösterdiler, anlattılar ve yazdırdılar. Heyetin başkanı da Amerika Büyükelçisidir. Sonra bir Amerikalı olmuş. Bugün böyle bir heyet resmen yok ama zaman zaman toplandığını ben kendi yeğenimden öğrendim. Kendisi doçent, “toplandık biz” diyor.“Amerika’dan bir hanım geldi. Onun başkanlığında müfredatı konuştuk, tartıştık. Onları görünce bizim hocalarımızın çok daha üstün olduğunu,  çok yetersiz kişilerin bize müfredat empoze ettiğini gördüm” diyor. Yani Millî Eğitimi sadece 44’teki müfredat değişikliği ile orada bırakmamışız, Marshall planı ile beraber tarih yok, dil yok, edebiyatımız işte şöyle böyle çok noksan bir şekilde. Marshall planı, Amerikalılar yardım yapacak, ekonomik yardıma ihtiyacımız var diyor İsmet Paşa. Birçok şey yapılıyor. Sanayileşme, adliye, idare, köy… Birçok konuyu bu heyetler gelip, birlikte hazırlamışız.. Ama Millî Eğitimi çok iyi biliyoruz ki çocuklarımız onlar tarafından telkin edilen kitaplar ile yetişti. Dolayısıyla bugün işimiz çok; kimlik zafiyeti var. Bunu çözmek de zor oluyor.

NATO çerçevesinde her sene yapılan Harp Oyunları diye bir şey var. Sonunda bir sempozyum düzenlenmiş. 2007-2008’de, Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanlığı zamanında. Sempozyumun konusu, Orta Doğuda asimetrik çatışmalar ve terör hareketleriydi. Değişik ülkelerden seçkin bilim adamları ve uzmanlar davet edilmiş. Japonya’dan gelen profesör hanım bir tebliğ sundu orada. Bölgemizdeki terörü anlattı, şaşırdım kaldım. Bizim ülkemizde bunları bu kadar iyi anlatan bilim adamı var mı diye kendime sordum.  Cevap bulamadım. Çok güzel anlattı kısa boylu bir hanımdı. Konuşmasının “Türkleri ben seviyorum, onlara söyleyecek şu; Sizin bir tek meselesi var, oda kimlik meselesi. Bunu kolay zannetmeyin, çok zordur. Kimliğinizi tekrar kazanmazsanız geleceğiniz çok daha sıkıntılı olabilir.”  Kayıtlara geçmiştir, ben mealen özetleyerek söyledim. Biz kimliğimizi neden kaybettik? 44’de bağlayıp ondan sonraki nesillerin böyle yetişmiş olduğunu söylemek isterim.

Dinleyenlere saygılarımı sunarım, teşekkür ederim…

HP: Teşekkür ediyorum Sayın Bakanım. O zaman bıraktığınız yerden bir soruyla devam edelim. Hepinize birden soruyorum. Önce İskender Hocam. Bu konuda hassassınız, konferanslar da verdiniz ama verdiğiniz konferanslar Korona günlerinden önceydi.

Dünya büyük bir salgın ile uğraşıyor. Elbette bu salgın bir gün bitecek. Bittikten sonra da bir siyasi çalkantı başlayacak. Bu çalkantı ile değişecek bir takım şeyler var. Her şey değişecek diyorlar ki 3 gün önce Cumhurbaşkanı da dedi, yeni siyaset işaretleri de verdi. Tabii onun 2023 hedefleri de var o ayrıca konuşulacak bir şey de. Biz 1944’e, tarihe bakıp bu günümüzü anlamaya çalışırken aynı zamanda bugünü yarına da bağlamamız gerekiyor. Yarın için ne düşünüyorsunuz, düşüncelerinizi paylaşır mısınız?

İÖ: Valla benim gelecek hakkında sevdiğim bir laf vardır. Gelecek hakkında kesin olan şey geleceği bilemeyeceğimizdir. Ama olan şu, dünyada eğilimler vardı. Böyle krizleri bu eğilimler hızlandırıyor. Yani beş yıl sonra olacak şeyler şimdi olmaya başlıyor.

Mesela Profesör Ercilasun’un Skype üzerinden konuşması. Bu 5 yıl sonra olabilirdi, bugün oldu. Dünya politikasını soruyorsunuz, zaten dünyada 1. Dünya Harbi öncesine gidiş vardı. Yani neydi? İki kutuplu dünya vardı, sonra tek kutuplu dünyaya kalbetti, değişti. Sonra yok kutuplu dünya diyorlardı, hâlâ yok kutuplu değil dünya. Şimdi tam milletlerin dünyasına doğru gidiliyor.

HP: Yani her millet bir kutup haline mi geliyor?

İÖ: Her millet kendi çıkarı için rekabet içinde, kendi çıkarı için çalışıyor. Şu anda Amerika ile Çin arasında çok sert mesajlar mesela. Globalleşme dedikleri şeyin epey farklı kulvara ittiğini görüyoruz. Avrupa Birliği çok kötü sınav verdi. Biliyorsunuz İtalya ve İspanya felâket durumdayken ellerindeki bazı malzemeleri onlara göndermediler. Yani tam bir milletler milliyetçiliği yükseliyor diyebiliriz. Batı’da bunlar oluyor.

HP: Teşekkür ederim Hocam.

Bican Hocam sizin yine MİSAK’ta “Kaynama” yazınız vardı. Çok önemli bir yazı “Kaynama” ve iki yıla yakın oldu çıkalı. Bu öngörünüz gerçekleşiyor. Yalnız, sadece Türk dünyası kaynamıyor, tüm dünya kaynamaya başladı. Yani kaynayacak derken Türk dünyasını söylüyordunuz. Türk medeniyeti bu işin içerisinden parlayarak çıkacak ne zaman olursa diyordunuz. Sizin düşünceleriniz nelerdir Hocam?

ABE: Kaynama, ben onu Türk tarihi için, Türk Milleti için yazdım. Ama başka milletler için de kaynama söz konusu. Yani tarihte böyle olgular varsa bütün toplumlar için söz konusu olabilir. Türklerin kaynama dönemini yazdım şu an da Türkler kaynama döneminde. Ama bu dinbazlıktan kurtulamadığımız sürece bu milletler çağında, İskender beyin söylediği bu milletler çağında, biz iyi sonuçlar alamayız.

Yani, önce Türk yönetiminin dinbazlıktan kurtulup Türk Milliyetçiliğine dönmesi gerekiyor. Türk Milliyetçiliği halkın içinde, gençlerin içinde kaynama var. Türk dünyasının başka bölgelerinde, mesela İran’daki Azerbaycan Türklerinde; efendim, Kuzey Azerbaycan’da, Kazakistan’da kaynama emarelerini görüyorum ama Türkiye yönetimi bundan habersiz. Onun için mademki 44 hadiselerinden bahsediyoruz, bu 44 hadislerindeki bu 23 Türk Milliyetçisini unutmamamız lazım. Yani her şeyi söyledik bunları söylemedik. Bunların isimlerini söyleyerek bitirmek istiyorum. Bu 23 kişilik şeref listesini 44’ün şeref listesini söyleyerek bitirmek istiyorum, sayıyorum bu isimleri;

Hüseyin Nihâl Atsız
Zeki Velidî Togan
Reha Oğuz Türkkan
Hasan Ferit Cansever
Hüseyin Namık Orgun
Orhan Şaik Gökyay
Nejdet Sançar
Fethi Tevetoğlu
Alparslan Türkeş
İsmet Rasin Tümtürk
Nurullah Barıman
Hamza Sadi Özbek
Zeki Sofuoğlu
Muzaffer Eriş
Fehiman Altan (Tokluoğlu)

En son yaşayan Fehiman beydi biliyorsunuz, Milli Düşünce Merkezi’ne gelmişti; şimdi o da rahmetli oldu. Devam ediyorum

Cabbar Şenel
Sait Bilgiç
Cemal Oğuz Öcal
Hikmet Tanyu
Fazıl Hisarcıklılar
Cihat Savaşfer
Saim Bayrak ve
Yusuf Kadıgil.

Allah rahmet eylesin hepsi bu Türk milleti için çok çalıştılar, çok da cefa çektiler…

HP: Sayın Bakanım benzer soruyu tekrar size soracağım. Korona günlerinde çok önemli değişiklikler oldu. Bütün dünya değişiyor. Amerika gibi, liberal ekonominin hâkim olduğu söylemler dünyanın tek kutuplu olan jandarması olan devlet, şu andaki sistemi itibariyle çok ciddi sıkıntılar yaşıyor veya basına öyle yansıyor.

Şunu söylemeye çalışıyorum. Devletin kamu gücünün ne kadar önemli ve gerekli olduğu milletin hayatında ortaya çıktı. Biz 1980’den sonra özellikle 2000’den sonra çok büyük hız kazanan özelleştirmeler yaşadık. Ne gereği vardı bunların diye söylenerek gerçekleşti. Çünkü devlet farklı bir sisteme doğru gidiyordu. Bu konuda özellikle de 2018’de sistem değiştiren Türkiye’de yarın neler bekliyor? Neler olmalı? 1944’ü bugüne taşıdınız ve bugünü de yarına bırakacağız ne dersiniz efendim?

SS: Çok teşekkür ederim. Ama özür dileyerek kendimize yaptığımız bir haksızlığı gidermek için, 1980 ihtilalinden sonra MHP ve Ülkücüler davasını saymamız lazımdı. Biliyorsunuz bu dava da ırkçılık Turancılık ve faşistlik üzerine açılmıştır.

ABE: Ben de diyordum ki Sadi Bey kendisinin içinde bulunduğu bu davayı niye saymadı?

SS: Gençliğimize verin efendim. Bunu mutlaka saymamız lazım. 44’de, 53’de bir de 1980’den sonraki bu davadaki suçlamalar aynı.  Irkçılık Turancılık değişmeyen suçlama. Aradan 36 sene geçmiş, ama suçlama aynı kalmış. Bu tesadüf olabilir mi? Kırmızı Kitap’ta yazıyor diye, bu siyasi suçlamayı hukuk kabul etmez. Bir benzerlik de suçlamaların hepsinden de beraat çıkmasıdır. Bu 80’deki davada da MHP ve Türk Milliyetçileri hedef seçilmesidir. Diğer bir benzerlik ise işkencelerin 44’ü adeta aratmayacak, hatta aşacak boyutlarda korkunç ve yüz kızartıcı olmasıdır. Yargılama İşkencelerin desteğinde yapıldı. Ama söylediğimiz gibi savcının suçlamalarından beraat çıkacağı görülünce yine suç konusu değiştirildi. Malum insanlar fiillerinden dolayı yargılanır. Toplu yargılama ise suç olan bir amaçta birleşenler için geçerlidir. Komünist veya faşist rejim getirmek gibi ideolojik birlik, gerekir. Türk Milliyetçiliği suç değil. Devleti kuran felsefe, anayasalarımızda var olan milli bir ülküdür. Suçlamanın adı “ırkçılık, faşistlik Turancılık” şeklinde değiştirilince suç olmaz. Üstelik daha önce de söyledik, “Turancılık” diye bir suç yoktur.  Zaten Cumhuriyet döneminde benim bildiğime göre ırkçılıktan mahkûm olan Türk Milliyetçisi yoktur. Şimdi yine benzer bir dava açılsa, Allah korusun, herhalde suçlama “ırkçılık Turancılık” olur. Çünkü Kırmızı Kitap böyle yazıyor.

Bir de, sorunuzda bu Ergenekon davasında o kumpasla bunlara birleştirip birleştirmediğimi sordunuz. Efendim mahiyet itibariyle fikri mahiyet itibariyle farklı olmakla birlikte devlet ve millet bütünlüğü bakımından aynıdır. Ve ordumuzun beyinleri dediğimiz kurmayları yıllarca hapishanelerde hakaret gördüler aşağılandılar. Yerin göğün kabul etmediği suçlamalarla muhatap kılındılar. Bu da Başbakan Erdoğan’ın 2007’de oğul Bush’la görüşmek üzere 3 Kasım 2007’de Amerika’ya gitmesi ve görüşmede vardıkları bir anlaşma sonucunda başladı. Demek ki onun arkasında da dış güçler, başta Amerika vardı. Bu tabir etkisizleştirilmek amacıyla ne kadar küçümsense de gerçek böyledir.

Dış güçler ifadesi gibi bir de “Türk’ün Türk’e propagandasını yapmayalım” tekerlemesi var. Bu tekerlemeyi kullananları çoğu kendilerine “anti-emperyalist” derler. Kardeşim, Türk kendi meselesini bilmezse, başkalarına nasıl anlatacak? İlk vazifemiz -iyiyse iyi, kötüyse kötü- sorunumuzu insanlarımıza öğretmek değil mi? Ama bu hafife alma konusu medyamızda “çokbilmişlik” tavırlarıyla sıklıkla karşılaşıyoruz. Onu da bu vesileyle araya koymuş olalım.

Efendim, bu görüşler bu Korona virüsü ile ilgili açıklamalar hakikaten gelecekte neler sunacak, tam bir şeyler, kesin bir şeyler söylemek zor ama şu var ki sistemler, devlet yapıları, geçiş dönemindeki büyük sıkıntılar bizi bekliyor. Ve dünya iki kutuplu 3 kutuplu 5 kutuplu derken şimdi öyle bir, hocalarımız da söyledi, akım var ki, her millet önceki kendisini kurtarmaya, her devlet kendisini toparlamaya mecbur kalacak. Bu demek ki zaten sosyolojik kavramda, İskender Hocamın kitaplarında yer aldığı gibi diğer batılı seçkin bilim adamlarının da ortaya koydukları gibi, insanlık milliyet çağına geliyor. Bu zaruretleri buna ilave edersek, ben de aynı görüşlere katılıyorum. Bundan sonra milliyetçilik, milletlerin yegâne kurtuluş reçetesi olacak. Ona inanıyorum onu gerek görüyorum. Özet olarak bunları ifade ediyorum…

HP: Çok teşekkür ediyorum Sayın Bakanım. Bican Hocam, İskender Hocam çok teşekkür ediyorum. Gerçekten çok önemli konuları, çok önemli bilgilerinizi tarihe de not düşerek paylaşmış olduk bu şekilde.  Ve bu sohbet de sosyal medyada yayınlanacak. Çok sonra da, bu dönemin Türk Milliyetçilerinin görevlerini en iyi şekilde yapmaya çalıştıklarını ve yaptıklarını görmüş olacaklar.

Netice itibariyle, Türkiye’nin içinde bulunduğu şartlarda, 20. Yüzyıl başında duruma vaziyet alan Türk Milliyetçileri. 1940’larda, 50’lerde, 60’larda, 80’lerde duruma vaziyet eden yine Türk Milliyetçileri. Aynı şekilde bu dönemde, özellikle Korona’dan sonra da duruma vaziyet etmek mecburiyetleri vardır. Dolayısıyla bunu da öne çıkartarak camiada veya Türkiye’de tartışılmaya başlamalıyız.

Çok teşekkür ederim, katıldığınız için.

MİLLİDÜŞÜNCE 

https://asasmedya.info/news/culture/18156-3-mayisi-3-isimden-dinlemek

FACEBOOK YORUMLAR

YORUMLAR

  • 0 Yorum